Şimdi, Uzaklarda

Talas 2006


Ömrümün ilk yirmi yılını Kayseri’de geçirdim: Bu, bir şehrin çocuğu olmak için yeterince uzun bir süre sayılır. Üstelik çocukluktan çıktığım bir yaştan sonra oraya hiç dönmediğim için, ben o şehrin “daimi çocuğu” olarak kaldım. Hiç yetişkini olmadım oranın; yetişkin gözüyle uzaktan baktığım bu şehri hep çocuk coşkusuyla sevdim.
Çocuk, durduğu yerden dünyayı izleyen bir ruh gibidir; olaylar hakkında hiçbir kalıcı fikri yoktur, varoluşu mutlak olarak algılar, değişme ve yok oluş onu şaşırtır. Ben Kayseri’nin her değişimini bu yüzden çok ağır travmalar halinde yaşadım. Nasıl yaşamayayım, içinde doğup büyüdüğüm şehrin hiçbir mahallesi olduğu gibi kalmadı, hiçbir şey çocukluğumdaki gibi değil artık. Bu nedenle bugün benden yaşça küçük hiç kimsenin bilmediği eski mahalleleri zihin haritamda canlandırır, oralarda gezmeye çıkarım. Bahçebaşı’ndan geçer, Tavukçu Mahallesi’ne giderim, oradan Kartal’a uzanır, Hasinli Mahallesi’ne dönerim, Kiçikapı’dan Lise’nin arka tarafına doğru ilerler, amele pazarının oralardaki meydan çeşmesinin önünden Hacılar yoluna çıkarım. Sonra da Çifteönü’nden Garipler Mezarlığı’na kadar yürürüm. Daha birçok mahalle vardır ya onu da başka zaman gezerim.
Bu anlattıklarımı kimse göremiyor artık. Bilenler ise benim gibi içinde gezdiriyor. “Aman ne önemi var, giden gitmiş” diyebiliriz. Ne yapalım, giden gitmiştir de, gideni özleme hakkı bitmemiştir. Herkes bilir: dünyayı ilk tanıdığımız yer, ölünceye kadar aklımızdan çıkmaz; ışığını görünce, toprağını avuçlayınca, ağacına dokununca, bütün izlenimlerimiz sıraya girer. 
Orası ana kucağıdır, ilk diyardır.  

Gürsel Korat 
(Erciyes'in Rüyası Kayseri. Editör Filiz Özdem YKY 2013'ten)

KAPADOKYA TURİZMİ YENİ BİR DÜZEN İSTİYOR

                                                          Ürgüp, Dere Mahallesi Haziran 2019

Tayland Hükümeti Leonardo Di Caprio’nun bir filminde oynadığı Phi Phi Leh Adası’ndaki Maya Körfezi’ni, turist kalabalıkları yüzünden yabanıl yaşamın zarar gördüğü gerekçesiyle kapattı. 
Büyük turist kalabalıklarıyla para kazanan bir hükümetin neden böyle davrandığını, neden parayı elinin tersiyle iterek doğayı koruduğunu dünyanın her tarafında anlayacak kimseler bulunur; fakat korkarım bizim ülkemizde bu sağduyu yoktur.
Son yolculuklarımda gördüğüm kadarıyla Kapadokya’da, Tayland’dakine benzer bir turist yığılması vardır. Bu yığılma özellikle bir sel halinde girilip çıkılan Göreme Açık Hava Müzesi alanlarında büyük bir sorundur. Kalabalıkların yarattığı gürültü ve çevre kirliliği bir yana, hiçbir kilisede üç dakikadan fazla durulamamakta, konuşulamamakta ve neyin ne olduğu görülememektedir. Tek deyimle Kapadokya’da bir “görme” turizmi vardır,  fakat “anlama”, “bilme” “duygularına nüfuz etme” gibi basamaklar dışarıda kalmıştır.
Doğrusu Göreme Açık Hava Müzesi gibi olağanüstü bir yapı bileşkesine yapılan bu zulüm akıl alacak gibi değildir.
Kanımca özellikle büyük turist akınlarının olduğu bölgelere olan bu kitlesel saldırıyı durdurmak gerekir.
Bunu akıl eden bazı ülkelerde turist akınını disipline etmek için önlemler alındığı, belli başlı yerlere ziyaretin o kadar kolay olmadığı görülmektedir. Pek çok müzede belli bir sayıdan fazla ziyaretçi almamak yaygın bir uygulamadır. Bunun en belirgin örneği, Sistina Şapeli’dir. Buraya girebilmek için çok önceden rezervasyon yaptırmak gereklidir.
Tarihsel yapılarda, özellikle resimle bezenmiş olanlarda, insan nefesinden yükselen kimyasallar yüzünden resimleri kaybetme riski bulunmaktadır.
Böyle bir sıkışıklık içinde gezilen Kapadokya kiliselerinin yakın bir gelecekte çekiciliğini yitirmesi tehlikesi ise ayrı bir konudur.
Bölgenin sıkı bir şekilde korunması yerine olaya ticari açıdan bakmanın sonuçları ağır biçimde yaşanıyor: Turistik eşya tezgahlarının “millet bundan ekmek yiyor” gerekçesiyle açık tutulması, tahribatı ve sıradanlaşmayı artırdı. Devlet eliyle işportacılık yapılan bir tarihi alan yağmacılığı giderek yasal hale gelmeye başladı. Paşabağ, Göreme ve Kızılçukur gibi yerlerde, SİT alanının göbeğinde devlet eliyle oluşturulmuş satış mağazalarının olması gerektiğine kim karar verdi bilinmez ama bu karar yüzünden yakın gelecekte Kapadokya büyük bir çöplüğe dönüşeceğe benziyor. Bu mağaza mantığı 1980’lerde Özal zamanında Göreme Açık Hava Müzesi’nde başladı. Şu anda bu çarpık kafa manastır kompleksi içindeki bir bölümü kahveci yapmaya kadar varmış. Üstte Çarıklı Kilise altta “geleneksel kahvemiz” konsepti akıl alacak gibi değil.
Tarihi alanlar insanlar oraya işyeri açıp para kazansın diye değil, insanlığın ona ulaşıp yararlanması içindir.
Bu nedenle bölgede hiçbir tezgah, hiçbir satış mağazası olmamalıdır. Tam tersine yerleşim merkezleri güçlendirilmeli, bütün mağazalar oraya gitmeli, yani satış turistin ayağına getirilmemelidir. Çığırtkan pazarcılık mantığından hızla ayrılmak gerekir. Çünkü çok yakında bölge ekonomisini bu kişilerin belirleyeceğinden kimsenin şüphesi olmamalıdır.
Kapadokya Açık Hava Müzeleri’ne randevu sistemiyle giriş yapma çağı gelmiştir artık. Açık hava müzelerindeki turist kalabalığına son verilmeli, bütün tezgahlar yıkılıp kasabalara yönlendirilmeli, köylerin ve kasabaların ekonomisine darbe indiren bu fırsatçı, kapkaççı zihniyete son verilmelidir. 
Dünyanın hiçbir saygın ülkesinde bu vasatlık, satıcı zorbalığı kültürün önüne geçip rol çalamaz, fakat bizim ülkemizde ne yapabildiği ortadadır.

Rant Hüsranı


Aksaray'da Vatan ve Millet caddeleri henüz açılmış, 1950 sonları.


Daha kentlerle ilgili duyarlıkların başlamadığı bir dönemde, 1997 yılında “Kayseri’de ve Şehirlerimizde Sokakların Ölümü” adlı kitabı yayımlamış ve o dönemde kentlerden sokakların silindiğini, bulvarlar ve caddelerden oluşan kentlerimizin yaşanmaz hale geldiğini söylemiştim. “Bir ülkenin sokakları yoksa orada özgürlüklerden söz edilemez, çünkü bütün özgür ülkelerde sokaklar korunmuştur; hızla yüksek binalarla dolan ve artık bundan ibaret kalan şehirler özgürlük vaat etmez” demiştim. Bu kehaneti yazalı yirmi iki yıl oldu. 
Sokakların yok edilişi niçin özgürlük vaat etmez, çünkü orada geçmişin izlerini silmek için bir yarış vardır ve maalesef bu yarışta sokak sakinlerinin rızası alınmaz. Kimseyi dinlemeyen bu inşaat diktatörlüğü maalesef rantın ve ekonomik çıkarın yüksek kulelerinden aşağı bakar ve orada sözü dinlenmeye değmez bir kuru kalabalık görür.
Bu ülkede korumacılığın ne yazık ki muhafazakarlıkla bir ilgisi yoktur. Kent ve çevre korumacılığı konusundaki vahim hatalar muhafazakarlar tarafından yapılmış, çılgınlık boyutuna ise Menderes döneminde ulaşmıştır. 1950’lerde İstanbul belediyesi ve bütün taşra belediyeleri büyük bir eski zaman tasfiyesi yapmakla meşguldü. Bu tasfiye İstanbul suriçinde bile ranta kapı araladı, Türkiye mimari eksenini yitirdi. Bugün hiçbir şehrimizin özgün ve ayırıcı mimarisi yok, bunun sorumlusu da ülkenin son yetmiş yıldaki yöneticileridir, başkası değil.
Dolayısıyla Türkiye’de şehir, mimari özgünlüğü kalmamış bir ekonomik birimdir benim için. Mahalleler artık sitelere dönüşmüştür. Sokaklar ölmüş, evler ise TOKİ standardlarında birer çekirdek aile birimi haline gelmiştir.
Aksaray yıkılmadan önce. 1956 Fotoğraf: Ara Güler


