Kalenderiye'ye Dame de Sion Edebiyat Ödülü Verildi




14 Mayıs 2009'da Fransız Sarayı'nda yapılan törende jüri başkanı Tomris Alpay Gürsel Korat'a ödülünü verdi. Törende Fransa'nın Türkiye Büyükelçisi Mr. Bernard Emie de bir konuşma yaparak ilk kez verilen bu ödülün Fransa ve Türkiye arasındaki kültür etkileşimine katkıda bulunacağını umduğunu söyledi.

GÜRSEL KORAT'IN ÖDÜL KONUŞMASI

Sayın Konuklar,

Ben bir okulda büyüdüm.
“Okulda büyüdüm” dememi abartı sanmak mümkün, fakat öyle değil; ben gerçekten bebeklikten on bir yaşıma kadar tüm zamanımı kocaman bir okulun alt katındaki evimizde geçirdim.
Okuldaki haritalar, maketler, tebeşirler, deney aletleri ve kütüphane herkes gittikten sonra bana kalırdı.
Bu masal gibi hakikati annemle babamın harika yoksulluğuna borçluyum.
Evimiz okulun alt katında, kuytu bir köşedeki iki odaydı. Bugün neresinden baksanız garip görünen bu olay, hizmetlilerin hem okulu beklemesi hem de her an orada bulunması amacıyla düşünülmüş bir uygulama olsa gerekti.
Bütün bunlar, benim durumdan sıkıntı duyarak büyüdüğüm anlamına gelmez. Zengin ve fakirin kesin hatlarla birbirinden ayrılmadığı bir mahallede, Kayseri’nin artık yıkılıp gitmiş olan o taş evlerle dolu sokaklarında, bir bakıma en mamur, damı akmayan, ferah ve en curcunalı mekânı “benim” olduğundan, çocukken yoksulluğu doğrusu pek de kavrayamadım.
Şahane çocukluğum bir okulun içinde geçti.
Hâlâ düşlerime giren, zaman zaman içimde canlanan ilk evimin bir okul olması nedeniyle bunları anlatıyorum. Şüphesiz bu “evde” ailemin diğer üyeleri de yaşadılar, ancak şimdi, geçmişimden söz ederken anabileceğim yakınlarımı bir yana koymak istiyorum. Böyle bir günde büyüklerimle ilgili duygularımı kendime saklayıp, büyük evimdeki sınıfları, bahçeyi, ağaçları ve haritaları kutsamakla yetineceğim.
Çocuk cıvıltıları gibi şenlikli ve adil bir toplumsal düzen arzulayan benim, tüm ruh ve akıl düzeneğimin okulda kurulduğunun farkındayım. Aklım, okuldan edindiğim ruh konforu ile zor yaşam koşulları arasında durmadan salındığı için, bugün de, geçmişte de, hep okul kadar kurallı, hayat kadar tedirgin oldum. Yaşamıma müdahale eden hiçbir otoriteyi sevmedim. Hiç kimseye veya düşünceye iman etmedim. İman yerine bilimsel şüpheyi, körü körüne bağlılık yerine sorgulamayı öğrenmişsem; bilimi, sanatı, duyguyu ve aklı birbirinden ayırmışsam, öğrenirken disiplinli olmayı içselleştirmişsem, bunda okulda büyümüş olmamın payı büyüktür.
Kişiliğim herkesin önlük giyerek eşitlendiği bir mekânda biçimlendiği içindir ki, günlük ilişkilerde statü farklarını dayatanlardan veya sınıf kibriyle davrananlardan uzak durdum. Zaten mahallemizde de toplumsal sınıflar arasındaki farktan çok cinsiyetler arasındaki eşitsizlik bütün çarpıcılığıyla yaşanmaktaydı. Benim romanlarımdaki kadınlar bu kadar özgür ruhlu ise, bunu da okulda öğrendiğim bellidir: Çünkü kadınların geleneksel roller oynamaya itildiği o zamanlarda, ben çalışan bir annenin çocuğuydum; annemden beni sırtında taşıyarak sınıfları temizlediği bebeklik günlerimin hikâyesini dinliyordum.
