İncesu'da Bir Kilise


İncesu’da, meydana yaklaşık iki yüz metre uzaklıkta, hafif bir eğimle tırmanılan küçük bir tepede kurulu bir kilise vardır. Bu kilisedeki duvar resimlerinin Karamanlıca olduğunu uzun zaman önce fark etmiş, ancak resimler biraz yüksekte durduğu için ayrıntılı fotoğraf çekememiştim.
Çekebildiğim tek fotoğraf Aziz Eusthatios’la ilgili bir dinsel resimdi. Kaynağı Sivas olan bu Hıristiyan söylencesinde, asker azizlerden biri olan Aziz Eusthatios’la ilgili üç resmin yan yana durduğu anlaşılıyordu. Bunların yanındaki açıklamalar da Karamanlıcaydı. İlk gelişimde yalnızca bir resmin yazılarını okuyabilmiş, Karamanlıca yazıları olan bir kilise bulmanın güçlüğünü çok iyi bildiğim için bu konuda çok dikkatli ve titiz davranarak olaydan pek fazla kişiye söz etmemiştim.
Korkum, bu resimlerin yazılarının okunamadan yok olması veya başına bir iş gelmesi idi.
Söz konusu resimde “Hristos Efendimizin ayios statiosa gelişün buynuzlarının arasında stavros üzerinde görünüp ve namı içün (okunamadı) …leri haber verdiği” yazılıdır. Bu resim yerel söyleyişle yazılmış bir Türkçe olması bakımından, geç dönem Rum azınlığın etnolojik yönden incelenmesinde büyük değer taşıyan bir belgedir. Bu haliyle bile bize çok şey söyleyebilmektedir.

Kilise, kâgir bir yapı olarak yüz elli yıl kadar önce yapılmış olmalıdır. Kitabesi sökülmüş ve kaybolmuş olduğundan benzer yapılara bakarak tahminde bulunabiliyorum. Yerden altı yedi metre kadar yüksekte bir sıra resim dışında tavanda, göz hizasında ve kemerlerde hiçbir resim yoktur. Kalan resimlerden anlaşıldığına göre bu resimler badanadan öte, başka bir boya ile de kapatılmış olmalı; çünkü pek çok resmin renkleri eski fotoğraf tekniğine göre düşünürsek “arabına” dönmüş. Aşağı katmanlarda zaten çok kazıntı var, burası zaman içinde çeşitli amaçlarla kullanıldığı için tahribat çok ağır. Ancak her nasılsa üst katlarda zaman hükmünü yürütmüş ve resimler badana edildiği halde görünür hale gelmiş.
Kilisede aziz halelerinin üçgen biçiminde yapılmış olması, buradaki resim sanatı hakkında çok önemli ipuçları verebilirdi. Çünkü bu kilise dışında ben bu tarzda bir çizime hiç rastlamadım. Ayrıca konuları itibariyle de Tevrat’a, apokriflere çok yönelmesi de düşündürücü; biz bırakın Hıristiyanların düşünce dünyasında neler olup bittiğini, onların bir zamanlar buralarda yaşayıp Türkçe dualar ettiklerini, Türkçe ayinler yaptıklarını bile bilmiyoruz.
Kilisenin apsisinde Kapadokya kiliselerinin hiç birinde rastlanmayan ve aslında gerçek bir bir istisna sayılması gereken kutsal üçleme vardır. Bu kilisenin adı muhtemel ki (Mukaddes Teslis Kilisesi’dir. (Yahut ayia triada kilisesi de denmiş olabilir.)
Resimlerin hepsinin üst kenarında bir şerit halinde Yunanca dualar yazılıdır. Yine hemen hemen tüm resimlerin alt bölümünde de kimin parasıyla yapılmışsa onun hayratı olduğuna dair Türkçe bir not görülmektedir.
Örneğin dört azizi yan yana gösteren bir resmin sol alt köşesinde şöyle bir not vardır: “Ürgüplü berber Kiryakonun hayreti”
Konusu anlaşılamayan başka resmin de, “Venetoğlu Hacı Yeorgi” hayratı olduğu anlaşılıyor.
Kilisede yalnızca resmi yaptıranların adı Karamanlıca yazılmış değildir. Tevrat’tan alınma İbrahim peygamber betimlerinde de Karamanlıca açıklama vardır.
Yan yana üç pafta halinde İbrahim peygamberin işleri anlatılmaktadır; birinci paftada İbrahim’in (Pater Avraham’ın) ayia triadı davet ettiği yazılıdır. İkincisinde oğlunu kurban edişi ve meleğin onu engelleyişi görünmektedir. Bu resmin üstünde “Pater Avraamın oğlunu kurban ettiği” yazılıdır. Bu resmin alt bölümünde Savva’nın oğlu ……(okunamadı) hayratı olduğu belirtilmiştir.
Bir başka resim de elinde kılıç tutan bir asker aziz resmidir. Bu hem melek hem de savaşçı biçiminde çizilmiş, grotesk bir düşünüş tarzı olsa gerektir. Çünkü hem melek hem de savaşçı olmak tuhaftır. Bu resmin elinde tuttuğu kalkan İsa’nın savaşçısı olmayı anlatır gibi görünüyor, çünkü üstte İsa’yı simgeleyen harfler var, ancak alttaki işaretler için Yunancası üzerinde düşünmek gerek. Bu resmi yaptıran da Yuanis’in kızı Teviteni’dir.
Kilisede daha pek çok resim var. Kanımca bir sanat tarihçisini yıllarca uğraştıracak kadar bol malzeme içeriyor. Bu kiliseyi bilim dünyasının dikkatine sunmak isterim. Çünkü Türkiye’de şimdilik tek olduğunu düşündüğüm bir özelliğiyle koruma altına alınmalı ve üzerinde titizlikle çalışılmalıdır: Ayia Triada Kilisesi adını verdiğim bu kilise, Türkiye’de Karamanlıca resimleri olan tek kilisedir.


Bu yazı ilk kez yayımlanmaktadır.

Benim Kahramanlarım



“Çocukken düşsel veya edebi kahramanlarım var mıydı” sorusunu düşündüğümde kaygılandım, çünkü, küçükken benim çocuk romanlarından çıkma kahramanlarım olmamıştı. Şüphesiz, sevdiğim kahramanlar yok değildi; Gulliver veya Pinokyo bana yalnız çocukluğumda değil, her zaman ilgi çekici gelmişlerdir; ama onlar “kahramanım” diyebileceğim duygu yükünden uzaktılar.

Neden “kahramanlarım” olmamıştı, bunun eksikliğini hiç hissetmemiş miydim, çocukken okumaz yazmaz tayfasına ait haşarı bir çocuk muydum, kızların fotoğraflarına bıyık resmi yapmayı seven, kitap okumayı “derse çalışmak” sanan, “fazla okuma gözlerin bozulur” öğüdünü ciddiye alan yaramazın teki miydim?
Hayır, çünkü benim yoksul bir evde geçen çocukluğumun en belirgin ev mobilyası, üst raflarına ulaşamadığım kocaman bir kitaplıktı. Belki kocaman değildi de, ben küçük olduğum için bana kocaman gelirdi. Bu kitaplıkta babamın çok sevdiği siyasi tarih kitaplarıyla, köy romanlarının belirgin bir yeri vardı; bu nedenle benim çocukluğum, okumanın yetişkine göre düzenlendiği bir çocukluk oldu. “31 Mart Vak’ası” veya “Yakup Kadri’nin Anıları” gibi konu başlıklarıyla ilgilenen babam, benim neler okuyabileceğim konusunda pedagojik bilgilere sahip olmadığı için, kendisinin biriktirip ciltlediği Hayat veya Akbaba dergilerini karıştırdığımı görünce keyif duyardı belki; ama belki de bu yüzden, benim ilk edebi kahramanlarım roman kişileri değil, yazarların bizatihi kendileri oldu. Çünkü o dergilerde yazanların adından başka bir şeyi anlayıp da eğlendiğimi anımsamıyorum.

Böyle bir dünya, çocuğu okumaya özendirse de, sonunda onu okumaktan bezdirir.
Babamın ciltlediği o dergilerin bana yararı olmadı da denemez; bu dergileri karıştıra karıştıra kadın vücudunun görsel şahaneliğini kavradım, Elke Sommer’in ve Kim Novak’ın vücutlarını ezberledim. “Amerikalı edip” Steinbeck’in “Bir yazar yirmisekiz yaşında ölmeli” sözünü yirmisekiz yaşıma kadar sık sık anımsadım, hakkında berberine tıraş ücreti karşılığı resim çiziktirip verdiği haberi yazılan Picasso’yu kıskandım.

Benim çocukluğum sözel kültürün etkisinin hala canlı olduğu Kayseri şehrinde, tüm dünyayı kavrayan işte bu magazin ile, yalnızca mahallesini kavrayan çocuksu bir zihin ikileminde geçti. O sıralarda Orhan Gencebay müziği yeni yeni işitiliyordu ve mahalle berberinin aynasında bir de resmi vardı. Sanırım berber bu resmi bıyık ve saç modeli olarak kullanıyordu. Ne zaman saçlarımı üç numara traş etmeye alışmış olan bu berbere gitsem, burada sporu, ekonomiyi veya günlük politikayı tartışan kişiler olurdu. Söz dönüp dolaşıp da solcu yazarlara geldi mi, şaşmaz bir kural olarak küfredildiği için mahalle halkının öfkeli ruh hali bana da yansır, hiç bilmediğim yazarlara öfke duyar ve hiç ilgilenmediğim sporcuları severdim.

Belki de bu yüzden, -şimdilerde böyle olmasa bile- ben uzun süre hep ilk defa işittiğim kalıpyargılardan etkilendim. Ama hangi kalıpyargıyı tartışmasız benimsediysem, zamanla onun en büyük düşmanı oldum. Kayseri’de Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın (TÖS) toplantısı basılmadan önce berberde komünistlere sövüp sayan ve Rusların nasıl korkak ve alçak bir millet olduğunu söyleyen çiçek bozuğu yüzlü kör komşumuzun sözleri bana çok doğru gelmişti, ama TÖS baskınından sonra kör adama burun kıvırır oldum. Çünkü o sıralarda babam ve bazı arkadaşlarının TÖS ile Köy Enstitülü romancıları övdüğünü fark etmiştim; kör adama bir ara duyduğum sempatiden utanarak babamın aldığı Irazca’nın Dirliği adlı romanı ondan önce okumaya başladım, ama bildiğimiz köylüleri anlatan bu romanı anlayamadım, kahramanları arasındaki mücadeleyi çok kaba ve acımasız bulduğum için olmalı, okumayı bırakıp çevremdeki kalıpyargılara katıldım: Romanı okumuş ve çok beğenmiştim, harikaydı.