Bu nedenle “şehir” denince romantik sözler etmeye çalışan sağcı entelektüellerin bir yıkım ve yağma olmamış gibi geçmişi özlemesini şaşkınlıkla karşılıyorum. Ya olayın farkında değiller ya da sorumluluk paylarının. Çünkü şehirler talan edilirken söylenmiş hiçbir sözü olmayanların, sonradan konuşması hiçbir içtenlik ve sahicilik içermez. Bu şehirler dozerlerle talan edilirken onları durdurmaya çalışanlara kulak tıkayanların hangi hakla şehirler hakkında konuştuğu doğrusu merak konusudur.
Açıkça ve kırıcı olacak bir biçimde söylemeliyim ki, kendimi içinde doğup büyüdüğüm ve yıkılmaması için canımı dişime takarak savaştığım Kayseri’ye ait hissetmiyorum. Çünkü o şehir ben daha kırk yaşıma gelmeden bütün eski mekanlarını yitirmişti. Kayseri’ye “güzel şehir” diyenlere öyle kızıyorum ki, anlatamam. Çünkü ben o şehirde dağlar ve birkaç eski tarihi yapı olmasa, doğru yerde olduğumdan asla emin değilimdir. Bir insan daha yaşarken doğduğu şehrin hiçbir sokağı, caddesi mahallesi kalmamışsa neyle avunabilir? O güzelim tarihi evleri bir gecede dozerle devirenlerin insafı ve vicdanı yitirdiklerini çoktandır düşünüyorum; dolayısıyla bende muhafazakar sözcüğü anlam kaymasına uğramıştır: Onlar bana yağmaya ve yıkıma alışmış hayaletler olarak gece oldu mu hep şehirlerimizin üstünde geziniyorlarmış gibi gelir. 
Gündüzleri aradığımız bir yeri bulamıyorsak, nedeni budur. 

Felsefe ve Edebiyat

Atina

Felsefi heyecan mantıksal düşünceden çıkar. Oysa edebi heyecan imge ve duygudan gelir. Edebiyatta, akıl ve mantıkla bilmeyişimizin heyecanı vardır.
Edebiyat, özgül bir alandır; felsefe, bilim ve din gibi. Peki bu alanların edebiyata hiç etkisi yok mudur? 
Vardır. O yüzden edebiyatçı gibi okunan filozoflar biliriz: Platon, Nietzsche, Schopenhauer...Elbette bu durum, filozof gibi okunan edebiyatçıları da akla getirir: Herman Broch, James Joyce, Marguerite Yourcenar, Musil...
Filozoflar edebiyata ilham vermiştir şüphesiz; İbn-i Sina, Salaman ve Absal’ı yazarak Robinson Crusoe’nun yolunu açmış, Platon bütün ütopyaların ve hatta distopyaların esinleyicisi olmuştur. Edebiyat da felsefeye “Babalar ve Oğullar” üzerinden nihilizmi, distopyalar üzerinden toplum felsefesinin pek çok sorununu taşımıştır.
Fakat, yine de sanatın kendi başına bir amaç taşıdığını söyleyen ilk kişi bir edebiyatçı değil de bir filozoftu: Kant böyle söylese de, din bunu asla kabul etmedi, sanatı kendi amaçları için kullanmayı seçti. Siyaset de öyle. Bilim ve felsefe ise sanatla yollarını ayırdı.
Bütün bunlardan geriye sanatın özerk bir alan olduğu hakikati kaldı.
Felsefe gibi. Çünkü felsefe yapmak için başka hiçbir alanın yardımını almaya gerek yoktur. Sanatçılar felsefenin bu özgürlüğüne imrenir.
Ömrü boyunca bir kez “Yaşamak nedir” “Nasıl biliyoruz?” ya da “Hiçlik ne?” diyen kişi en azından bir kez felsefe yapmıştır. 
Fakat edebiyat yapmak böyle dolaysız sorularla mümkün değildir; yine de bu, edebiyatın, varlık hakkında düşünmeyi de felsefeden öğrendiği gerçeğini değiştirmez. 
Edebiyat anlatıcılığı dinden öğrenmiş ve onunla yollarını ayırmıştır.
Felsefe ise, Hümanizma’yla birlikte dinden öğrendiği tanrı odaklı söyleyişi, insan odağına indirgemiştir. Bu nedenle “Ben” kipiyle anlatmanın atası felsefedir. 
“Göre”li anlatımın atası ise hem felsefedir, hem de bilimdir.  Sofistlerden Einstein’e kadar pek çok bilgin ve filozof göreceliliği vurgulamıştır. 
Nesnel anlatıma gelince; bunun büyük atası duygulardan uzak tutumuyla felsefe, olanı olduğu gibi görmek tutumuyla da bilimdir. 
Edebiyat, varlıkla ve varoluşla ilgili temel soruları felsefeden öğrenmiştir.
Bir edebi yapıt tüm insanlığın malıdır. Yazar tıpkı bilginler ve filozoflar gibi tüm insanlık adına konuşur. Bunu bütün evrensel bilgi biçimlerine (etik, estetik ve bilime) öğreten felsefedir. Dinde evrensellik iddiası vardır yalnızca.
Ütopyalar felsefeden edebiyata girmiştir. Fakat bunlar edebiyatın değil, ütopyaların yararınadır; çünkü düşünür ütopyayı kurarken edebiyatı araç olarak kullanmıştır.
Thomas Morus, Campanella veya Platon edebi dilden yararlanarak bir ideal toplum düşü kurmuşlardır.
Fakat sanatçılar filozofların bu iyimserliğinden korkarak distopyaları yazdılar: Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı, Orwell’ın 1984’ü, Zamyatin’in Biz’i gibi. Fakat filozof da sanatçıya keskin bir dille konuşmayı öğretti: Seneca, Diderot,  Nietzsche yahut Platon’un aforizmaları bunun kanıtıdır.
Zaman kavramı, felsefeden edebiyata düşmüş bir göktaşına benzer. 
Unutmayalım ki, edebiyat felsefi önermeyi yinelemez; sanatçı, felsefi dili edebi dile “çeviren” kişidir. Bunu felsefeyi doğrulamak veya yanlışlamak için değil, karakterlerine zemin sağlamak yahut romanına örtük bir felsefi kıvam vermek için yapar.Böyle bir çaba felsefenin kendisi olmaz, “edebiyattaki felsefe” ile, edebiyatın felsefenin yerini alması aynı şeyler değildir. Birincisi özgünlük ikincisi güdümlülüktür. 
Edebiyat yaşamda olan her şeyi konu alır: Din, Bilim, Siyaset, Felsefe, Ahlâk ve hatta sanat. Edebiyatın  felsefeyle ortak yanı budur.
Fakat edebiyat bu alanları insan eylemleri içinde korkusuzca didikler; onları konu alır ama onlar için bir şey yapmak amacında değildir. Sanatın amacı kendisidir.
Sanat hiçbir ideolojiyi, dini, felsefi görüşü veya bilimsel savı amaç edinmez. 
Kesin bilgiye dayanmamak, felsefe ve edebiyatın ortak özelliğidir. 
Yaşamı aklımızla kurcalarken işimiz felsefedir. Orada sanat yoktur.  Fakat yaşamı duygularımızla kararken işimiz sanattır, orada felsefe bulunmaz.