Ruhsal yaşamı okulda biçimlenmiş bir yazara bir okulun ödül vermesinin, aklımın derinliklerindeki yankısı kısaca böyledir.
Geriye biraz da bunun bendeki sanatsal etkileri hakkında söz etmek kalıyor:
Edebiyatımızın en tanınmış kahramanı Çalıkuşu Feride, bildiğiniz gibi “Dam dö Siyon Mektebi’nden diplomalı”dır ve Anadolu’ya geçip, acısını bir okulda öğretmenlik yaparak dindirmeye gitmiştir. Onun duygulu, hüzünlü ve özverili ruhundan pay kapmış olan benim de, Anadolu’yla gönül bağımı asla yitirmeden, İstanbul’da, Dame de Sion’dan duygudaşlık belgesi almam, rastlantının azizliği olsa gerektir.
Feride’nin aşk acısı çekerek gittiği Anadolu taşrasındaki yalnızlığıyla, benim kahramanlarımın Kapadokya’daki yalnızlığı, tuhaf bir biçimde benzeşir: Kanımca yalnızlık, büyük tutkuların kaynağıdır. Doğrusu benim edebi tutkularım koca bir okuldaki yalnızlığımdan mı doğmuştur, bunu bilemiyorum ama çocukluktan beri gözlerimi içime çevirerek, edebiyatın en çok ihtiyaç duyduğu şey olan “duyguların farkına varma”yı yalnız başıma öğrendiğimden eminim.
Kalabalıklar içinde yine kendim olarak kalmayı, yalnız başına düşünmeyi okulda öğrendim. Mahalledeki evlere benzemeyen bir yapıda yaşayıp bu evlere, mahalleye ve hatta kente uzaktan bakmayı keşfettim; eskiyi merak ettim, aklım geleceğe, ruhum geçmişe yöneldi. Çünkü Roma’dan kalan dış kale surlarında saklambaç oynayan, oradan da hemen bir adım ötedeki avuç içi kadar şehre bakan o çocuğun gözünün önünde, taşlaşmış, mimari biçimlere girmiş bir zaman ve mekân durmaktaydı.
Romantizmin ve avangardlığın buluşabildiği hallerimi, hem Kayseri’de yetişmemle, hem de geçmişle geleceği birbirine bağlayan bir eğitim kurumunda büyümemle açıklayabilirim.
Edebiyat, çocukluğumuzun ruhunu zamanda saklamak, yaşımızla çoğalan deneyimi yollara saçmak içindir. Bunu yaptıkça, saçtığımız ekmek kırıntılarını izleyerek içimize gideriz ve oradan da geçmişimize döneriz. Zamanda yitip gitmeyelim diyedir bu; bir de tuhaf ama geleceği anlayalım diyedir. Çünkü yetişkinler çocukluklarında yalnızca geçmişlerini değil geleceklerini de görürler.
Ne var ki insan, hem geçmişi hem geleceği bilmek istese de, hep ve daima şimdiyi yaşamak zorunda olan bir varlıktır. Edebiyat bu yüzden bilimin ve tüm disiplinlerin ayırdığı geçmişi, şimdiyi ve geleceği ruhsal yaşantılarımızın kalıbına dökerek ebedileştirir.
Hiç ummadığım bir zamanda yüreğimi yumuşatan, aklımı karıştıran ve ruhumdaki eskiyi okşayan bugünü, ebedi duygular içinde ve hep şaşkınlıkla anacağımı bilmenizi istiyorum.
Hepinize teşekkür ederim.