Lise yıllarıma kadar bu kalıpyargıya katılmayı sürdürdüğüm halde, köy gerçeğini anlattığını bildiğim hiçbir kitaptan hoşlanamadım. Bu kitaplar bana bunaltıcı, üzgün ve itici görünüyordu. Ne var ki, ülkemizin yoksulluğunu ve gelişmemişliğini teşhir ettiğine inandığım bu kitapların ben okumasam bile başkalarına yararlı olduğunu düşünüyordum.

1975 yılıydı; onbeş yaşımdaydım ve Lise birinci sınıfa gidiyordum. O yıl Yaşar Kemal’in bir romanı Hürriyet Gazetesinde tefrika edildi ve radyoda bölüm bölüm okundu. Filler ile Karıncaların masalını anlatıp, hayata ilişkin gerçekleri söylemediğini düşündüğüm için bunca insanın Yaşar Kemal’de ne bulduğuna şaşarak, Yaşar Kemal’i okumadım. Zaten ortalama okur olarak kaldığımız sürece herkesin beğendiği yazarların kitaplarını alsak da okumayız. Bu ortalama okurun tepkisidir. Ortalama okur, olmayacak şeyleri baştacı eder, işte ben de o sıralarda Ostrovski adlı bir yazarın “Ve Çeliğe Su Verildi” adlı romanını okumuş ve romanı beğenmekle kalmayıp Pavel Korçagin adlı kahramanıyla özdeşleşmiştim. Aynı günlerde bu romanı okuyan bir arkadaşım benim Pavel Korçagin’e özenmemi aşağılayarak, benim değil de kendisinin davranış ve tip olarak Pavel’e uyduğunu söyleyince, hangimizin Pavel olabileceğini çok sert bir şekilde tartıştık; sonunda yenilgiyi kabullendim ama o günden sonra da arkadaşıma olur olmaz yerde “Pavel” diye seslenir ve alaycı bir yüzle sırıtır oldum. Çünkü Ostrovski kör bir yazardı, onun körlüğü ile bizim mahallenin çopur suratlı körü arasında bağ kuran zihnim, maalesef acı bir kıskançlıkla Ostrovski’yi defterden silmişti.

Bu öfkeyle Steinbeck’in Gazap Üzümleri’ni okumaya başladığımı çok iyi anımsıyorum. Çok iyi özümseyerek okuduğumu da sanmıyorum, okumuş olmak için okuduğum “sıkıcı yolculuklar” bölümünü geçip de romanın finalinde Rose’un açlıktan ölmek üzere olan bir adama –yiyecek bir şey veremediği için- emzirdiği bölümü okuyunca kahraman denilen kimsenin nasıl olduğunu anladım. Beni o güne kadar böylesine derinden etkileyen hiçbir şeyle karşılaşmış değildim. Ben Rose’um demem olanaksızdı, diyemedim.

Kim söyledi bilmem, ama birisi “Yazarların da bir coğrafyası olur, Steinbeck’in Kaliforniyası, Balzac’ın Paris’i, Yaşar Kemal’in de Çukurovası vardır” dedi ve salt bu yüzden İnce Memed’i okumaya başladım. Doğrusu başlangıçta “eleştireceğin şeyi bilmek zorundasın” sözüyle özetlenebilecek bir alaysı yüzle kitabı elime aldığımı anımsıyorum. İşte ben yaşamımın en büyük yazarlarından biri olduğuna halen inandığım Yaşar Kemal’i böyle buldum. Ne var ki, bu romanı bitirdiğim zaman da, Hatça’nın baldırlarının toprakta bıraktığı izle sarsıldığım, Topal Ali’nin iz sürme tutkusundan yüreğim ürperdiği ve İnce Memed’in gözünde bir an çakan kıvılcımın aynısı benim gözümde de çaktığı halde Ben İnce Memed’im diyemedim.

Çünkü “kahraman” olmak kendimizi yüceltmek oluyordu, kendimizi yüceltmek ise boş bir böbürlenme idi; benim kahramanlarım yüceltilince içi boşalan sahici insanlardandı, onlara öykünemezdiniz. İnsan nasıl ben Goriot Baba’yım diyebilir ve ama nasıl Goriot Baba’nın sevgisi karşısında diz çökmezdi?

Yıllar sonra Lukacs’ın kahraman ve tip ayrımını hiç sevmemişsem, bunda başka gerekçelerin yanında ilkgençliğimin romanlarının etkisi de vardır. Yıllar sonra asal kahramanlara dayanmayan romanlar yazdıysam bunun gerekçesi de o romanlardır. Benim de romanlarımın bir coğrafyası var ki, bunu gene o romanlara borçluyum.

Steinbeck iyi ki yirmisekiz yaşında ölmedi diye ne kadar mutlu olduğumu söylememin bilmem ki gereği kaldı mı?


Bu yazı "İnce Memed'in Gözünde Çakan Kıvılcım.." başlığıyla Virgül, Sayı 26, Ocak 2000'de yayımlanmıştır.

Ankara

Ankara'da Dikmen Sırtları. Gecekondulardan "kondukent"e giden çığır iç içe geçiyor.



BİR TOPLU KONUT: ANKARA


Ülkemizin şehirleriyle ilgili saptamalar yaparken huzursuz olurum, çünkü pek çok insanın olumsuzluktan şikâyet ederken aslında şikâyet ettiği şeyle varlık bulduğunun farkındayımdır. Bunları düşündükçe öfkem büyür, içimden “bu şehirleri ben mi bu hale getirdim” diye bağırmak geçer. O anda içimde başkasına ait bir ses belirir ve şöyle konuşur: “Ne yani, yanlış imar edilmiş bunca şehri düzeltebilecek misin?” Karşı koymaya çalışırım ama birden umudum kırılır, “Tamam” derim, “hiçbir şey düzelmez bu ülkede.”
Şehirlerimiz söz konusu olduğunda hepimiz bozulmanın sınırı olmayacağına, iyileşmenin de düşünülemeyeceğine inanırız. Pek çok şehre bu gözle bakar, yılgınlığa düşeriz. Daracık sokaklara beş katlı apartman konduranlar, demir filizlerine kaçak kat bağlayanlar, yasa kural tanımadan SİT alanlarında binalar yapanlar ülkenin her yerinde görev başındadır.
Tüm dünyada şehir ve ruhsal sorunlar arasında kaçınılmaz bir ilişki vardır ama Türkiye’de bu ilişki şaşırtıcı bir keskinlikte yaşanır.
“Yine de” denir, “Ankara, bu ülkenin en düzenli şehridir.”
Oysa daracık alanda yükselen siteler, bloklar ve soluk alıp veremeyen caddeler bu şehrin gerçekte bir apartman cehennemi olduğunu gösterir. Bozkırdan başka manzarası olmayan bu kıraç şehre beton “manzaralar” döşendiğini görebilmek için sanırım öncelikle eski Yunan ve Roma şehirlerini sevmeliydik. Elbette bu yetmezdi, Osmanlı İstanbul’unu, Balzac Paris’ini, Dostoyevski Petersburg’unu bilen, bundan ders çıkartan mimarlar, şehir plancıları ve yöneticilerimiz olmalıydı. Sermayenin ve paranın tek şey olmadığını, kuralların ve insan yaşamının, estetiğin ve düzenin daha önemli şeyler olduğunu bilen yöneticiler.
Dünyanın her yerinde şehrin eski yapılarını koruyan, onu geliştiren ve yaşatan bir kültür vardır. Oralarda tarihsel yapılar önceliklidir, yeni yapılar onlardan yüksek olamaz ve hiçbir yeni yapı, kendisini merkeze koyamaz.
Ama bu bizim ülkemiz için geçerli bir kural değildir. Ankara’da Ulus heykelinin arkasındaki yüksek binayı düşünün, sonra Anafartalar Çarşısı’na ve PTT’nin hizmet binalarına bakın; buna bir de Dışkapı yönünde ilerleyen sekiz katlı apartmanları ekleyin. Cumhuriyet’i kuranların yarattığı neo klasik mimariyi bile korumamış bir siyasetçiliğin işareti değil mi bunlar? Her şeyi zenginlere göre ve zenginler için tasarlayan Menderes-Özal hattı değil mi?
Nice zamandır insan ruhu ve mimari yapılar arasındaki ilişki üzerinde düşünüyorum. Düşündükçe ulaştığım en önemli yargı, yüksek yapıların insanın doğasıyla bağdaşmadığıdır. Yüksek yapılar yalnızca insan ruhuna değil, görsellik zevkine, başkasına saygı gösterme inceliğine, vicdana ve adalete de aykırıdır. Yüksek yapılar olsa olsa işyeri olabilir.
Ankara’da gecekondular süratle yıkılıyor ve yerlerine parsel hesabı apartmanlar yapılıyor. İlgili parsellere sığdırılmaya çalışılan ve aralarında beşer metre bile bulunmayan yüksek apartmanlar tepeleri dolduruyor. Bazen diyorum ki, “bunları yaptıran, satan, satın alan, izin veren, onaylayan herkes nasıl olduğunu görmüyor mu, demek ki buna razılar, o zaman buyursunlar istedikleri gibi istedikleri sıkışıklıkta yaşasınlar.”
Ama öyle değil. O sokakları caddeleri ben de kullanıyorum. Ev bir kişiye ait olabilir ama şehir kamusaldır, kimsenin değildir, herkesindir. Bu nedenle başka bir mahalledeki sıkışıklık ve düzensizlik beni de etkiler. Whitman’ın bir şiirinde söylediği gibi: “Gökte bir yıldızı incitmeden, yeryüzündeki bir çiçeği koparamazsın.”
Bundan iki bin yıl önce şehrin altyapısını da düşünerek mermer döşeli caddeler, yüksek bir mimari zevkin ürünü olan evler, tapınaklar, tiyatrolar, stadyumlar ve hatta mezarlar yapan antik Yunan’dan ve Roma’dan alabileceğimiz ders yalnızca kemer ve payanda sistemlerini öğrenmekten ibaret mi kalmalıydı? Şimdi nüfus arttığı için şehrin eski zamanlarda olduğu gibi yatay büyümesinin olanaksızlığını kabul edebiliriz ama zevksizliğini nasıl anlayışla karşılayacağız? Şimdiki zamanda daralıp genişlemeyen cadde bile yapılamıyor, oysa bundan iki bin yıl önce Pompei’de veya Efes’te tepeden bakınca ızgarayı andırdığı için ızgara plan denen şehir planı uygulanmış ve düzgün sokaklar inşa edilmişti.
Ama biz inşa edemeyiz. Çünkü bilmek ve yapabilmek ayrı şeylerdir. Bilmek için sadece bilimsel bilgi değil, sanat zevki de gerekir. Yöneticilerin büyük çoğunluğunun bilimle ilişkisi yoktur, kişisel dünyaları da sanatla bağdaşmaz. Bunları ihale kavramından daha önemli sayana da deli diye bakarlar. Efes mi dediniz, iyi satış getirecekse, Efes antik şehrinin tıpkısını ihaleye çıkarırız. Ama önce şu beş para etmeyen eski evleri bir yıkalım.