O Güzelim Zamanlar, Suçlar ve Cezalar

                             

                                                     Kayseri, 1950'li yıllar


         Ömrümün anımsadığım en eğlenceli ilk günü büyük bir rezaletle sona erdi.
Düşünüyorum da yaşam sevincini derinden hissettiğim, hoplayıp zıpladığım bir gündü. Beş yaşımdan büyük değildim. Ama kırlardaki gelinciklerden, papatyalardan başım dönecek kadar duygularım büyümüştü. Çocukların bazı şeyleri hayretle anladıkları kritik dönemeçler olur, bunu yıllar sonra kızımdan öğrenecektim, öyle bir gün yaşıyordum. Doğa her yanımı sarmıştı adeta; gün ışığının rengi koyuya dönmüş, Erciyes Dağı bütün ışıltısıyla ruhumu kaplamıştı.
Öyle sevinçliydim ki, uyku vakti geldiğinde sevinçle uyumak hakkımdı.
Fakat hoplayıp zıplamamız bitmeden ablamın ayağı burkuldu, annem de onu eve götürmek için faytona bindirdi. Babam yoktu o gün. Kahveden geldiğimizi görmüş. 
“Yanlarında erkek olmaksızın faytona bindikleri için,” yani işte bu kadarcık bir “suç” yüzünden babam, annemi ve ablamı o gün akşam resmen ezdi.
Bu haksızlık aklımdan hiç çıkmadı.
Faytona binme suçuyla o zaman tanıştım. Çünkü o zamanlar yanlarında erkek olmadan faytona ya da taksiye binenlere kötü gözle bakılıyordu.
Benim kişisel dünyamda mı böyle şeyler var yoksa herkes için mi böyledir bilmem, güzel ışıltılı bir zamanın sonuna kötü şeyler eklendiğine belki de bu olay yüzünden koşullandım, güzel günler yaşarken sonundan korkar oldum.
Annemin “Çok güldük, ağlayacak mıyız yoksa” deyişi aklıma geliyor. Sanırım hepimizde en azından böyle bir kaygı var.
Belki yaşamımızda çok fazla ışıltı dolu gün oluyor ama unutuyoruz; arkasına olumsuz şeyler eklenen parlak günler aklımızda kalıyor.
Fakat şu anıyı unutmak ne mümkün! İşte ikinci unutulmaz ışıklı gün: Ağabeyimle bisiklete bindiğim bir çocukluk zamanı. O kadar çok eğleniyorduk ki küçük olduğum için ben akıl edemedim, ağabeyim de zaten bisikleti kullanıyordu, görmedi, ayağım arka tekerleğe sıkıştı. Eğer çekmesem bugün topal biri olurdum! İyi kötü kurtardım fakat topuğum fena kanıyordu. Ağabeyimin beti benzi soldu, ne yapacağını bilemedi. Çünkü babama hesap verecekti ve eğlence arasında yaşadığımız bu olay akıl alacak gibi değildi. 
Ağabeyim korkudan, ben acıdan ağlıyorduk.
Babam öyle sert bir adamdı ki, korkmamak olanaksızdı.
Ağlaya ağlaya eve geldik. Babam bizi şaşırtmadı, derhal ağabeyimin üstüne yürüdü. İşte o sırada ağlayarak “Baba onun bir suçu yok!” diye bağırdığımı hiç unutmam; o günü hâlâ derinden anımsar, hıçkırığını tutan o çocuğu göğsümde hissederim. 
Yok bitecek gibi değil, başka bir ışıltılı gün daha geliyor aklıma. Yaşam mutlu olmanın cezasını mutlaka kesiyor.
Gençlik yıllarım. Bir arkadaşımla okul çıkışında, bahçe duvarında paydos zilini bekliyorduk. O zaman siyasal çatışmalar vardı ya, grupla birlikte yürüyerek eve dönecektik. Tek başına yürünmezdi, “karşı taraftan” birileri çevirir, bizi dövebilirdi.
Kayısılar patır patır çiçek açmıştı, doğa güzellikten yarılıyordu. Öyle mutluydum ki yaşama sevinci üzerine sayısız şey söyleyebilirdim, Nazım’ı yeni yeni okuduğum çağdaydım, “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim” romanını, bütün o karamsar içeriğine rağmen çok seviyordum. Şiirler romanlar bana kavga mavga değil, apaçık yaşamı söylüyordu. Arkadaşımla da sanırım böyle şeyler konuşuyorduk.
Okul dağılmaya başlayınca yerimizden kalkmaya hazırlandık. Tam o sırada köşeden bir polis otosu döndü, koca bir minibüs. Okuldan tanıdığımız iki arkadaşımızı kovalıyorlardı: Çocuklar soluk soluğa geldiler, dermanları bitmiş görünüyordu, tam önümüze yıkıldılar. 
Başka yere değil, tam önümüze!
Polisler bu ikisini arabaya tıkıştırırken, bizi de gördü, burada ne yaptığımızı sordular, biz bir yanıt bile veremeden ekip otosuna sürüklendik ve soluğu nezarette aldık.
Gözaltına alınan dört kişiden birinin babası okul müdürüydü, öbürü doktor çocuğuydu, üçüncüsü ise ikinci şube müdürünün oğluydu, dolayısıyla ihale benim sırtıma kaldı. Gariban ve kimsesiz bir adamın oğlu olarak, orada bulunan bıçağın sorumlusu yapıldım, polisler bıçağın benim olduğunu tutanağa yazmışlar. Sorgu morgu, mahkemeye çıkardılar. Kovalanan o iki çocuk ve benimle duvarda oturan arkadaşım mahkemede yoktu. Hakim benim “bıçaklayıcı” biri olacağıma kanaat getirmiş olmalı ki, tutuklanmama karar verdi. Aynı günün akşamında “kapı altında” tıraş edildim ve adli suçluların fink attığı, on sekiz yaşındaki bir çocuk için korkunç bir yer olan “tecrit koğuşu”na konuldum.
O gün işlemediğim bir suçtan ötürü cezaevindeydim ve gördüğüm şey inanılmazdı. 
Kırpık kıllardan ötürü rahatsız olan ensemi kaşıya kaşıya avluya bakıyordum ve birilerinin voltasını kesiyordum. Böyle bir şey için bile insanı şişleyeceklerini bilmişordum henüz; bu nedenle biri hemen beni kenara çekti ve bunu bir daha yaparsam ne olacağını parmağını göğsüme bastıra bastıra anlattı.
Hemen koğuşa döndüm, o zaman hapse girenlere yataklarını ailesi getirirdi, yatağım gelmişti, almaya gittim. Aman allah, bu ne bela bir şeydi, battaniye, yatak, pijama, şu bu.
Günler geçmek bilmeyecekti ama neyse ki solcular yanlarına aldırdı beni. Burası tek tek hücrelerden oluşmuş, kendi içinde iki katlı, müşahade bölümü denen bir yerdi. Gündüzleri kapısı açık olur, geceleri saat on birde kilitlenir ve sabah yedide açılırdı. 
Hücreme girdim, yatağımı ranzaya serdim, kitaplarımı rafa dizdim, her yeri sildim ovdum, kendime bir yaşam alanı kurdum.
Cezaevinde bulunmak koyuyordu bana. Dışarıdaki yaşam gürül gürüldü, bulutlar kümelenmişti, yaşam her yerden çılgınlar gibi fışkırmaktaydı.
Düşünüyorum da şaşıyorum fazlasıyla; doğaya bakıp mutlu olabilen halim beni çok sevindiriyor, halen öyleyim ama o zamanlar bunu yeni yeni deneyliyordum.
Olacak şey mi şu, cezaevine girişimin onbeşinci günü olsa gerekti, kocaman bir isyana tanık oldum!
İsyan deyip geçmeyelim, korkunçtu. Gecenin bir yarısı bağrışmalarla doğruldum. Büyük bir patırtı. Silah sesleri işittim sonra. Hücrede yalnız olduğum için bir şey anlayamadım. Meğer demir kapılar mahkumların deyişiyle tek tek “patlatılır” ve isyan büyürmüş o  sıra. 
Bundan haberimiz yoktu. "Halkımız" ayaklanmıştı ve solcular bunu işitmemişti; olacak şey miydi bu?
Az sonra “halkımız” kapılara dayandı, bizim müşahade bölümünün kapı kilidini de “patlattılar” ve “Kahrolsun faşizm” diyerek içeri doluştular. Fakat bize gelmeden önce, halk kılığında dolaşan bu lumpenler reviri bastıkları için optalidon ve “sarı kız”dedikleri diazem gibi bir hapı, şunu bunu, ne varsa çalmış, zehir gibi bir çayla kafa yapmak üzere, bizi de kendilerine suç ortağı yapma garantisiyle yola koyulmuşlardı.
Öldürdükleri bir kabadayıyı sürükleyerek getirdiler, kapının önüne attılar.
Aslında bu isyan iki çıkar grubunun çatışmasıydı ve haklı hiçbir tarafı yoktu. Yanımıza gelir gelmez de hücrelere daldılar ve kurşun boruları sökerek demirden sopalar yaptılar.
Alt katı su bastı.
İnsanlar ayak bileklerine kadar suyun içinde dolaşıyordu ama kimse bu çakal grubuna ne yapıyorsunuz demiyordu, solcular lumpenlere teslim olmuştu. “Kahrolsun faşizm” sözü bizimkilerin aklının tutulmasına yetmişti. Halkımızın önderlerinin peşinden geldiğini düşünerek göneniyorlardı.
Ben kısa sürede boş gevezelikle ve şiddetle dolu bu tevatürden yoruldum ve üst katta bulunan hücreme girdim, gözlerden uzakta durdum.
Derken elektrikler kesildi.
Gardiyanlar rehin alındığı için yönetim yavaştan alıyordu, pazarlıklar yapıldı ve üçüncü gün her şey bitti; isyan sona erdi.
Yönetim rahatlamıştı, herkesi avlulara topluyor, sırayla koğuşları arıyor, zulaları “patlatıyor”du. Bu yerinde bir şeydi, çünkü isyan süresince gözümün önünde gazocağı ayaklarından yapılma şişler, demirden yapılmış gülleler, kurşun borulardan oluşturulma sopalar biçimlenmişti. Bunların birilerinin elinde olduğunu bilerek yaşamak bile ürperticiydi.
Bizim bölüme geldiklerinde uzun bir arama tarama yaptılar. Avluda bekleşiyorduk, hava yine olağanüstü güzeldi; benim herhangi bir suçum olmadığı için rahattım ve arkadaşlarla gülüp eğleniyordum.
Avluya bir gardiyan çıktı ve benim hücrenin numarasını söyledi. 
İlk çağrılan ben olmuştum!
Oysa nasıl da mutluydum. İsyanı lanetlemiştim, dışarıda annemin babamın ömründen ömür alan bu olay yüzünden günlerce kıvranmıştım. Babam, üç gün boyunca cezaaevi önünde haber beklemiş, bana ulaşamamıştı. Her şey tam da bitti derken bu da neyin nesiydi?
İçeri girdim, gardiyan önümde ben arkada yürüdük.
Baktım benim hücrenin önünde takım elbiseli gravatlı iki üç bürokrat duruyor; hallerinden tavırlarından anladım, bunlar savcı, cezaevi müdürü gibi kişilerdi. Meğer gözlüklü temiz yüzlü, bıyıksız adam da Cezaevleri Genel Müdürü’ymüş, gardiyanlar asıl onun için hazıroldaymış.
Ben gelince, hepsi birden baktılar.
Cezaevleri Genel Müdürü Veli Devecioğlu, beni görünce gülümseyerek elini omzuma koydu, başıyla odamı gösterdi: “Bu oda senin mi evladım?”
Baktım odama. Battaniyem serdiğim gibi duruyor. Kitaplarım, bir iki fotoğraf, defterim, sabun, yapma çiçekler.
Odam aranmamış.
“Bu odanın sahibini merak ettim” dedi Veli Bey, “Aferin. Çok güzel. Odası böyle olan birinin suçla bir işi olamaz diyordum arkadaşlara. Temiz yüzlü bir çocuksun. Teşekkür ederim evladım. Bu odayı aramayacağız.”
Odayı aramak şöyle oluyordu: Yataklar paramparça ediliyor, yorgan sökülüyor, odada ne varsa çiğneniyordu.
İşlemediğim suçtan yargılanmayı beklediğim sırada işlemediğim başka bir suçtan ayvayı yemek üzereydim ki, kurtuldum.
Fakat yıllar sonra askerde iki arkadaşımın, askeri isyana teşvik etmek suçundan 28 yıl cezaya çarptırıldıkları gün, ben sanıkların tanık gösterdiği askerlerden biri olarak mahkeme salonundaydım. 
Avukatları ise Veli Devecioğlu’ydu! Yıllar önce, cezaevinde hücremin kapısında dikilen Veli Bey, emekli olmuş da avukatlık yaparmış meğer.
Asker giysileri içinde, en az on yıl sonra tanınacak halde değildim.
Tanıklık ettim,  hiçbir etkisi olmadı. Az kalsın tanıklık etmek suçundan kodesi boylayacaktım. Fakat nedense, şaşılacak bir şey, bana bir şey olmadı.
Isparta’da gül mevsimiydi. İnanılmaz güzeldi ortalık.
Askerliği güç bela tamamladık.
Aylar sonra cezaevinde boş yere yatan bu iki kişinin cezasını askeri yargıtay bozduğu için, Genelkurmay’da açılan davada tanık olarak yeniden dinlendim. Verdiğim ifade çok işe yaramış olmalı ki Veli Bey, beni bürosuna çağırdı, konuştuk. Özel yaşamlarımızdan söz ettik, geçmişimizden. Kayseri’den.
Fakat ben, Veli Devecioğlu’na işlemediğim suçtan ötürü cezaevinde yatan o çocuk olduğumu söyleyemedim. 
O gün “aferin” denen çocukla övünmek istemedim. Utandım bundan.
Bütün bunları soğuk ve güzel bir Kasım gündüz vaktinde yazıyorum. “Güzel bir gün” demek istemiyorum, ki kötü bir şey olmasın.
Yalnızca şunu düşünüyorum şimdi: Keşke kır gezisinde ablamın ayağının burkulduğu  o  gün babam anneme kızmasaydı. Keşke ayağımın tekerleğe sıkıştığı için ağabeyimi kovalayacağına “Durun çocuklar, korkmayın” dese, bizi teselli etseydi. Keşke bahçe duvarında otururken bizi gözaltına alan polisler yüzümüze gülse, düşmanca bir tutanak hazırlayıp beni içeri atmasalardı.
Bir suçla boş yere suçlanmışken, omzunda güven veren bir elin yumuşaklığını hisseden insanlardan olabilmenin mutluluğu çok büyük.
Ne mutlu, suçlu görünümü altındaki insanı yumuşacık tutabilen ellere.