Afrodisias Ören Yeri, Denizli

Hiç kuşku duymadan, bağıra bağıra söylüyorum: Türkiye yıkılmış şehirler çöplüğüdür ve Türkiye bu çöplüğün üstüne dökülmüş beton tarlasıdır. Ankara ise arsa ve bina rantı yaratan bir iktisadi gücün oyuncağı olmuş, zavallı bir şehirdir. Bu şehirde yayaların üstünlüğü ve önceliği yoktur. Bu şehrin tüm ana ulaşım güzergâhı otoyol mantığına göre düzenlenmiştir. Araçların tartışılmaz üstünlüğü vardır. Kaldırımları yaşlılar, sakatlar ve çocuklar için tam bir eziyet parkurudur. Ankara kaldırımları ya olması gerekenden yüksektir ya da apartmanların mülkiyet sınırını belirleyen tuhaf duvar uzantılarıyla bölünmüştür. Bu kaldırımlarda reklam panoları yayaların önünü keser.
Ankara’nın günlük yaşamı yayaların değil, araçların ulaşım gereksinimine göre düzenlenir. Bu nedenle Ankara’da karşıdan karşıya geçmek için hemzemin yaya geçidi kullanmak trafik suçudur. Bir ara Melih Gökçek’in Kızılay’da alt geçit kullandırmak için yaya geçitlerini kapattığı anımsanırsa bunun bir abartı olmadığı anlaşılacaktır. Beş yüz metre uzunluğundaki Meşrutiyet Caddesi’nde beş tane üst geçit vardır. Bütün bunlar trafiğin hızını artırmak için düşünülmüş çözümlerdir ama yayaların üstgeçit kullanmak zorunda olmadığını kimse aklına getirmez. Karda kışta üst geçit zaten kullanılamaz, diğer mevsimlerde de hiç kimse o kadar merdiveni tırmanıp inmek zorunda değildir. Çünkü şehrin zemininde yayanın hakkı vardır, şehir peyzajında da yaya hakları ve estetik ön planda olmak zorundadır. Bütün bunlar şehirli insanların haklarıyla ilgili evrensel anlayışın bir parçasıdır.
Köprüler ve altgeçitler yaya haklarına karşı uygulanmış bir zorbalıktır. Bunlar şehrin çok sıkıştığı, trafiğin akmadığı söylenerek savunulamaz. Yöneticilerin görevi şehri yayalara göre düzenlemektir, otomobil hızına göre değil. Öncelikle yapılması gereken şey, şehir merkezlerine toplu taşıma araçları dışında araç sokmamak ve merkeze araçla girmenin bedelini yükseltmektir.
Bir şehrin yayalarının mutsuzluğu o şehrin tümünün mutsuzluğudur. Ankara’daki sürücülere bir bakın: Dünyanın en huzursuz ve öfkeli insanları buradadır, trafikte sarı ışığa bile dayanamazlar, birazcık yavaş giden aracın yanından korna çalarak geçerler, yayaların üstüne üstüne sürerek onları tekrar kaldırıma püskürtürler! Buna bakarak şu çözümlemeyi öne sürmek neden yanlış olsun: Araçlara göre düzenlenmiş bir trafiğin sürücüsü de o şehri yönetenlerin mantığını taşır.
Ankara’da toplu taşıma araçları da korkunçtur: Özel Halk Otobüsü denilen araçların sürücüleri, yolcuyu önce kapabilmek uğruna hız yarışına çıkarlar. Ama yolcu bulamayan otobüs veya minibüs tıngır mıngır gider. Yolcunun zamanında ulaşım hakkı serbest teşebbüsün para kazanma hakkından önemsizdir, bunu denetleyen bir mekanizma yoktur. Kızılay’da trafiği yavaşlattığı gerekçesiyle otobüs durakları kaldırılmıştır. Sıhhiye ile Bakanlıklar arasında hiçbir otobüs duramaz. Bu durumda yaşlılar, sakatlar ve çocuklar için şehir bir azap haline gelir. İnsanların şehirdeki mutluluk hakkı, araçların hızlandırılması gibi yüce bir amaç nedeniyle dikkate bile alınmaz.
Şimdilerde Kuğulu Park civarında alt geçit yapılıyor. Yakında Atakule’den Yıldız’a da bir altgeçit yapılır. Buna itiraz edenlere “Japonya’da yollar kat kat yapılıyor kardeşim, sen Japon’dan daha mı iyi biliyorsun” diyen bu işbitirici müteahhit şebekesi, Japonya’nın sadece kıyı şeridinde yaşanabildiğini, dağlık olduğunu, nüfusunun Türkiye’nin iki katı olduğunu hiç söylemez.
Elli yıldan beri hiçbir yönetici, Ankara’nın en önemli bulvarındaki binaların yükseltilmesini engellemedi. Yükseltilen binaların altına oto park yapılması gerekirken, hiçbir yönetici yeni yapılara oto park zorunluluğu getirmeyi düşünmedi. Bu nedenle Ankara’da trafik polisleri park değnekçileri gibidir; Ankara yöneticileri, trafik polislerini işinden başka şeylerle uğraşmak zorunda bırakan sorumsuz kişilerdir. Ankara’yı yönetenler, yüksek bina yapanların ödemesi gereken faturayı halka kesen, halkı trafik sorunundan daha aşağı değerde gören bir siyaset bürosudur. Bu büronun ulaşım ve bayındırlıkla ilgili kararlarını kimse değiştiremez. İkinci Boğaz Köprüsü yapılacak, yap. Meclis kavşağı eşilecek, eş. Sıhhiye’ye atnalı biçiminde köprü yapılacak, yap.
Ankara bir kondu şehirdir. Bu şehrin temel planını köylerden göçü hızlandıracağı düşüncesiyle göz yumulan gecekondular çizmiştir. Gecekondu yerleşim biçimine göre düzenlenen yeni mahalleler karmakarışık, sokaklar eğri büğrüdür. Bunun nasıl olduğunu anlamak için Balgat, Erzurum Mahallesi ve Çukurambar’a bakmak yeter. Burada hiçbir cadde düz bir çizgi üzerinde ilerleyemez. Hiçbir cadde eşit genişlikte uzayıp gidemez. Bütün apartmanlar burun burunadır. Türkiye’nin hemen hemen en önemli mahallesi sayabileceğimiz Yıldız ve Oran arasındaki bölge bile, bu kargaşadan payını almıştır. Yıldız, Hilal, Sancak ve Birlik mahalleleri, adıyla ortaya konan iddiayı, yani askeri düzeni ve bir örnekliği yansıtmaz. Burası yalnızca gecekondudan sınıf atlayan ruhsatlı kondular yığınıdır.
Ankara, her ne kadar birlik, hilal, sancak gibi sözlerle askeri düzeni kutsasa da, şehirlilik bilinci ve ahlâkından yoksun olanların yarattığı bir rant cehennemidir. Burası tüm şehirlerimiz gibi inşaat partisi tarafından yönetilir ve programında öncelikle din, millet, bayrak gibi sloganlar yer alır. Bu sloganlar her türlü yolsuzluk iddiasının panzehiridir; bütün eleştiriler vatan hainliği suçlamasıyla kolayca püskürtülür. Çünkü gecekonduların yerine konan apartmanları reddetmek büyük çoğunluğu gecekondulu olan insanların çıkarına aykırıdır. İnşaat partisinin kitle tabanı çok geniştir ve modernlik anlayışı hiçbir eski şeyden hoşlanmayan, bunları iyi bir fiyata satıp daha çok şey kazanmak isteyen yığınların maddi çıkarından beslenir. Türk halkı henüz şehirli olmadığı için, bu halka yüksek blokların birbirini kuşattığı mahalleler kötü görünmez; henüz gecekondudan apartmana geçmenin etkilerini sorgulayabilecek olgunluğu edinmiş değildir. Kanımca Türkiye, bu kondu şehirlerin yarattığı toplumsal huzursuzluğu, apartmanlarda yaşayanların bu yaşamı sorgulamaya başladığı sıralarda anlayacak fakat o zaman da bu şehirleri düzeltme olanağı bulamayacaktır.
Türkiye’ye özgü rant liberalizmi, yani Özalcılık, aslında beş para etmez bir apartman yığınını dağın başına kondurarak rant yarattığı için bu lanetli geleceğin sorumlusudur. Ankara, bir “rant-kent”tir, kentin sarı saçlı Roma soyluları gibi diğer Ankaralılardan ayrılmış, yurttaş haklarına sahip “site kentlileri” de vardır; bunlar, rantın beyaz Türkleri olarak yaşadıkları çukuru dünya ölçeğinde bile pahalıya satılan evlerle donatmışlardır. Ümitköy hattında yaratılan “seçkin” ve pahalı konutlar, arsası neredeyse bedavaya alınmış tarlalardan sağlanan apartman rantını haykırır gibidir.
Ankara tümüyle düşünüldüğünde bir toplu konutu veya kooperatifi akla getirir. Bu şehir bir kooperatif yöneticisinin aklına gelebilecek basit şeylerle “imar” olunmuştur: Apartman, alışveriş merkezi ve olursa çocuk parkı. Bu nedenle ortalama Ankaralının tek eğlencesi alışveriş merkezine gitmektir. Çünkü gidilecek başka bir yer yoktur.
Şehir nedir? Bir yığın iktisadi girişimin bir araya getirdiği insanların karmaşık ve ortak yaşamaya yönelik bir örgütlenme biçimi değil mi? Şehirler kimler içindir? Orada halk yaşamaz mı? Modern siyasi yapıda, şehri yönetenler halk adına bu yönetim erkini elinde tutmazlar mı?
Hayır Ankara’da EGO öndedir. Bu “erken gelen oturur” anlamına gelir ve egoizm Ankara’da bir belediye başkanının tekelindedir. Yasaya aykırı olarak değiştirdiği şehir logosunu bile yasanın emri olmasına karşın eski haline getirmez. Çünkü Ankara’da güçler ayrılığı ilkesi vardır! İronik ama bunun anlamı şudur: Siyaset hukukunda güçler ayrılığı ilkesi hem kurumların birbirinden bağımsızlığını hem de karşılıklı denetimi ifade eder. Oysa Ankara’da güçler ayrıdır, hiçbir güç diğerine güç yetiremez.
Oysa Ankara’nın ilk imarı, yıkımdan çıkan bir ülkenin ruhuna uygun bir mimari arayışla başlamıştı. Ankara’da, sanat anlayışı yönünden eleştirsek de çok önemli mimarlar, yontucular ve mühendisler çalışmıştı. Bunların enerjisinden doğan estetik toplamı iyi kötü görüyoruz. Bizim sorumsuz ve zenginsever yöneticilerimiz biraz akıllı davranıp da ülkemizin yörelerine göre bir mimari harita çıkarmayı düşünselerdi ve bu mimari haritada belirlenen özelliklere uygun bina yapımını zorunlu hale getirselerdi, Türkiye kişiliksiz apartman yığınlarıyla dolmazdı. Çok somut olarak söylemeliyim: Bugün bile dikkatle bakıldığında ülkemizde Akdeniz, Ege, Marmara, Karadeniz ve İç Anadolu’ya özgü mimari özellikler olduğu görülebilir. Eğer yöneticilerimiz pencere, kapı, balkon, çatı gibi unsurları belirleyerek yeni yapılarda bunları zorunlu tutsalardı, bugün şehirlerimizin eski mahalleleri korunduğu gibi, eskiyle mantık bağı kurulmuş yeni mahalleleri de olurdu.
Anadolu, tarihinin hiçbir döneminde geçmiş mimarlık sürecinden bu kadar kopmadı. Yunan’dan Roma’ya, Roma’dan Selçuklu’ya, Selçuklu’dan Osmanlı’ya giden sürece bir bakın: Türkiye topraklarında hiçbir zaman sanattan nasibini almamış bir yönetim eliti görülmüş değildir. Ne yazık ki Ankara artık görgüsüzlüğün tasarrufundadır; Ankara ve Türkiye parababalarının sanat zevkini tahrip ederek üzerinde dolaştıkları sahipsiz bir tarladır. Hiç değilse eskiden görgüsüzler mertti, görgüsüz olduklarını hisseder; görgü ve edep öğrenmeye çalışırdı. Şimdi görgüsüzlük değişim geçirdi: Arsızlık ve umursamazlık mertlik biçimi oldu.
Bu nedenle Ankara’da Cumhuriyet’in ilk yıllarına rastlayan sanat atağı sona ermiştir. Ankara artık ideolojik propaganda amaçlı heykelciliğin şehridir. Bu şehirde –ilk örnekleri hariç-Atatürk’e en az benzeyen Atatürk heykelleri vardır; bunlar kaşları gür olarak nitelenemeyecek, celali bakan ve sanki kaşları yerinde kanat duran yüzlerdir. Bu şehrin sanat zevki yoktur, heykel sanatında Ankara’nın şu anda bulunduğu düzey, “altın oran”ı henüz bilmeyen erken Yunan sanatından geridir.
Ancak Ankara’da dünyanın en güzel heykellerinden biri olduğunu düşündüğüm Sıhhiye’deki Hitit heykeli de bulunur. Artık oto yol haline gelmiş Atatürk Bulvarı’nda, hiçbir estetik amacı olmayan iğreti bir anıt olarak bırakılmıştır. Bu kadar görkemli bir yapıtın orada heder olmaması için Meclis önündeki -idam sehpasına benzeyen- su şırıldağıyla yer değiştirmesi kimsenin aklına gelemez miydi? Gelemezdi çünkü bu şehri yönetenler, Resim Heykel Müzesi, Radyoevi, Dil Tarih binası gibi yapıların karşısına o korkunç Adliye binasını dikebilen kişilerdir.
Ankara’nın estetik yönden zevk düzeyini göstermesi bakımından Sincan’daki Harikalar Diyarı olağanüstü bir örnektir. Dünyanın en sakil, en akıl almaz, en bayağı çocuk parkını, Harikalar Diyarı olarak yalnızca tarihten, estetikten ve edebiyattan nasibini almamış kişiler tasarlayabilirdi. Tasarlamak ve yapmak Ankara’nın son nasibi Melih Gökçek’ten, orayı harika bularak gitmek de benzerlerinden.
Ankara’nın gelmiş geçmiş en sorumsuz başkanı sayabileceğimiz Melih Gökçek aslında öyle “heykele meykele takılmaz” büyük putlarla ilgilenir. Onun kafasındaki heykel, içinde alışveriş merkezi bile bulunan elli metrelik Nasrettin Hoca azmanıdır. O, elli metreden küçük Alpaslan heykeline bakmaz bile. Atakule en sevdiği putlardan biridir, Ankara için kullandığı amblemde Atakule önemli bir yer tutar. Bu, gerçekten samimi dindarları yaralayabilecek bir din fetişidir: Çünkü Atakule’nin kubbesi ile bir caminin kubbesi birbirinin yerine ikame edilmiş, para kazanılan ve içinde içki içilen bir restoranla bir ibadet yeri aynı kefeye konulmuştur. Bunu haykırarak söyleseniz bile Melih Gökçek gibiler şerbetlidir, böyle şeylere aldırmaz; böyle bir eleştiriye gülerek öyle bir cevap verir ki, Melih Gökçek tipinde mebzul miktarda Ankaralı bulunduğu için, bu eleştiri yuhalanarak meydanı terk eder. Oysa aynı insanlar başkalarını “dinime hakaret etti” diyerek öldürebilir, sonra da onların ölüleriyle alay edebilirler. Bunu laf olsun diye söylemiyorum, Sivas katliamından sonra bu dinci zevatın Madımak Oteli’nin adını “Madımak Kebabevi” olarak andığı ve kah kuh ederek güldüğü unutulmuş değildir.
Melih Gökçek gibiler aklın egemenliğini değil, önceden kabul edilmiş yanlış önermelerin savunuculuğunu temsil ederler. “Yollar genişlesin, ne kötülük var, şurada alt geçit fena mı olur, Altındağ’a uçak biçiminde bir restoran yapalım.” Bunların yapılmasından temelde hiçbir çıkarı olmayan bir yığın insan Melih Gökçek’i alkışlayacaktır, çünkü bütün bunları istememek, şehrin gelişmesini ve yeni iş olanakları yaratılmasını istememek biçiminde gösterilebilir.
Bir şehrin mutluluğu gürültüye, insan kalabalığına ve kirliliğe karşı koyuşundan belli olur. Fakat Türklere evinin içine yerleşmek ve pencerenin dışıyla ilgilenmemek yettiği için, sokakta neler olduğu önemsizdir. Sokağı, şehri yönetenler nasıl isterse öyle biçimlendirir, evdekilere de bu yapılanlara bakıp “Ne güzel oldu, her yer gecekonduydu, şimdi apartmanla doldu” demek düşer.