Alt Zine, Kış 2018

Edebiyat ve Sinema




Gürsel Korat

Umberto Eco Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti adlı kitabında bir sinema yapımcısının ayrıntıları boşverip “cut, to the chase!” (kes, sonuca git!) dediğini yazar. Doğrusu, sinema dünyası “edebiyatın değerini kabul etse de” iş uyarlamaya geldi mi “süslerden” kurtulmak isteyen kişilerle doludur. Bu durum edebiyattan uzak bir sinema tavrıyla edebiyata gömülmüş bir sinema tavrı arasında salınan sarkacın çok seyrek bir biçimde edebiyatı ve sinemayı eşitleyen bir momentum yakalayacağı anlamına gelir.
Sinema senaryosu, “okurları” için özel olarak yazılmış, spesifik bir edebi üründür. Öykü veya roman ise özel olarak ve yalnızca sinema kitlesi için yazılmamıştır. Sinemadan edebiyata uyarlama pek az görülebilecek bir durum olduğuna göre, uyarlama hakkında konuşulduğunda özne hep sinema olur ve edebiyattan feda edilecek şeyler vurgulanır. Yani “sinema dili” merkezdedir, edebiyatın sinemaya verdiği şeyler göz ardı edilir.
Biz böyle yapmayalım: Önce sinemanın edebiyattan aldıklarına, sonra da edebiyatın sinemadan öğrendiklerine bakalım.

EDEBİYATTAN SİNEMAYA

Umberto Eco’nun sözünü ettiği hemen sonuca gitmek isteyen yapımcı, Aristo’nun “trajik eylem için son felaket belirinceye kadar uzun talihsizliklerin gerektiği” savını bilse, bu kadar acele etmezdi. Bu durumda Italo Calvino’nun geciktirme ve Seymour Chatman’ın germe (yayma) kavramları ona çok değerli görünecek, Eco’nun spazm adını verdiği erteleme stratejisi üzerinde biraz kafa yoracaktı.
Anlatı Ormanları’nda Altı Gezinti adlı yapıtında Umberto Eco “Metinde bir mekanı canlandırmak amacı taşıyan oyalanma vardır” dedikten sonra hipotipoz kavramını tanımlar. Ona göre hipotipoz bir metnin her şeyi görüyormuşçasına gözümüzün önüne yerleştirmesidir ve bu görsellik, öykü zamanına oranla okuma zamanının uzamasından kaynaklanır. 
Bunun anlamı şudur: Bir filmin belirlenmiş zaman dilimi içinde (90-110 dakikada) görsellik temelinde yarattığı sahicilik etkisi geciktirme ve yaymadan gelir. Bu etki, edebiyattan öğrenilmiştir.
Edebiyata özgü başka bir anlatım yolu da geçmişi anımsamadır. Anlatıcının belli bir zamandayken o zamanın gerisine dönüp olanı biteni söylemesi analeks olarak adlandırılır.Kehanet, yahut olacakları önceden haber vererek anlatmaya ise proleks denmiştir. Bu kavramlar sinemada flashback ve flash forward olarak anılırlar. Analeks, anlatı zamanının durdurulup geriye bakılması sonucu öykü düğümlerinin açılmasını sağlar. Proleks ise gelecekte ortaya çıkabilecek pek çok olası sonucu önceden sezdirmenin bir ara aşamasıdır. Bütün bunlar edebiyattan sinemaya geçmiş, çok eski tekniklerdir. 
Sinemadan önce edebiyatta var olduğundan emin olmamız gereken başka bir anlatma yolu da, kuşbakışı anlatım tutumudur.
Eco bu tutumu açıklarken Alessandro Manzoni’nin Nişanlılar kitabına başvurur ve bu kitaptaki bir bölümün helikopterden yapılan çekimlere benzediğini söyler:

İki kesintisiz dağ silsilesi arasından güneye dönen ve dağların oluşturduğu çıkıntılarla girintilere bağlantılı olarak birçok koyu ve körfezi bulunan Como Gölü’nün bir kolu, birden çok daha dar hale gelip, bir yanında dağlık bir burun, öteki yanında ise geniş bir sahil bulunan bir nehrin görüntüsünü ve akışını edinir.