Bu yazı Funda Cantek'in editörlüğünde hazırlanan "Sanki Viran Ankara" (İletişim, 2006) adlı kitapta yayımlanmıştır.





Ankara'da gerçek bir vaha: Eymir Gölü. 2006 (Fotoğraf G.Korat)

İki Söyleşi



Gürsel Korat’la Konuşma:
“ROMAN İNSAN MERKEZLİDİR”

Mustafa Şahin



M. ŞAHİN- Zaman Yeli adlı romanınızın uzun denebilecek bir bekleyişten sonra ikinci baskısı yapıldı. Bu romanda Anadolu’nun 1240 yılındaki resmini çiziyorsunuz: Moğollar, Selçuklular ve Baba İshak asileri. 1240 yılının özel bir önemi mi var?

GÜRSEL KORAT- Büyük dönüşümlerin yaşandığı “tarihsel kırılma anları” vardır. Baba İshak ayaklanması böyle bir “an”dır ve getirdiği sonuçlar da önemlidir. Ben bu olaya tarihçiler gibi siyasal ve ekonomik sonuçları açısından değil de, kültürel sonuçları açısından bakıyorum. 1240 ve sonrası, bana Anadolu’da yaşayan kültür öbeklerinin bir “patlama” ile kapalı yapılar olmaktan çıkıp birbirine karışmaya başladığı bir dönem gibi görünüyor. Bunu karıştıran “kepçe” ise Moğollar.

MŞ- Daha önce böyle bir karışma yok muydu?

GK- “Patlama” bir birikimin sonucudur. Önceki iki yüz yılda oluşan birikim, 1240’da Türkmen aşiretlerinin ayaklanması sonucu yeni bir kalıba döküldü. Edebiyat için burada bir sezgi imkanı vardır; bu imkan olan biteni hikaye etmek değil, veriler ışığında imgelemi harekete geçirmektir. Hıristiyan komünlerinin neredeyse ana vatanı sayılabilecek bir coğrafyada yaşıyoruz, yoksullukla nefsi terbiye eden Hıristiyan keşişler ile Müslüman dervişler eğer yine bu coğrafyada yan yana gelmişlerse, Şaman inancı ile Yahudi Kabbalacı öğretisi buralarda yaygınsa, bunun Pisagor ile bağlarını görüyorsanız Zaman Yeli’ni yazmak durumundasınız.

MŞ- Buna “Ütopyayı geçmişe doğru çevirmek” adını vermiştiniz. Ne demek bu?

GK- Helenistik çağdan beri “mutluluk”la ilgili ahlak felsefesi çabaları var. Mutluluk ne, nasıl ve neden mutlu oluruz, bireysel olarak mı yoksa hep birlikte mi mutluluğu bulacağız? Mutluluk dünyevi bir kavram mı, yoksa öldükten sonra eylemlerimizin sonuçlarına göre mi mutlu olacağız? Dinler hep mutluluğu ertelemeyi önerdiler, filozoflar ise onu bu dünyada nasıl bulacağımızı düşündüler. Farabi “Erdemli Kent”te, Marx komünizmde, Epikür sağlıklı bedende mutluluk olduğunu söyledi. Benim gibi mutluluğun başkalarıyla kurduğumuz yaşama biçiminde saklı olduğunu düşünenler hep toplumsal ütopyaları izledi; Marx’a bağlandı. Ancak edebiyatta Marksizmin aldığı şekil, Marx’ın edebiyat ve sanat çözümlemelerinin aksine kaba bir şemayla izah edilebilecek, duygudan yoksun, didaktik bir eleştiricilik oldu. Yani politika edebiyat üzerine tahakküm kurdu. Ben edebiyatın altını çizebilmek, edebiyatın büyük düşünceler ile uğraşacaksa bunun insan gerçeğini kurcalamadan oluşmayacağını göstermek için “gelecekteki düş ülke” anlamına gelen Ütopyayı tersine çevirdim. “Geçmişteki olası ülke” anlamına gelen ters ütopyayı seçerek edebiyattan beklenen politik misyonu yadırgadım. “Ütopyayı tersine doğru çevirmek” sözünün anlamı budur. Çünkü romanın merkezi büyük toplumsal idealler ve buna nasıl ulaşacağımız değil, insandır.

MŞ- O halde Zaman Yeli’nde ayaklanma sonrasında oluşan hayali komünist yeraltı düzeni bu tür düşüncelere yönelik bir eleştiri mi?

GK- Eleştiri romanın işi değildir. Roman bir tutum geliştirir yalnızca.

MŞ- Ama sanki bu söylediklerinizden Zaman Yeli’nde bugüne ilişkin sorunları tartıştığınız anlaşılıyor.

GK- Her roman, varlığı bugünün dünyasından, bugünün mantığından, bugünün akıl düzeninden kavramaktır; tarihi romanlarda bile tartışılan şey, bir sürü tarihsel veri ışığında bugündür. Dahası, romanın konusu “insan gerçeği”dir. Adı isterse “tarihsel roman” olsun, romanın öznesi insandır ve onun eylemleridir. Belki geçmişten bugüne duyguları ifade ettiğimiz araçlar değişiyor ama insanın doğasında bulunan korku, sevgi, nefret, aşk veya vicdan gibi unsurlar pek de kolay değişmiyor.

MŞ- Bir söyleşide yoksulları ve “paryaları” öne çıkarttığınızı söylediniz. Bu sav, sizin “insan” gibi bir genel tema yerine “eşitlik” gibi bir sorunu seçtiğinizi ve “toplumcu gerçekçi” bir edebiyatçı olduğunuzu düşünmemize yol açmıyor mu?

GK- Hayır, ben vicdanın yolunu izliyorum. Eşitlik üzerine kurulmamış bir dünyadan nasıl kurtulacağımızı değil, bunların insan vicdanında açtığı yaraların neler olduğunu kurcalıyorum. Edebiyat çözüm göstermez, çözüm gösterir ve eleştirirse edebiyat olmaz. Ben politik eleştirimi zaten politik kanallardan yapabiliyorum, aşkı, yalnızlığı veya felsefeyi politik çözümlemelere değil de ruhsal ve artistik olana çevirdiğimizde edebiyat boy veriyor. Toplumcu Gerçekçilik Sovyet Edebiyatıdır, yoksulların haklı ve kazanacak olduğuna dair sonu belli bir maçtır. En azından edebiyatta “politik bilinç” arayanlara özgü, Marksizmle ilişkisi olmayan dogmatik bir iddiadır. “Partili Edebiyat” olmaz ama “partili edebiyatçı” olur. Bu nedenle hiçbir yazar örgütüne üye olmadığım halde bir sosyalist partinin üyesiyim. Üstelik bu partinin yayın organında “partili edebiyat” kavramına karşı eleştiriler yönelten yazılar yazdım. Jdanov’un bir zamanlar tanımadığı özgürlüğü, şimdi talep etmek için.

MŞ- Neden bir yazar örgütüne üye değilsiniz?

GK- Her örgüt bir hiyerarşi ve iktidar örgütlediği için. Yazarlığa göre değil de, üyeliğe göre oluşmuş tarikatlar ürettiği için. Yazmak bir gönüllülük işidir, tanıtım organizayonları, kitap fuarları, yarışmalar, imza günleri gönüllülükten çok “pazarlama”yı düşündürüyor; bunlar birer iktisadi faaliyet, edebiyat değil.

MŞ- Konuyu biraz tarih romancılığına getirelim. Neden tarih?

GK- Hep bugünün kavramlarıyla geçmişi tartıştığımızı belirttiğime ve aslında tarih romanlarının bugünün romanları olduğunu söylediğime göre, en azından kendim için şunu söyleyebilirim: Ben tarihi dekor önünde insanı irdeleyen bir yazarım, tarih romancısı değilim. Geçmişteki büyük tarihi kişileri konu alan “anlatıları” ise roman sanatı içinde saymamı engelleyen bazı çekincelerim olduğunu başka yerlerde dile getirmiştim.

MŞ- Ama gerek Zaman Yeli’nde, gerek onun 1294 yılını anlatan “kardeşi” Güvercine Ağıt’ta çok sahici bir tarihsel doku analizi var. Burada tamamı size ait olan eski deyişler, nefesler, destanlar göze çarpıyor. Nasıl tarih romancısı değilsiniz, anlayamadım?

GK- Amacım tarihi aydınlatmak, tarihi tartışmak değildir. Ben romantiğim; aklımı tragedya çeler daima; bu nedenle Kapadokya’nın tragedyası ile meşgulüm. İnsanın “zorunlu olana” boyun eğişi ve vicdan benim temel sorunumdur. Bu zaten tragedyanın özelliğidir. Bir dil arkeolojisi bu, tarih ise nesnesi. Dil arkeolojisi dediğim şey, yitip gidendeki insan sesini bulmaktır, ânı canlandırmaktır, iğde ağaçlarının kokusunu burnumuza getirip dayayan doğayı yansılamaktır, çapanın sesini, eşeğin anırtısını, girdiğimiz mağarada ayaklarımızdan çıkan sesi canlandırmaktır. Yalnızca bunu mu, Çizgili Sarı Defter adlı öykü kitabımı anımsayalım: Günlük tutan kız çocuğunun dilini, 1920’lerde Bakû’deki komitaya ulaşmak isteyen komünistin söz düzenini, yaşlı ve felçli bir adamın konuşmasını bundan ötürü ayrı ayrı kurdum. Herkesin dili kendi yaşamıyla var, benim taşralı solcum aksanlı konuşur, Türkmenlere esir düşmüş bir kiralık asker de Türkmen diyalektini Bröton aksanıyla dillendirir. Söz oyununa benzeyecek ama olsun: Tarih romancısı “tarihi anlatan romancıdır” oysa “Tarihsel roman” tarihi olaylardan hareketle insanı anlatan romandır. Benim tarihsel roman yazdığımı söylerseniz itiraz edemem.

MŞ- Zaman Yeli ile Güvercine Ağıt birbirinden bağımsız romanlar olduğu halde aralarında bir mantık bağı var. Onları birbirine bağlayan şey sizce ne?

GK- Anadolu’nun kültürel çokluğu. Diller, dinler, eşitlik ve vicdan üzerine üzerine kurulmuş estetik sezgi. Ama asla “toplumsal çözümleme” değil. Ne kadar romantik olursam olayım bu bir “geçmişe özlem” de değil.

MŞ- Sizin bir söyleşide “Ben bir post-romantiğim” dediğinizi de okumuştum. Post-modern olmanın neresinde bu post-romantik olmak?

GK- Post-modernizmi bir üslup densizliği olarak gördüğümü belirteyim. Post-modernist değilim. Öte yandan Post romantik olduğumu söylüyorum, çünkü romantizm geçmişe coşkuyla yöneliştir; post-modern dönemde, postmodernizme tepki duyan bir yazarın naçizane bir ifadesidir bu.

MŞ- Kuramsal bir iddianız yok mu?

GK- Yok. Kuramcılık benim işim değil. Çünkü o sentetiktir. Ben ise analitik düşünürüm, yapıyı bozarım, küçük parçacıkları birleştiririm. Benim “ütopyayı geçmişle bağdaştırmak”, “sözcükleri yeni bağlamlarda yeniden kurmak” (rekonstürksiyon) gibi kavramlaştırmalarımı pek ciddiye almayın. Bütün bunlar yazarın yolunu aydınlatır, ama teorik tartışma haline getirilirse pek açıklayıcı olmaz. Bütün bunları kendi metnimin diğerlerinden farkını oluşturmak için dile getiriyorum. Çünkü edebiyat bir dil inşasıdır, sözünü söyleyip rahatlama eylemi değildir. Edebiyatçı sorunlarını kamu önüne döküp rahatlayan kişi gibi görülür, oysa bu edebiyatla değil daha çok psikiyatri ile ilgili bir durumdur; salt kendi sorunlarını anlatan kişi edebiyatçı olamaz. Edebiyatçı kişisel derdini herkesin sorunu gibi algılayıp onu geçmiş edebi birikimin mirası ışığında yontan kişidir.


Cumhuriyet Kitap, 15 Haziran 2000




“ERCİYES’İN OĞLU”
Gürsel Korat’la Zaman Yeli ve Güvercine Ağıt Üzerine



Nursel Duruel


NURSEL DURUEL- İlk romanınız Zaman Yeli’nin (1994) ilk okurlarından biri olduğumu sanıyorum. Bu incecik kitabın sayfalarından taşan uğultu, 13. yy. Kapadokyasının, bugünün, ZAMAN’ın büyük uğultusu, daha sonra yazacaklarınızı merakla beklememe neden olmuştu. Okurlarınızı fazla bekletmediniz. Öykü kitabınız Çizgili Sarı Defter, denemelerinizi içeren Sokakların Ölümü, Ay Şarkısı adlı romanınız peş peşe çıktılar. 1999 eylülünde Zaman Yeli’yle bağlantılı yeni bir tarihî roman geldi: Güvercine Ağıt. Bu iki romanın ve bazı öykülerinizin arkasındaki “yazar sesi” Erciyes’ten üflenmiş güçlü bir soluk olarak sarıyor insanı. Zamanı ve tarihi yüklenmenin ötesinde, özgün bir dil ve imgeler dünyası kurduğu için, okuruna derin kavrayış ve sezgilere eşlik etme olanakları sunduğu için “Erciyes’in Oğlu” diyorum ben o sese. “Ayaklarını sıkıca yere basmış bir boğaya” benzettiğiniz Anadolu’nun ortasındaki bu koca dağın sizdeki kışkırtıcı etkisinden başlayalım konuşmaya. Roman kişileriniz hep onunla karşılaşıyorlar.