Edebiyatın kahraman hakkında öğrettikleri de dikkat çekicidir. Kahraman veya karakter hakkındaki her bilginin öykünün başında anlatılmayacağı deneyimi edebiyata aittir, sinema da bunu yineler. Burada kahramanı ve karakteri ayrı anlamda kullandığım fark edilecektir. Kahraman, olaylara yön veren bir olay kişisidir. Oysa karakter bütün derinliği içinde anlatılır ve olaylara hükmetmek onun elinden gelmez. Karakter, olaylardan etkilenen ve onunla birlikte değişim geçiren kişidir. 
Yazar “karakter”i sanayi devrimiyle birlikte kavramaya başlamıştır; karakter şehirden doğmuş bir kavramdır. Yazarın olaylara bir bilim insanı gibi nesnel bakabilmesinin temelinde de sanayi devrimi vardır. Kanımca insan odaklı, kahramandan arıtılmış modern öykü ilk olarak Rönesansla birlikte ortaya çıkmış, Sanayi Devrimi’yle birlikte karakterin yolculuğu derinleşmiştir. Karakter insani varoluşta bir anlam aramayı gerektirir; oysa kahraman, mitosun çocuğu olarak insan varoluşunun dışındadır, o daha çok dinin, maceranın ya da etiğin alanından seslenir. Genellikle fiziksel olarak devdir, eylemi de insanüstüdür ama iç dünyası cücedir. Kahramanın içinden ne geçtiği o söylemedikçe bilinemez, yalnızca eylemleri görünür; oysa karakter saydamdır, söylemese de ne düşündüğü bilinir.
Sinema, iç dünyası görünmediği için –beyaz perdeye çok uygun olan-kahramanı macera ve aksiyon filmleri yoluyla yüksek bir noktaya ulaştırmış, edebiyat ise kahramana odaklandığında yüzeysel, minyatüresk ve basit bir düzeyde kalmıştır. 
Bu nedenle güçlü edebiyat hep karakterle uğraşır.  
Sinemada kahramanı ve tipi canlandırmak karaktere göre kolaydır. Çünkü perdede yalnızca hareket eden insanlar görünür; bu nedenle karakteri biçimlendirmek zordur. Karakteri içeriden gösterebilmenin ilk koşulu düşüncenin davranışlarla gösterilmesidir
Edebiyat, kahramanı anlatmayı dinlerden, sinema ise edebiyattan öğrenmiştir. Öykünün yapısını inceleyen ilk kişi ise bir filozoftur: Aristo bunu Poetika’da yapar ve tragedyanın daima bilginin geç kaldığı hakikati üzerine kurulduğunu gösterir; kahraman, başına geleni öğrendiğinde (anagnorisis) çok geçtir, baht dönüşü (peripetie) çoktan yaşanmıştır. 
Karakterin çatışmayla açılan hikayesi, o anda bilmediğimiz bir geçmişe yaslanır. Beliz Güçbilmez’in yazdığına göre Aristo’dan İbsen’e kadar bütün olay açılışları, “geçmişte bir şey olur ve bugüne izi düşer” sözüyle açıklanabilecek yapıdadır. Bunu Sofokles’in Oedipus oyununda görebiliriz. Sofokles, Oedipus’un bütün yaşamını değil Thebai’deki son gününü anlatmıştır. Oyuna Oedipus’un babası Laios’un kaderi (yani geçmiş) gölgesini düşürür, fakat oyun uzun uzun bunları anlatmak yerine şehirde vebanın başlamasıyla açılır, bitişiyle sonlanır.
Trajedinin yapısını, 19. yüzyıl yazarlarından Gustav Freitag’ın ünlü üçgeni üzerinde incelersek, dramatik yapı tartışmasının teknik bir konu olmadığı, bunun edebiyatı ilgilendirdiği derinden anlaşılır. Çünkü sözün ve eylemin nasıl sıraya konacağı, her şeyden önce edebi bir seçim gerektirir. Sinema ve tiyatro, bu yönüyle, çekirdeğinde edebiyatın durduğu birer oyun sanatıdır. 

                                           Tablo: Kral Oedipus’un Freitag Üçgeni üzerindeki görünüşü


Bu çizime göre kurmaca doğrudan bir çatışmayla açılır ve her adımda atılan güçlü düğümlerle tepe noktasına çıkar. Doruğa kadar geçen zaman, anlatının neredeyse tamamını oluşturur. Bundan sonra düğümler hızla çözülür ve öykü finale ulaşır. Bu, bütün kurmaca yapıtlar (öykü roman, oyun ve senaryo) için geçerlidir.
Sinema yalnız edebiyattan değil, dinsel öyküler anlatan resim sanatından da bir şeyler almıştır. Örneğin resimde konuyu belirlemek amacıyla yüzyıllardır yapılan çerçeve çizgileriyle sinema perdesinin kenar çizgileri aynıdır. Portre ressamlığı da çerçeveyi kurgulamış, fotoğraf aynı tasarımı yinelemiştir. Sinema sahnesi, resimden ve fotoğraftan hareketle kurulmuş olan tiyatro sahnesinin gelişmiş bir tekrarıdır; aynı dikdörtgensel yapıya sahiptir.
Tiyatro ilk kez Diderot çağında rampa ışıklarıyla sahneyi aydınlattı. Perde ortaya çıktı ve Shakespeare tiyatrosundan farklı olarak seyirciyi yok saydı: Sanki izleyiciyle oyuncular arasında görünmez bir duvar vardı ve ışıklarla aydınlatılmıştı. Bu, resim sanatının oyuna etkisidir. Tablo adıyla bölümlere ayrılarak hazırlanmış ve tıpkı tablo gibi perspektifle katmanlandırılmış olan sahnede resimler canlandırılmaktaydı. Böylece oyuncunun seyirciyle kurduğu dolaylı, ondan habersizmiş gibi görünen eylem düzeni ortaya çıktı.
Sinema da aynı yoldan geçmekte gecikmedi: Tiyatro oyuncusu gibi seyircinin yokluğuna oynamayı benimsedi. Sinemanın farkı, zaman akışını kare kare göstermesi ve istendiğinde devinimi yineleyen bir buluş olmasıydı.
Bu, zamanı ele geçirmenin ilk adımıydı. Üstelik devrimdi, perspektife hareket ekleyen bir görsel devrim.
Sinema nasıl ki fotoğraftan esin aldıysa tiyatrodan da tablo tablo tasarlanmış resimleri canlandırmak, onları oyunlaştırmak düşüncesini aldı.
Fakat iyi düşünülürse “okuyucunun farkına varan anlatı”yı da “ondan habersiz görünen anlatı”yı da icat eden asıl kaynağın edebiyat olduğu görülecektir. Bütün hikayelerde, masallarda, dinsel anlatılarda ve modern edebiyatın öncülerinde doğrudan okura seslenen yapıtlar kadar, okur yokmuş gibi, ona söylemiyormuş gibi yazılmış metinler sinemayı ve perspektifli resmi öncelemiştir.
Perspektiften yoksun olan ikona, izleyicinin farkındadır. Her ikona dindara açık çağrı yapar, her dinsel minyatür de mitosu öğretir. Hiçbir figür gözümüzün gördüğü şeyler değildir. Kahramanın yüceye yolculuğudur. Bunu izleyiciye bakarak gösterir. Oysa perspektif çağıyla birlikte resim izleyiciyi unutur, kendi başına davranan figürlerin dünyasını görür. Perspektifli resim, kendi içinde bir hikaye taşımakta ve anlamı izleyiciye bırakmaktadır. Dördüncü duvar ilkesiyle çalışan Diderot sahnesiyle koşuttur. 
Bu dramatik gelişim, Rönesans’ta ortaya çıkan insan odaklı anlatı ile örtüşür. Artık üstün niteliklerle donanmış olan kahraman gitmiş, insan ortaya çıkmıştır. İnsan merkezli felsefe, insan merkezli anlatıyı koşullamıştır.
Edebiyatın sinemaya yaptığı katkılardan biri de karakterin görünen davranışlarıyla içsel davranışları arasındaki bağı keşfetmektir. Sinema edebiyattan öğrendiği bu bağlantıyı başlangıçta uygulayabilmiş değildi; ruhsal olanı perdede anlatmanın yolunu, davranış kodları üzerinde yoğunlaşarak buldu. Yani bir bakıma davranışçı psikologların söylediği ilkeyi yaşama geçirdi: Davranış düşüncenin aynasıdır.
Edebiyat, karakterin derin anlamlar kazandığı katmanlı bir yapı içerir. Büyük edebi yapıtlar, karakterin içeriden görünümünü bütün insanlar tarafından aynı biçimde anlaşılacak yapıda kurmuştur. Büyük yapıtlar insanı herhangi bir ideoloji, din yahut belirli bir disiplin ekseninde kavramaz: Edebi derinlik, tıpkı bilimin yaptığı gibi insanı soğukkanlı, uzak ve sahici bir biçimde içine çeker. Bunu yazarın daha çok betimsel ve düşünsel bir dille başardığını görürüz. 
Duyuların kullanılması olayın dış görünümünü anlatmaya yardımcı olur. Yani görselleşme, hipotipoz, duyuların etkisiyle sağlanır. Bu noktada, geciktirim kadar, duyuları kullanmak da önem taşır.
Proust’un Albertine Kayıpadlı romanından okuyacağımız rasgele bir parça bile duyuların görselleşmeye etkisini anlamayı kolaylaştıracaktır:

O uzun mu uzun yaz akşamlarında, ortalık nasıl da yavaş kararır! Karşıdaki evin solgun hayali, gökyüzünü inatçı beyazlığıyla boyamaya devam ediyordu. Evin içi nihayet kararmıştı, sofada eşyalara çarpıyordum ama merdivene açılan kapının camlı bölmesi, benim zifirî zannettiğim karanlığın ortasında, yarısaydam ve maviydi; bir çiçek maviliğinde, bir böcek kanadı maviliğinde, günün, bütün insafsızlığıyla indirdiği, çelik kadar keskin, son bir darbe olduğunu hissetmesem, bana güzel görünecek bir mavilikteydi.