GÜRSEL KORAT - Öncelikle beni “Erciyes’in Oğlu” olarak nitelediğiniz için size çok teşekkür ederim. Gerçekten onur verici bir ifade bu. Çünkü aynı zamanda benim coğrafya ile edebiyat arasında kurmaya çalıştığım ilişkiyi görmüş, tanımlamış ve beni onurlandırmış oluyorsunuz.
Yazarın coğrafya ile kurduğu ilişkiyi önemsediğimi hep belirttim. Bu her yazar için zorunlu bir şey değil, zaten herkes böyle bir şey yapsa çok sıkıcı olurdu, ama benim edebiyatta sürdürmeyi düşündüğüm bir çizgi bu.
Erciyes Dağı’nın insana sunduğu en derin olanaklardan biri inanılmaz görselliğidir; güzel bir dağdır, yüksektir ve İç Anadolu’nun pek çok yerinden görünebilir. Bir “roman kahramanı” olarak bu denli kalıcı ve heybetli bir “kişilik” düşünülebilir mi? Üstelik bu görsel duruş, benim tasarladığım ekonomik anlatım olaraklarına da pek uygun; çünkü ben mümkünse en kısa yoldan çok şey anlatmak isteyen yoğun bir dil arayışı da taşıyorum. Kısa cümle değil, yoğun cümle; ayrıntılı tasvir değil, kısaca “anlatılanda yoğunlaşmış” tasvir. Erciyes Dağı bunun için çok uygun bir figür.
Hem yeri gelmişken söylemeliyim ki “Kapadokya coğrafyasının romanını var etmek” düşüncesi de çekiciliğini herhalde Erciyes’ten alabilirdi.
Ayrıca bir romancı çıplak halde duran doğaya yeni bir değer katar; bu, çıplak doğayı estetik gözle de görmemizi sağlayan bir düzeydir. Kayaları oyarak kilise yapanları kıskanmamak elde mi? Bunun sözel bir karşılığı da olmalıydı.

ND- Zaman Yeli çok katmanlı bir romandı. Romanda felsefe, etnoloji, antropoloji, ikonografya, tarih, siyaset gibi unsurlar edebi katmanlarla sımsıkı kenetleniyordu. Güvercine Ağıt’ta bu katmanların çoğaldığını, daha da zenginleştiğini ve hacim kazandığını görüyoruz. Romanın dokusunu seyreltme pahasına da olsa, altyapısını ayrıştırarak konuşmakta yarar var.

GK- 13. yüzyıldaki Kapadokya’yı ve Moğol istilası dönemini anlatan bu iki romanın üzerinde durduğu tarihsel zemin anlaşılmadan konuşmamız güç olur. Tarihsel zemini doğru olmayan, aslına uygun olmayan bir tarih romanı olmayacağına inandığım için öncelikle yaşanan dönemin tarihini doğru çizmeyi gerekli gördüm. Paradoks gibi duruyor ama, tarihsel zemin ve bir kaç büyük olay dışında yazdığım şeylerin gerçek olmadığı görülecektir. Çünkü ben bir olay yazıcısı değil, tarihe güç veren olguları anlamaya çalışan bir düş yazıcısıyım. Roman yazarları, tarihi iğfal etmek için önce neyi iğfal ettiğini bilmek zorunda olan kişiler gibidirler.Tarihsel zemin gerçek olmalı; felsefe açısından da durum böyle; felsefi tartışmalar yapmak için değil, felsefeyi roman kişileri düzeyinde yaşanır kılmak için dönem felsefesi bilinmeli; toplumun kimler tarafından nasıl yönetildiğini anlamalıyız. Örneğin şu cümleyi yazmazsam Güvercine Ağıt’ta insanların Anadolu için niye çekiştiğini anlatamazdım: “Devleti Moğol yönetir, vergiyi Selçukî toplar, ticareti katolik yapar ama vergiyi Erzinga’da dokumacı Ermeni’den, Divrik’te maraba Müslümandan, Nissa’da Rum bağcıdan sizin gibi Hıristiyan emirler toplar.” Bu durumda bu denli içiçe yaşayan farklı kültürel öbeklerin birbirlerini etkilemeden yaşayamayacağı da açık olduğuna göre, insanların etnolojik açıdan nasıl birbirini değiştirdiğini yazmam kaçınılmazdı. Hakikat olanla kurmaca olanı iç içe geçirdiğim zaman roman tarzımı bulmuş oldum, ben bu yüzden kendimi gerçekçi değil, “hakikatçi” bulurum. Romantik de denebilir yazdıklarıma; ama günümüzden kaçış arzulamayan bir post-romantizmdir bu.

- Zaman Yeli’nde bu sözlerinizi destekleyen bir ütopya var: Çiftaslan öğretisi adını verebileceğimiz bir dinsel yaklaşım. Ortodoks, batınî Müslüman, yahudi ve gregoryenlerin içinde toplandığı bir pota. Bunlar Ermeni, Türkmen veya Romai diye andığınız ortodoks halk, yani Rumlar. Sizi bu ütopyaya götüren etmeni merak ediyorum. Bugün iyice öne çıkan ama her zaman varolan sorunları o günün koşullarında tartışmayı yeğliyorsunuz.

- Biraz önce gerçekçi olmadığımı söylemiştim. İşte, tarihte, ne Çiftaslan diye bir mezhep var, ne de böyle bir Çiftaslan ayaklanması. Böyle bir ayaklanmayı, yeraltında kurulan komünist düzeni hayal ederken, yine de ben tarihi gerçeklerden güç aldım: Çünkü tarihte Hıristiyan komünleri vardı, çünkü mal ve mülkü yadsıyan tekkeler ve inanışlar vardı. Romanda ezilen bir halkı Fransız Devrimi’nin eşitlik, yurttaşlık ve birey gibi kavramlarıyla donatıp Moğollara karşı ayaklandırsa idim öyle bir anakronizma doğardı ki, buna kediler bile gülerdi. Ama ben kimsenin yurttaş ve birey olamadığı bir dalgayı anlattım, herkes ne olduğunu bilmediği bu dalganın altında ezildi, geriye metafizik bir posa kaldı. Bunu yaparken amacım doğruları bulmak ve göstermek değildi, insanın doğasını düşündüm, eşitlik fikrini sorgulayan ve kurmak isteyen insanın zaaflarını düşündüm; bunun sosyalizm için kavga eden insanların anlatıldığı romanlardan farkı şu oldu: Doğru bir hayat ve dünya görüşü taşımak iddiasıyla kaskatı kesilen ve sırtında yumurta küfeleri olan bir anlatıcı olmaktan çıktım. Sorunu daha insani, daha ruhsal ve edebi boyutuyla tartışma olanağı bulduysam, günümüzün reel sorunlarına koyduğum mesafe yüzündendir. Ama sömürü ve soygunculuk her zaman vardır, eşitlik fikri her zaman tartışılmıştır; Farabi’nin Erdemli Kent’inin üçyüz yıldır bilindiği bir dünyada Zaman Yeli’nin yeraltı komünü gerçekte kurulmamış bile olsa olabilir olanı tartışmamızı sağladığı için bana pek çok olanak sundu. Walter benjamin gibi düşünüyorum: Her tarihsel sorun aynı zamanda güncel bir sorundur.

-Sorumu şöyle genişleteyim: Ütopyanın günlük hayata ilişkin bir başka yönü daha var: Dil. Bunu biraz açmanızı istiyorum.

-Günlük konuşmalarda birbirini anlayan “çok dilli” bir halktan söz ediyorum. Ama bu ütopya değil, gerçeğin ta kendisi. Yüzyıllardır bu topraklarda Ermeni, Rum ve Türk halkları birbirinin dilini konuştu ve Türkçe bu dillerin etkisiyle Anadolulu bir kıvam kazandı.

-Ama kitaplarınızda çok karmaşık denebilecek konular üzerinde konuşup anlaşabilen insanlar var. Örneğin Vasili ile Haydar’ın, Türkmen kızı Şamnalika ile Ermeni papazı Civan’ın, Çiftaslan Dergâhının kadın şeyhi Gülbeyaz’la Saruca Abdal’ın konuşmalarındaki kıvam ütopyanın bir parçası değil mi?

- Bu soru halkların çok dilliliği konusundaki somutluğu değil, gerçekten ütopyaya ilişkin olanı istiyor benden. Bu sorunuza kitabın kurmaca oluşu yüzünden ‘evet ütopyaya ait bir dil bu’ diyebilirim. Çünkü ben ortaçağa ait felsefi sorulara yeni sorular ekleyerek roman kahramanlarına ait problemler oluşturduğum zaman, en azından bu kurmacalık ve gidişat, dilin ütopyaya ait olduğunu bize düşündürtüyor. Şöyle diyelim, içeriği, yeni bir söz düzeni ile kurdum, bu ütopyaya ait; ama dili ütopyaya ait saymıyorum.

-Güvercine Ağıt’taki yayıncı notunda romanda kullanılmış olan beyit, tekerleme,deyiş, nefes, atasözü veya kitabelerin -hangi dilden olursa olsun- alıntı olmadığı belirtiliyor; şiir ve nefeslerin anonim değil özgün yaratı olduğu vurgulanıyor. Kapadokya merkezli geniş bir coğrafyada farklı din, mezhep ve etnik kökenden toplulukların ortak paydalarına, birlikteliklerine uzanan yoğun ve çok yönlü bir kültürel kazıyı dil boyutunda gerçekleştirmişsiniz. Grekçe, Latince, Ermenice, eski Türkçe, sonra yerel deyişler, unutulmuş sözcükler, terk edilmiş sesler.. Dil içindeki bu yatay ve dikey dolanım, bu dil arkeolojisi, nasıl bir deneyim oldu sizin için?