Duyusal dil edebiyat alanında güçlendikçe sinemada da güçlenmiştir. Aslında bu konu tavuk yumurtadan mı, yumurta tavuktan mıtartışmasına benzer: Sinemanın duyusallığı tetikleyip hızlandıran bir yanı olduğunu da akıldan çıkarmamak gerekir. Özellikle üç boyutlu film, duyuları hareketle ve tensel efektlerle uyarmaya dayanan 4D teknolojisi, bu çağda sözü edilmeye başlanan hiper gerçeklikten payını almakta, edebiyata da esin vermektedir. 

SİNEMADAN EDEBİYATA

Edebiyattan sinemaya geçenler tamam da, sinemadan edebiyata geçenler nelerdir?
Öncelikle kameradan başlamalı: Kamera, nesnel anlatımın, soğukkanlı bakışın derinlik kazanmasını sağlamıştır. Kamera insan gözünün gördüğü hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan ve unutmadan görebilen bir teknik araç olduğu için yazar insanların bütün özelliklerini betimlemekten ve ortamı ayrıntılı olarak anlatmaktan uzaklaşmıştır. Edebi görselleşme çağını, yani bugünü anlattığım bir yazıda bu konuyu ele aldığım için burada yalnızca temel önermemi söylemekle yetineceğim: Edebiyat bütün imgelerin herkes tarafından tanınır hale geldiği bu çağda sözünü insan eylemleri üzerinde yoğunlaştıran bir teknik geliştirdi, düşünceyi eylem içinden kavradı ve betimlemeyi kısa kesti. 
Bu durum özellikle görme duyusunun diğer duyulara üstünlüğünü kabul eden bir yazım tarzının doğmasına yol açtı. Bunun ilk ortaya çıktığı yerin Amerika Birleşik Devletleri olduğunu düşünüyorum. Scott Fitzgerald, Ernest Hemingway, Tennessee Williams, V. Nabokov, Arthur Miller, J. Steinbeck ve Salinger gibi birçok Amerikalı yazar nedeniyle, görsel edebi tekniğin atasının Birleşik Devletler olduğunu, görüntü hızıyla düşünen anlatımın edebi yapıyı değiştirdiğini, içgörüye ve kapalı imgelerin çağrışımına dayanan yapının hızla çözüldüğünü düşünüyorum.  
Görme odaklı bu dili Salinger’in Çavdar Tarlasında Çocuklarromanına bakarsak net olarak görürüz:

Elli yaşlarında bir herif vardı, onu bir görmeliydin. Ne yaptı biliyor musun? Bizim odaya geldi ve banyoyu kullanmak için bizden izin istedi. Banyo koridorun sonundaydı; bunu bize ne demeye sordu, bilmiyorum. Ne dedi biliyor musun? Adının baş harfleri kenef kapılarından birinde duruyor muymuş hâlâ? Doksan yıl önce kapıya adının baş harflerini kazımış, hâlâ duruyor muymuş, ona bakacakmış. Ne yapalım, oda arkadaşımla ben kalktık, banyoya gittik onunla, kenef kapılarında adının baş harflerini bulsun diye bekledik. Durmadan konuştu, bize Pencey’deyken ömrünün en mutlu günlerini nasıl geçirdiğini anlattı, gelecek için bir sürü öğüt verdi. Vay canına, herif nasıl da moralimi bozdu! Kötü bir herif olduğunu söylemek istemiyorum, değildi. Ama birinin moralini bozmak için ille de kötü bir herif olmak gerekmez ki; iyi bir herif olup yine de moral bozucu olabilirsin. Tek yapacağın şey kenefte adının baş harflerini ararken bir sürü sahtekârca öğüt vermek, bunu yap yeter. Ne bileyim? Belki öyle soluksuz kalmasaydı, o kadar bozulmazdı moralim. Merdivenleri çıkarken soluk alamaz olmuştu, sonra o baş harfleri ararken zorlukla soluk alıyordu, burun delikleri tuhaf ve üzüntü verici biçimde açıla açıla..

Görsel anlatımda duyuların en gerekli olanı öne çıkarılmakta, betimleme minimalize olmaktadır. Nabokov’un Lolita’sına ait şu alıntı sanırım bunu çok açık biçimde gösterir:

Arabadan çıktım, kapıyı çarparak kapadım. O güneşsiz günün çukurluğunda nasıl da hesaplı, nasıl da işbilir bir gümlemeydi bu! Köpek de aşağı kalmamak için hav! dedi. Kapının zilini çaldım, zilin titreşimleri bütün sinir sistemimi dolaştı. Hiç kimse yok. Dedim kendi kendime. Hiç –hiçkimse yok. Bu ‘hiç-hiçkimse’ saçmalığını da nereden çıkardım? Hav dedi köpek. Bir koşuşturma, bir ayak sürümesi duyuldu, bir hışırtı bir havlama, derken açıldı kapı.

Sinema çağının yükselişiyle birlikte betimleme minimalize oldu demiştik; çünkü bu çağda pek çok sözcük hem ruhsal hem görsel bir işlev taşır. Her sözcük anlam bakımından “genleşmiş”tir. Bu nedenle mekan betimlemeleri, yüz, giysi veya şehir anlatımları azalmış, bir çırpıda ifade edilen duygular ve davranışlar yeğlenmiştir. 
Sinema sanatı yazarın çarpıcı çatışmalar kurmasını özendiren bir yapıdadır. Sinemanın anlatı zenginliği bakımından aşkınlaştığı bu çağda, edebiyatın eskiye oranla görülmemiş buluşlar yapmak için kolları sıvaması da zorunlu bir sonuç haline gelmiştir. Bu, bir bakıma sinemanın zorlamasıyla da olan bir gelişmedir.
Uyarlama da sinemanın edebiyatı zorlamasıyla oluşmuş bir yenilik sayılmalıdır. Bu konu okuyucunun zihninde anlam ve derinlik kazanmış olan eski edebiyatın görselleştirilmesine dayandığı için hep sorunlu görülmüş, tartışmalı bir konu olarak kalmıştır. Edebi yapıtı üstün bulanlarla uyarlamayı başarılı bulanlar daima ayrışmıştır. 
Fakat ister birini ister öbürünü değerli bulsun, herkes şunu görür: Sinema, eski yapıtları olduğu gibi değil, modern dünyanın kavrayış ilişkileri içinde yeniden düzenler ve onlara yeni bir ruh verir.
Edebi yapıtla sinema yapıtını karşılaştırmanın yanlışlığı açıktır. Çünkü hiçbir sanat türü diğerine indirgenemez. Bir öykü sinema için yazıldığında başka, roman olarak yazıldığında başka olur. Büyük epope Yevgeni Onegin,Puşkin’den sonra diyelim ki Tolstoy tarafından roman olarak yeniden yazılsaydı, romanı ve epik formu karşılaştırabilirdik ama her birini kendi içyapısı üzerinden değerlendirmeyi de unutmazdık.
Sinemaya uyarlanan edebi metinlerin gücünü yitirdiğine dair yaygın bir inanç vardır. Bu, sinema ile edebiyatın iki ayrı alan olduğu bilgisiyle davranmayanların yargısıdır. “Don Kişot, sinemaya aktarıldığında edebi açıdan aynı değeri taşıyor mu?” sorusu yöntemsel olarak doğru sayılamaz. Sinemaya uyarlanan yapıta, sinemasal değerler ışığında bakmak ve uyarlamanın kendi içinde başarılı olup olmadığını göz önüne alarak değerlendirme yapmak gerekir. Doğru soru şöyle olabilir: “Don Kişot, sinemasal bütünlük içinde ve görsel estetiğe uygun olarak uyarlanmış mıdır?”   
Bu önermenin ışığında Umberto Eco’nun Gülün Adıadlı romanının sinema uyarlaması, edebi yapıtı ayrı, sinema yapıtını ayrı değerlendirmemize örnek oluşturacak güçtedir. Edebiyat karakteriiç dünyasından; sinema ise eylemlerden yakalar demiştik, bunu aklımıza getirirsek, Jean Jacques Annaud’nun çektiği bu filmin neden başarılı olduğunu anlarız. Gülün Adı, edebi yapıta özgü “kahramanı içeriden kavrama”yla ilgili söz düzenini, sinemaya özgü “karakterin eylemle kavranması”na dönüştürebilmiştir. 
Yine bir edebi uyarlama örneği olarak, Peter Shaffer’in oyunundan Milos Forman’ın uyarladığı Amadeus’u düşünelim: Bu film, atmosferinden diyaloglarına varıncaya kadar bu alanda seyrek rastlanacak türden bir başyapıttır. 
Kısacası iyi bir edebi yapıtı sinema olarak düşleyebiliriz, bunun filmi çekilse nasıl olurdiyebiliriz ama iyi bir edebi okur isek aslında uyarlama olarak izlediğimiz şeyin bir sinema yapıtı olduğunu unutmadan davranırız. Bu, sinema yapıtlarını edebi ölçütler içinde değerlendirmekten kaçınmak kadar önemli bir davranıştır.
Sinema ve edebiyat, birbirlerine karşılıklı olarak bir çok teknik vermiştir. Bunlar arasında akla gelebilecek ilk tekniği son sırada sayarak bitiriyorum: Sinemanın diyalog düzeni edebiyattan gelmedir, “ben”in keşfiyle ilgilidir ve zaman içinde sinemada kendine özgü bir biçime dönüşmüştür. Üstelik sinemadaki haliyle edebiyata geçmeye başlayan bu yeni diyalog düzeninin edebi yapıda şu anda kestiremeyeceğimiz değişimler yaratacağını söylemek hiç de kehanet olmaz.

SONUÇ

Çağımızda yalnız edebiyatın değil, bilimin de görselleştiğini unutmamak gerekir: Çağlar öncesine ait bulgulardan yola çıkarak onbinlerce yıl öncesinin insanı üç boyutlu olarak tasarlanabiliyor, dinozorlar çağı canlandırılabiliyor. Uzayın derinliklerine ilişkin simülasyonlar, görsel anlatı teknikleriyle yapılıyor.
Bu durum hem bilimkurgu yapıtlarının hem de çağdaş masalların üç boyutlu tasarlanmasında en önemli etkendir. 
Çağımızda “görme odaklı” bir yazının ağırlık kazandığı tartışmasızdır. Ayrıntılar azalmakta, kitap boyutları incelmektedir; söyleneni hızla anlatma arzusu sezilmekte, kısa öykü sevilmektedir. Sinemanın bundan çıkardığı ders de aynı yöndedir: Koca bir romanı üç saatlik bir görüntüye indirgemenin teknik karşılığı görsel dilin zenginleştiği ve sözün görüntü derinliği kazandığı anlamına gelir.
Bütün bu gelişmeler, derinlikli okuru bile görme odaklı söz düzeniniyeğleyen kişilere dönüştürmüştür; görürgillerin dönemi adım adım kurulmakta,  okurgillerindönemi yavaş yavaş sona ermektedir.
Tüm işaretler geç hiyeroglif çağ adını verdiğim bir anlatım yapısının doğuşunu haber veriyor: Hiyeroglif çağda yazıyla söz öbekleri kurmak icat edilmişti; şimdi, geç hiyeroglif çağda ise yazı ile görme öbekleri icat ediyoruz ve en az yazıyla en çok anlamı bulmanın yollarında ilerliyoruz.

KAYNAKÇA
Aristo, Poetika,Çev. İsmail Tunalı, Remzi Kitabevi İstanbul 1987
Calvino Italo, Amerika Dersleri,Çev. Kemal Atakay, YKY İstanbul 2013
Chatman Seymour, Öykü ve Söylem,Çev. Azer Yaran, de ki Yayınları Ankara 2009
Eco, Umberto, Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti,Çev. Kemal Atakay, Can Y. İstanbul 2013
Florenski Pavel, Tersten Perspektif,Çev. Yeşim Tükel, Metis Yayınları İstanbul 2011
Güçbilmez Beliz, Zaman/Zemin/ Zuhur Deniz Yayınları Ankara 2006
Korat Gürsel, Edebi Metnin Görselleşmesi,Monograf,  Sayı 2 , Bilkent Ün. Ankara 2014
Nabokov, Vladimir Lolita Çev. Fatih Özgüven, İletişim Yayınları İstanbul 2003
Proust Marcel, Albertine Kayıp, Çev. Roza Hakmen, YKY İstanbul 2010
Salinger,Çavdar Tarlasında Çocuklar,Çev. Coşkun Yerli YKY İstanbul 2010




Tarih Unutur, Aynalar Asla

Kayseri Çifteönü caddesi. Berber ve hasırcılar. 1993   Fotoğraf: Gürsel Korat
101 sene önce Anadolu'da bir köye Ermeni tehciri sinsi sinsi yaklaşıyor. Sonrası malûm ama tarihin unut dediğini edebiyat hatırlıyor. Gürsel Korat'la yeni romanı Unutkan Ayna'yı konuştuk...
Nermin Yıldırım   T-24    19 Mayıs 2016