- Romanda ünlü bir Latince anagram vardır: Sator Arepo Tenet Opera Rotas. Bu anagramı eğer Kapadokya’da bir kilisenin duvarında Grek harfleriyle yanlış bir şekilde yazılmış olarak görürseniz işte dile arkeolojik bakışınızın zemini ortaya çıkmış demektir. Ben İlyada Destanı’nın Troya bölümünü Türkmen Ağıdı gibi yazarken bu basit bir oyun olsun istemedim; bunu bizim “edamıza” dönüştüren şeyin dil olduğunun farkında idim ve bu dili artık unutulmuş olan bir söz düzeni ve edebi form -destan- üzerinden yaptım. Tekerleme bugün yok, ama ortaçağdan sözederken bir romancı için bundan daha iyi bir coşku verici esin kaynağı olabilir mi? Romancı yapıtını dil ile kuruyor, burada yenilik yapmak ise bilinenden farklı, yapılmamış olanı gerçekleştirmekle mümkün olabiliyor. Ben bunu yaptım mı bilemem ama en azından denedim. Battal Gazi Destanı ile Digenis Akritas destanının aynı olduğunu eğer tarih yazıyorsa, ben bunu romanda bilgi olarak tekrarlayacağıma benzer bir şey yazmak istedim. Bunun aracı ise eski dili aramak, bulduklarımla yeni bir yapı inşa etmek olabilirdi. Ayrıca ben konuşan her roman kişisinin kendi dilinin çekim alanıyla konuşmasına özen gösterdim. Yani bir Türkmen Türkmence konuştu, ama Venedikli Latince’nin söz düzeninin belirlediği bir dünyayı bize hissettirdi. Bir Türkmen köylüsü somut bir dille konuşurken, derviş üst düzeyden bir Türkçe ve algı düzeniyle konuştu.

- Zaman Yeli’ndeki İznikli kilise ressamı Dimitri, Kapadokya’da kilise duvarlarını boyarken, hem dedesinin kendisine öğrettiklerinden hem de Kapadokya’da daha önce yapılanlardan farklı resimler yapma gereği duyuyor. Güvercin’e Ağıt’ta da Selçuklu Emiri Mengüberdi’nin ölmüş kızı için bir kümbet inşa eden Hayruddin Aka da içinden çıktığı geleneğe aykırı bir yol seçer. Kızın ruhunu ve bağlı olduğu Dergahın şeyhi Gülbeyaz’ı temsil etsin etsin diye tasarladığı güvercini suret yasağı nedeniyle doğrudan taşa oyamıyor ama ışık gölge oyunlarından yararlanarak güvercin gölgesi düşürüyor kümbetin kitabesine. Yaşadıkları dönem, dinleri, sanat gelenekleri farklı olan bu iki sanatçıyı yeni arayışlara iten neden hayatlarındaki, düşünce ve inanışlarındaki değişimdir. Dimitri ve Hayruddin Aka, sizin sanat tutumunuzun metaforları gibi geliyor bana.

-Haklısınız. Ama ben bundan bir adım daha öteye geçerek, estetik yargı için bir tartışmayı da kendi içimde yapmış oluyorum. Güzel nedir, sanatta yeni nedir gibi estetik tartışmalara verdiğim yanıt da buradan çıkıyor: Verili gelenekten ayrı, düşünce ve algı düzenini değiştiren bir ifade biçiminin sanatsal yenilik içerdiğini düşünüyorum. Dimitri ve Hayruddin Aka benim resimde veya mimaride yapacağımı yapıyorlar; ben ise onlar için tasarladığım rolü romanda oynamaya çalışıyorum.
Bunu Virgül’de tarih romancılığı üzerine yazdığım bir yazıda açımlamıştım. Her yeniliğin bir gereksinimden doğduğunu bana ifade ettiğinizi anımsıyorum, Hayruddin Aka da, Dimitri de, ben de bir gereksinim ve hatta zorunluluk olmadıkça yenilik olsun diye eyleme girişmiş değiliz. Tarih romanları bağlamında benim bakış açım tarihi gerçekleri nakleden, büyük tarihi kişilerin yaşamını anlatan, tarihi yorumlayan, romanı bir fikrin tartışıldığı teorik bir metin haline dönüştüren gelenekten kopmakla netleşmiştir. Yine, geçmişi anlatmada tarihsel zemine sadık kalmayan ve romanı dilsel bir oyuna çevirenlerden de koptum. Hatta kopuş ifadesi bile fazla, İhsan Oktay Anar ve Orhan Pamuk’un romanlarını güzel bulsam da kendi yazı eylemimin çizgisine uygun bulmadığım için farklı bir yol tutturmam bile bu anlayışımı açıklamaya yeter.

-Farklı bir yol tutturduğunuzu ifade ediyorsunuz. Özellikle altını çizmek istediğiniz farklılık nedir?

- Tarihi romanın diline arkaik diyebileceğimiz kimi unsurları getirmek ve şimdiye kadar roman kahramanı olmamış kişileri romana taşımaktır.Roman eski dilde yazılmış diyaloglar, metinler ve konuşmalarla kuruldu. Ayrıca tarihe zamanın ilişkileri içinden bakmakla yetinmedim, tarihi geçmişten günümüze -eğer deyim uygunsa- “dikey olarak kesen” bir gözle de baktım. Mesela Şamnalika yalnızca gününü değil, Dede Korkut’la, Hıristiyan mitolojisiyle ve Hititle bağını da yansıttı. Saruca “zaman” problemiyle yalnızca Parmenides’i değil, aynı zamanda Spencer’ı da kavradı. Alitokuş hem halk tekerlemeleriyle hem de Homeros’la bağıntı kurmamızı sağladı.

YKY Kitap-lık Mart-Nisan 2000 Sayı 40

Söyleşi



“Edebiyatçılar Buluşması” vesilesiyle
Oya Baydar ve Gürsel Korat ile söyleşi

Piyasaya Teslim Olmayan Bir Edebiyat İçin…

Tanıl Bora




TB- Girişiminizin çok önemsediğim bir yanı: Yazarların birbirlerinin eserlerini okumasını ve eleştirmesini ‘örgütlemesi’, deyim yerindeyse. Zira, düşünenlerin, yazanların belirli bir ‘izler-kitle’lerine hitap ettikleri ama kendi ilgi alanlarıyla doğrudan doğruya kesişse bile başkalarının üretimlerini pek kaale almadıkları (ya da almıyor görünmeleri), onlarla ‘yüzleşmedikleri’ bir düşünce ortamında bulunduğumuzdan söz edebiliriz. Birikim oluşumunu, fikirlerin/eserlerin birbiriyle etkileşim içinde gelişmesini ketleyen bir ortam bu. Eleştirinin –en azından yeterince- işlev görmemesi de bununla ilgili. Bu alış-verişsizliği, paylaşımsızlığı, belki de eleştiriden ‘kaçmayı’ demek lâzım, nelere bağlıyorsunuz?


GK- Rus edebiyatını demleyen düşüncelerin hep bir bahçede yeşerdiğini imlemişimdir. “Vişne Bahçesi”nde ve “Martı”da böyle bir bahçe atmosferi vardır, orada insanlar hep bir şeyleri tartışırlar.
Rus edebiyatı denince aklıma bahçe geldiğini bununla mı açıklayayım?
Kuşkusuz, hayır. Çünkü Rus edebiyatçıları gerçekten tartışırlar, hatta birbiriyle kapışanlar da vardır. Dostoyevski ile Turgenyev arasındaki çatışma böyledir. Haklı haksız, ama Rus edebiyatçılarının diğerleri hakkında söyleyecek bir sözü olduğu görülür.
Bir evde toplanarak tartışan, yazdıklarını birbirine okuyan, görüş bildiren, örgütlenen, sürgüne giden bu yazarların bu kadar politize bir sürece karşın, edebiyatçılığı elden bırakmayışlarını ben bu bahçe söyleşilerine bağlarım. Bu yazarların en hastalıklısı, en yalnız görüneni veya dindarı olan Dostoyevski, Yeraltından Notlar’da oteldeki bir toplantıya gitmek konusunda iç gerilimler yaşayan kahramanını, oraya gittikten sonra tartışmaya dahil ediş biçimiyle bile aslında sözünü ettiğim tartışma edasına çok aşina olduğunu gösterir. Yine Budala’daki uzun diyaloglar bu gergin tartışma tutumunun bir yerleşik davranış kalıbı olduğuna işarettir.
Kanımca Rus yazarları, yalnızca edebiyattan edinilen insani deneyleri büyük bir bireysel ve toplumsal kurtuluş savaşıyla birlikte yürütmüş ama öte yandan da tek ve özgün kalmayı başarmışlardır.
Devrimden sonra neredeyse özgün Rus yazarının kalmayışını, aralarındaki tartışmanın “bitmesine” bağlıyorum. Bir tür Gorkicilik diyebileceğim Sovyet Yazarları Birliği yazın ideolojisi, yazarların tek ve özgün kalmasının önüne geçti. Toplumsal kurtuluş savaşının sosyalizmde biteceği, artık yazarın muhalif değil, sisteme entegre bir “aydın” haline geleceği peşinen kabul edilince deniz bitti.
Ben bir evde toplanıp tartışamayan, yazdıklarını birbirine okumaktan korkan, görüş bildiremeyen, partinin buyurduğu örgüte katılmak zorunda kalan, sürgüne gitmemek için boyun eğen yazarların bu kadar edebiyat verisi ile dolu bir sürece karşın, politik papağana dönüşmelerini, bahçesiz kalmalarına bağlarım.
Çarlık dönemi de, Stalin dönemi de baskıcı olduğuna göre, demek ki edebiyatı tekdüze hale getiren şey, baskı değil, yazarlar arasında tartışmanın olmayışıdır. Yazar kendi başına olmayı ve özgürlüğü terk ederse, ister istemez Gramsci’nin organik aydın dediği, sisteme entegre aydına dönüşür.
Ama günümüzle ilgili sorun bunların ötesinde ve bambaşka bir haldedir; günümüzde Stalinist bir baskı yaşanmadığına göre, neden canlı bir edebi tartışma yoktur? Demek ki, baskının olmadığı koşullarda insanların özgürce tartışacakları varsayımı da doğru değildir.
Ne Stalin ne de piyasa tanrıları yazar özgürlüğüyle bağdaşır; ama okurun düzeyinin de yazarın özgürlüğüyle sıkı sıkıya ilişkili olduğunu unutmamak gereklidir. Yazarın piyasa işi basit şeyler yazıp yazmamasını, “alıcı” dediğimiz bu amorf kütlenin beğenileri çok etkilemektedir. Yayıncılar zaman içinde neyin satıp neyin satmadığını anladıkları için has edebiyatı, okur denilen o korkunç canavar yüzünden “piyasadan” silmek üzeredirler. Şüphesiz bu kusurda yazarların da payı vardır. Eskiden piyasa için yazmak lanetlenirdi, şimdi “Ben şu kadar satıyorum” demek, yani piyasadaki “gücüne” işaret etmek, bir küçülme sayılmıyor. Üstelik piyasa işi olanla, piyasaya yazılmayan arasındaki farkı anlayacak bir okur eğitimi de güçleşti. Başka bir deyimle artizanal olan, artistik olanı “piyasanın dışına” sürdü.Yazar eskiden entelektüeldi; şimdi “duygu insanıyım” diyenler çoğunluğa geçti. Yazar eskiden yazılmış olanlar içinden seçilmeyi arzu eder ve edebiyatın yazı geleneğini bilirdi; şimdi ise geleneği bilmek kusur oldu.
Eleştiriden neden kaçılmasın? Tartışma neden sevilsin? Böyle bir fikir kuraklığında, edebiyatı tartışacak ve üzerinde kalem oynatacak kaç kişi var ve kaç okur bunu izleyebilir? Ya da medya diliyle söylersek, “Bunlar yazılacak veya tartışılacak da ne olacak? Kaç kişi izleyecek ve kaç satacak? Getirisi ne? Eğlencesi var mı? Konunun popüler bir yanı olduğu söylenebilir mi?”
Kısaca hayır.
O halde yanıt da açık: “Sizi gündemden düşürüyorum.”