Gürsel Korat son romanı Unutkan Aynayla edebiyatın aynasını yüz bir sene öncesine, küçük bir Anadolu köyüne tutuyor. Ermeni tehciri adım adım yaklaşırken bazı kalpler kararıyor, bazılarıysa korku ve kederle yarılıyor. Hep birlikte beklemeye başlıyoruz. Herkes yitip gitse de bazen geride aynalara saklanmış yüzler, bir yerlere not düşülmüş sızılı sözler kalıyor. Tarihin unut dediğini edebiyat hatırlıyor. 
Borges'in geciktiren aynalarından sonra şimdi de Korat'ın unutturan aynaları... Nedir bu aynaların yansıttığı?
Bir ayna düşündüm bir gün. Bakıyorsun ama sen yoksun orada. Çok zaman geçiyor, ölüyorsun ve görüntün aynada beliriyor. Bu imge bana hayaletleri değil de acıyı, muradına erememeyi, trajiği söylediği için kitabın bir yerine onu koydum. Sanki olmuş gibi. Yahut olmamış gibi.
Bir de bu imgeyi öyle yerlere serpiştirdim ki onu okuyan mıhlanıp kalsın. Defalarca okusun. Gözlerine inanamasın. Yazarken hep bunu arzuladım, fakat ne yapabildiğimi söylemek bana düşmez. Eleştirmenler söylesin.
Ben, ayna eğretilemesiyle kendi edebiyatıma bir zaman problemi daha ekledim. Ayna, anımsarsanız bir roman metaforudur aynı zamanda. Stendhal’in topluma tutulan aynasını, bizim kültürümüzdeki “aynanın sırlanması” kavramıyla birleştirince bir şey çıktığını gördüm: O da zamanın içinde yüzüp durduğu, her şeyi gözümüzün önüne getirip koyan o yüzeyin ne olduğunu bilmekti.
Bütün romanlarınızda zamanı bir yerinden tutup bükmeye ya da açmaya çalışıyorsunuz. Zamanla bir derdiniz mi var?
Metafiziğin konusudur ya, yazarlar o yüzden sever zamanı. Ben Tanpınar’dan farklı düşünürüm. Yani zaman bana göre ruhta kavrayış değildir. Proust’un nesneler üzerinde yoğunlaşan zaman algısı bana uyar. Fakat öte yandan Proust’un metin zamanı geniş olduğu için o çizgiden de uzak dururum; ben hızdan yanayım. Zamanı açıkça, bir kütle gibi kitabın içine bırakmaktan değil, Eco’nun deyişiyle “ceylan gibi sektirmek”ten yanayım.
Kavram olarak “zaman” hakkında çarpıcı metinsel hakikatler icat etmek çok sevdiğim bir iştir. Hemen hemen her kitabımda en az bir zaman aforizması yazarım.
Gürsel Korat, Unutkan Ayna, Yapı Kredi Yayınları
Gürsel Korat, Unutkan Ayna, Yapı Kredi Yayınları
Ermeni tehcirini ele alan bir roman yazmaya nasıl karar verdiniz? Çekinceleriniz oldu mu yazarken?
Ezel Akay’a bir senaryo yazıyordum. Bir öykü taslağı çıkardım ama bu onu tatmin etmedi. Kapadokya’ya bir yolculuk yaptık. Çok iyi bildiğim bu yerleri öyküyü düşünerek dolaşırken Ürgüp’ün güneyinde Cemil Köy’de gördüğümüz bir kilise öreni bütün iç dünyamı alt üst etti. Her şey olduğu gibi duruyordu. Bu bir Rum köyüydü ama köyde kümbet de vardı. İç içe geçmiş insanların tarihi. Kümbet mimarisi de bilir misiniz, Ermeni sanatından gelmedir. Ermenileri düşündüm ve zihnimde bir ışık parladı. Bu bölgede çok az Ermeni vardı ve tehcir burada -Yozgat-Kayseri eksenindeki kadar- arkasında büyük viraneler ve boşluklar bırakan insan sayısına ulaşmamıştı. Ben katlin anlatılmasından çok beklenmesini daha korkunç bulduğum için Ermeni kıyımının yarattığı o derin arka plan önündeki insan hikâyesine baktım. Olay film senaryosu olmaktan çıktı. Ezel’den izin istedim, ben roman yapayım bunu, ondan sonra film işine döneriz dedim. Sezmiştim çünkü. Beni büyük bir hikâyenin beklediğini Kapadokya’dan döndüğümde biliyordum. Böylece 1919’dan başlayarak anlatmayı düşündüğüm dedemin hikâyesine uzun bir zemin kurmuş oldum.
Bu romanı yazmayı çok diledim, Ermeni tehcirini çok az yazan Türk edebiyatına biraz da sitem ederek elbette. Politik taraf olan bir metin yazmayı zaten sevmem. Fakat seçimim, kitapta yazar olarak göstermediğim tarafım, bu konuyu anlatış biçimimden bellidir. Ben küçüklüğümden beri Ermenilerle ilgili bir yığın mesel dinledim. Yozgatlı bir ailenin çocuğuyum. Yozgat’ın Çandır ilçesinin kuzeyindeki İğdeli ve Çokradan, batısındaki Terzili, Uzunlu ve Boğazlıyan, güneyindeki Felahiye ve çevresi zaten yoğun Ermeni yerleşimleriydi. Bunları işite işite büyüdüğüm yetmediği gibi çevremde tehcirde besleme olarak alınmış kızlardan doğma aileler de gördüm.
Böyle durumlarda benim gibi ortaya çıkıp da konuşanın etnik menşeini merak etmek pek yaygındır. Onlara şöyle söyleyeyim: Merak eden pek çok kişinin şaşıracağı kadar Yozgatlı, Müslüman ve Türk bir ailenin çocuğuyum. Bunu şunun için belirtiyorum: “Türk’üm ve milliyetçiyim” dediğin zaman Ermeni meselesinde kullandığın dil en basitinden “onlar da bize yaptı” olarak biçimleniyor. Oysa roman evrenseldir ve “biz”i yoktur. Roman tüm insanlığın aklı ve vicdanıyla kurulur. “Kol kırılır, yen içinde kalır” mantığı romanın işi olamaz. Bu nedenle ben hem siyasal görüşleri ve hem de -alın cümle içinde bir “fıtrat” kullanımı da benden- yazarlık fıtratı gereği nasyonalist değilim. Türküm ve enternasyonalistim. Vatanseverliği de kimseye bırakmam. Çünkü ben Türkçenin bir işçisiyim. Bir insanın ne olduğunu dilinden anlarsın. İnsanın kanına ve kafatasına bakanların dünyaya ne yaptığını düşünmek yeter. Ama dert değil, isteyenle de Türklük yarışına çıkarız. Türkçenin kaşını gözünü yarmadan konuşamayan ama herkesin kanından şüphe ederek dolaşan uğrular hezeyana kapıldığı için susmak zorunda değiliz. Hoş onların hezeyanı da nedir derseniz, büyüklük hezeyanıdır. Tarihimizin büyüklüğünden gelen değerleri, köylüce bir böbürlenmeyle yıkıcılığa vardıran cahilliğin hotzotçuluğudur.
Tehciri farklı boyutlarıyla, farklı karakterlerin gözünden anlatıyorsunuz. Asker, kıyım için hapisten salınan suçlular, başlarına gelecekleri bekleyen Ermeniler, onların komşuları... Ama özellikle çoban karakterinden biraz bahsetmek gerekir. Ondan her şeyin sadece doğrusunu öğrenebiliyorsunuz. Resmi tarihe tepki olarak mı doğurdunuz kendisini?
Çoban Muharrem kurmaca tarihinde örneği bulunmayan bir karakter oldu. Soruya yanıt vermiyor ama yanlış bir şey söylersen doğrusunu söylüyor. Kendi zararına olsa bile. Ne pahasına olursa olsun. Patlamaya her an hazır dinamit gibi. Kötülük bilmez, sevgi dolu ama çok hırpalanmış.
Ben bu kadar söyleyeceğim. Daha fazlası okurun işi ve yorumu. Ben niye Muharrem’i resmî tarihe bakarak doğurayım? Ben bütün yazdıklarımı resmî tarihi aklıma bile getirmeden yazdım.
Evet, okullarda öğretilenlerle pek uyuşmuyor zaten. Bu romanı yazarken hakikati bir yerlere not düşme gibi bir niyetiniz var mıydı?
Tezli roman yazmadığım için bu soruya evet diyebilirim, “bir kenara not düşme niyeti.” Unutkan Ayna tez öne sürmeyi, bilgiyi tartışmayı değil de o bilgiyi içermiş, onu kendinin yapmış olan bir yazınsal tavrın romanıdır. Açık niyetim budur: Duyular ve duyguların estetiği. Roman bilgi ve mantık önermeleri öne sürerse estetik değerini yitirir, bu bilgiyi kendinin yapıp insan boyutunda gösterdikçe estetik oylum kazanır, dille ayrıştıkça da benzersizleşir. Romanın açık niyeti bütün insanlıktır; insanlardaki ortakduyunun bilinmeyen yanlarını keşfetmektir. Tarih bunun için içinden geçilen bir duraktır; bazen de Unutkan Ayna’da olduğu gibi özellikle geçilen bir durak. Yazar ideolojik, politik ve kavramsal duruşunu bağırırsa tüm insanlığı kavrayamaz. Bu nedenle estetik ve siyasa ayrışıktır; bunu anlamayanlar sanatı araçsallaştırır. Siyasetçi olur. Bu yaklaşımın dine sanat görünümü vererek sanatı yağmalayan dincilikten eylemsel yönden farkı yoktur. Yeteneksizler de tarihi yağmalayarak piyasa edebiyatı yapar. Yazar olarak benim tavrım sanatsal metinde politik tartışma yapmak değildir; bunu sanatı işgal etmiş uğrular yapsın. Benim duruşum metnimde saklı, bu yeter. Ben Rumi’yi yazınca Rumi, Yavuz’u yazınca Yavuz gibi konuşanlardan değilim.
Unutkan Ayna’da Ermeni komşularını saklayan Anadolu insanı da var, bir an önce tehcir başlasa da mallarına el koysak diyenler de... Yazarken bu tarihle yüzleşmek sizde nasıl bir ruh hali yarattı? Bunu bir ders ünitesi gibi ele alacak olursak, komşularımızı tanıyalım bağlamında, neler öğrendiniz yazma sürecinde?
Bu roman Anadolu’nun başka dillerdeki yazılı kültürlerinin peşinde dolaştığım yirmi yılın, diğer romanları yazarken çalıştığım otuz yılın, “Derin Anadolulu” olmaktan getirdiğim bütün ömrümün coğrafya bilgisiyle ve kültürel güveniyle yazılmıştır. Kapadokya’yı kendi yurdu gibi bilen bir tarla faresinden farkım yok; bütün insanlığı, doğamızı ve hayvanları kendime kardeş bildim. Bütün İç Anadolulu kültürleri derinden öğrendim.
Kurmacaya gelince, o öğretilmez ve anlatılmaz. Zaten bir yazar neler yazdığını ve bunları nasıl yazdığını pek de anlatmamalıdır; yalnız yazdıkları değil kendisi de sevimsiz görünür.
Kadınların hikâyesi kendine ayrıca yer buluyor Unutkan Ayna'da. Erkek egemen toplumun iki yüzlü ahlakçılığı da. Bir ülkeyi kadınların hali üzerinden yorumlamayı seçenlerden misiniz? Öyleyseniz bugünü de yorumlar mısınız lütfen? 
Ben yazarın cinsiyetsiz olduğunu düşünürüm. Tanrı gibi. O yüzden hem bütün cinslerde varımdır, hem de hepsinden öteye geçerim. Tanrı gibi. O yüzden hem eşcinsel aşkı anlatırım (Yine Doğdu Tanyıldızı) hem kadının aşkını anlatırım (Kadın diliyle yazdığım bir çok öyküm vardır) hem de eril olanı dile getiririm. Ama yazarken hiçbiri olmam ben. Yıllar önce bu nedenle “Yazar dördüncü cinstir” demiştim, şimdi "nötr cinstir" demek kulağa daha güzel ve doğru geliyor.
Güçlü kadın karakterler yaratmışsınız. Ve onlara hayatı dar etmeyi iş edinmiş erkek karakterler. Şadiye ve kahvedeki adamlar mesela. Ya da kadınlara bir savaş ganimeti gibi el koymak için tehcirin başlamasını bekleyen diğer adamlar...
Bir yazar, bütün cinsleri kendi cinsel konumundan bağımsız bir yere çıkıp göremiyorsa insanlık yönünden eksiktir. “Güçlü kadın karakterler yarattım” demeyeceğim, çünkü bu sözden “kadınlar aslında o kadar güçlü değil de ben öyle yarattım” anlamı da çıkarılabilir. Ben kadının güçlü yönlerini ve güçlü olan kadınları öne çıkardım, o kadar. İşin ilginç yanı kadın gücünün altı çizildikçe erkeğin kaba gücü ve hoyratlığı daha açık seçik görünüyordu, bu çok hoşuma gitti.