- Bu bakımdan, piyasa dinamiğinin etkisi hakkında neler söylersiniz? Özellikle medyanın sürati ve tüketiciliği, sözlerin, konuşmaların birbirleriyle ve nesneleriyle temassızlaşmasına katkıda bulunuyor, kanaatimce...

Biraz önce söylediklerimle yan yana getirerek şöyle sürdürebiliriz bu konuyu: Medya yöneticileri edebiyata kesinlikle pazarlanacak bir ürün gözüyle bakan kişiler. Edebiyattan anlayanı yok; ama pazarlama denince kitabın niteliğini ve okur tipini tanıyor ve kaç satacağını aşağı yukarı kestirebiliyorlar. Bu açıdan herhangi bir yazardan on kat daha fazla sezgiye sahipler. Ürünün çok satılması, çeşidinin çokluğu ve kısa süre içinde tüketilip yeni ürünlere yer açması, yani “raf ömrü” denen şey, onlara, biçem, edebiyat tarihi veya yazar ahlakı gibi kavramlardan çok daha anlamlı görünüyor. Hatta çoğu kez yazarların gevezelikleri yerine, satış rakamlarını önemsemek onlara çok eğlenceli geliyor.
Bir kere edebiyatın pazarlaması, piyasa terimleriyle gerçekleştirildiği için, iyi edebiyatın yer alamadığı “çok satarlar” listesi temel ölçüt oldu. “Çok satan” kavramı, edebiyat alanını işgal eden bir iktisadi kavram olarak üzerinde çok düşünülmeden kullanılır. Bunda “iyi olan” anlamı da içerilidir; çünkü okur denen o ulvi güç kitabın değerini teslim etmiş, eleştirmenin işine son vermiştir. Bundan sonra eleştirinin değil, satış rakamlarının borusu ötecektir. Bu durum, bundan böyle, edebiyatın salt tüketen niceliğine göre ayıklanacağına işarettir. Artık “bırakın kitaplar birbiriyle satışta rekabet etsin” denmektedir ve ne ilginç, bunu yazarlar söylemektedir.
Tarihin hiçbir döneminde vasatların “hüner sahiplerine, hadi bakalım benim kadar vasat mısın, benimle bir vasatlık yarışına var mısın” dediği ve destek bulduğu görülmemiştir. Böyle bir haksızlık edebiyata reva görülebilir mi?
Görülmüştür.
Yazar artık “image maker”la yan yana geliyor. Yazarın bir magazini var, ama yazarın estetiğini, yazı dilini, dünyamıza estetik dolayımından yaptığı katkıyı soran ve tartışan yok. O halde yazarlık ne? Bir ün savaşı mı? Listelerde kimin adının üste yazılacağı kavgası mı?
Başkalarıyla piyasa savaşı veren yazarın derdi nasıl edebiyat olur?
Böyle bir ortamda kim edebiyat hakkında konuşursa havaya konuşmuş sayılmaz mı? Temassızlaşma, aslında piyasa ilişkileriyle kuşatılmış edebiyata sözün işlemesini engelleyen bir sanal duvardan kaynaklanıyor: Edebiyat paranın gücüyle kuşatılmıştır ve orada yaptığı işin bilgisiyle uğraşmak neredeyse ineklik düzeyinde algılanmaya başlanmıştır. Aslolan, derse çalışmadan ağzı laf yapan şımarık zamane çocuğu olabilmektir.
Temas? Kiminle ve nasıl?


- Bu eğilimin edebiyat dışı düşünsel üretim alanlarındaki tezahürlerine ilişkin neler gözlüyorsunuz? Politik düşünceleri, tartışmaları (veya tartışmasızlığı) da katıyorum...


Kanımca akademik düzeydeki çalışmalarda son on yılda büyük bir açılım ve sağlamlaşma var. Edebiyat dünyası piyasaya kapılandıkça, piyasa dışında kalan ve aslında çok olmasa da belli bir okur çevresi tarafından izlenen bir akademik yayın dünyası çok parlak ürünler ortaya koydu.
Popüler olmadığı ve kolayca tüketilemeyeceği için sermayenin gözünü dikmeyeceği bir alan. Bu nedenle hem ahlakı hem de eyleyiş biçimi çok sağlıklı.
Ama spekülatif tarih ve sosyoloji “yazıcılığında” medyatik ton giderek ağır basmaya başladı ve bir bakıma alanın algılanma zorlukları komplo teorilerinin diliyle, “paslarından arındırılarak” dolaşıma girdi.
Sol söylemde ulusalcılığın, anti-semitizmin, Ermeni düşmanlığının, Balkan ve Kafkas romantizminin belirmesi beni hayretlere düşürüyor. Gençliğimde Devrimci Yol Dergisi çevresinde “Modern Faşizm” tartışmaları yaptığımız dönemi anımsıyorum da o tartışmaların çok çok erken yapılmış, soyut bir laf kalabalığı olduğu sonucuna varıyorum. Ancak “modern faşizm” kavramı hala aklımı çeliyor ve sezgilerim bu tartışmayı aynı başlıkla yeniden başlatmanın zamanının geldiğini söylüyor.
Çünkü faşizm edebiyatın düşmanıdır; bir faşist edebiyatçı, olsa olsa edebiyatı araçsallaştırarak düşmanlık ideolojisini estetize eder: Marinetti’nin kadınları aşağılayan bildirisini anımsayalım. Faşizm edebiyatta katakulli arar, ihanet görür, satılık olma hali bulur. Bu kadar ideolojik, politik ve genel ahlak ölçütleri kullanarak edebiyatın üstüne gelen bir “eleştiri” olabilir mi? Sağda ve soldaki keskin kılıçlı silahşorların aynı dili kullanması korkutucu değil mi?
Öyle görünüyor ki, edebiyatçı hem iktisadi, hem de politik zorbalar tarafından kuşatılmıştır. Yapılan şey, özgür düşüncenin ve tartışmanın sona erdirilmesi için baskılı bir ortam yaratmaktır. Ne uğruna? Başkaları gibi düşünen bir yazar yaratmak uğruna.
Stalin hiç değilse, kendine benzetmek istemiyor, öldürüyordu.
Dönem ve içerik değişti, böyle oldu.


- Edebiyatçıların kendi kamu’larını oluşturmaları bakımından nasıl görürsünüz bu girişimin ufkunu? Edebî kamunun ‘klasik’ anlamı: Edebiyatçıların –etkin/meraklı okurların da katılımıyla- kendi dillerini ve iletişim ortamlarını kurmaları, böylece hem özerk bir alan hem de gereğinde ‘genel kamu’ya hitap edebilen bir tür otorite oluşturmaları... Aynı zamanda bir tür karşı-kamuoyu imkânı olarak düşünüyorum bunu. Böyle bir oluşumun zamanımızda, bu memlekette, yeri ve faydası var mı? İmkânı, ihtimali nedir? Varsa, yolu, yordamı, ilkeleri ne olmalı?

Doğrusu, ben hep böyle “edebi davaların adamı” olmak istedim; ama her girişimimden yaralar alarak çıktım. Edebiyatçı kamuoyunun oluşabilmesi için, edebiyatçıların birbirini okumaları gerek. Bu konuda ben pek iyimser değilim.
Şunu söylemeden geçemeyeceğim: Şairlerin kendilerinkinden başka bir şiirle bağdaşık olmadıklarını ve okumadıklarını söyleyen çok ciddi, aklı başında insanlar görürüz. Eleştirmenleri okumayan yazarlar zaten bilinen bir olay, ama bırakın başkasını okumayı, dünya klasiklerini doğru dürüst okumuş ve bundan kendi edebi yoluna ilişkin çözümler çıkarmış kaç yazar olduğu söylenebilir?
Birgün’de Ayça Atikoğlu bizim girişimimizden alaycı bir dille söz edecek, sağdan soldan bakalım ne zaman kavga edip ayrılacaklar dedikodusu gelecek, sonra da biz bu girişimin başarısından söz edeceğiz!
Girişimimiz niyetiyle ve yaptıklarıyla çok önemlidir, ama kamuoyu yaratma ve bu gidişata alternatif bir topluluk oluşturma şansı yoktur. Çünkü kamuoyuna bilgi taşıyan, olayı duyuran yazarlardaki alaycı eda,buna niçin başvurduklarını anlayamamak bir yana, insanı büyük bir umutsuzluğa sürükleyecek cinstendir.
Yazar derneklerinin bir tür yazar ve şair tanıtım ajansı gibi çalıştığı, yazar örgütlerinin Nobel pazarlaması yaptığı, yazarların “yazmak”tan önce “tanınmak” gibi bir ilkeyle hareket ederek fuar fuar dolaştığı bir ülkede yazıyı önemsemeye ilişkin her uyarı, önce bu büyük yazar bloğunun muhalefetine toslayacaktır. Çünkü edebiyat öncelikle yazı değil yazarın kişiliği ve ünü olmuştur. Bu ülkede yazarların edebiyat için bir umut olmaktan çıktığını düşünüyorum. Has edebiyatçılar az veya çok satanıyla bu topluluğun küçük bir bölümüdür; onlar da kıskanç eltiler gibi birbirleriyle çekişmeyi ve yarışmayı iş edinmişlerdir.
Geriye bir tek umutsuzluk kalıyor.
Her zorluğu yenme arzusu yaratan umutsuzluk.

Birikim Dergisi Kasım 2005 sayı 199 (Oya Baydar’ın yanıtları bu metinde yer almamaktadır.)