Agos Kitap Eki, Haziran 2009'da yayımlanmıştır.


FIRST NOTRE DAME DE SION LITERARY AWARDS HAVE BEEN GIVEN


French High School Notre Dame de Sion organized the Notre Dame de Sion Literary Award Ceremony in the high sponsorship of Mr. Bernard Emié who is the Turkish Ambassador of France and Mrs. Christine Moro who is the Consul General of Istanbul at the French Palace on the Thursday, May 14, 2009. The guest of honor of the ceremony was the great masterof literature, Yaşar Kemal.

Notre Dame de Sion Literary Award that found its owner for the first time this year and has been rewarded to Gürsel Korat for his novel by the name of Kalenderiye.

Gürsel Korat, who received his award from the hands of Tomris Alpay, who is the Chairperson of the Notre Dame de Sion Literary Award Juror, explained in his thank you speech why he for the first time accepted a literature award: "I grew up in a school, it is possible to consider the words "I grew up in school" exaggeration however it's not likethat; I actually spent all my time from infancy up to eleven years of age in our home which was located in a flat beneath a humongous school. The reason I stayed away from people who impose differences of status or behaves with the class arrogance in daily relationshipsis because my personality took form in a place where everyone was equalized by wearing a uniform. Inequality of sexes, rather than the difference between the social classes, was being experienced with all its devastation already in our street. If the women in my novels are as this much free spirited, it is also obvious that I learned this in school: Because in those days when the women were pushed to play the traditional roles, I was a child of a working women; I was listening the stories of my babyhood from my mother while she cleaned the classrooms and carried me on her back. The echo in the depths of mymined for a school to reward and award to a writer whose spiritual life has been formed in school is briefly like that. What is remaining behind to talk a little about is the artistic affects of this in me: Çalıkuşu Feride, who is the most recognized character of our literature as you all know is "a graduate of Notre Dame de Sion School" and goes to Anatolia to subside her sorrows by becoming an educator in a school. For me, who also took his share of her emotional, melancholic, and self-denying soul, to receive a certificate of empathy from Dame de Sion in Istanbul never losing my love for Anatolia, must be the saintliness of coincidence".


Jurors of the project conducted together with the Association of Notre Dame de Sion of the Notre Dame de Sion High School are completely formed of the graduates of Notre Dame de Sion. Jurors of the NDS Literature Award according to the years of their graduation are Foreman Tomris Alpay who is a pharmacist and a writer, Dr. Yazgülü Aldoğan who is the columnist of Posta, Prof. Dr. Nükhet Güz who is the Former Dean of Istanbul Culture University and Design Faculty, Former Dean of Istanbul University Communication Faculty, former columnist of Cumhuriyet, Hafta and Günaydın, Mayda Saris who is the Publication Coordinator of Agos Newspaper, Assistant Pr. Dr. Füsun Türkmen who is in charge of Erasmus program and who serving as a Lecturer in the Department of International Relation of GS University, Feyza Zaim who is a writer an a translator, Özlem Yüzak, who is the Former Finance Director of Cumhuriyet Newspaper, columnist and Editor of İş Yaşam Sayfası, Saadet Özen, who is the Former French Editor of Can Publishing and translator, and R. Ebru Erbaş, who is “the Director of Special Projects” of Profilo Holding and Certified translator.

Prize winning novel Kalenderiye was selected among the books published within the last two years without the applications of authors. Award jurors unanimously agreed for the book of Gürsel Korat, who concentrates on the differences and similarities that the lifestyles of the people bring in and inquires the universal values with the characters selected from the past without being stuck on a nostalgic discourse opposite of many historic novels, and who includes his readers to this inquiries with fiction where the historical events and places skillfully take place and for remembering the language and feel of literature while narrating historic stories to receive the first Notre Dame de Sion Literature Award.

Romanda Tarih

8 Mayıs 2009'da Yıldız Teknik Üniversitesi'nde Tarih ve Roman konulu konferans. İkinci Oturum'daki Konuşmacılar: Prof Dr.Taner Timur, Hakan Erdem ve Gürsel Korat. Oturum Başkanı Prof. Dr. Gencer Özcan

GÜRSEL KORAT'IN KONUŞMASI:

"Stalinizm, edebiyatı bir politik araç haline getirmiş, sanatçılara da sosyalist olduğu öne sürülen o politika için çalışmayı buyurmuştu. Sosyalizme bir türlü bağlanamayan veya sanatla politika arasında doğrusal ilişki kuramayan sanatçılar “ajan, provakatör ve hain” olarak damgalandı, onlara çok eziyet edildi.
Şimdi bunun karşısına bir de o zamanlar “Özgür Dünya” propagandasının mimarı olarak şişirilen Birleşik Devletler’i koyalım. Hemen hemen aynı yıllarda, Mc Carthycilik de, Stalinizmle yarışıyordu ve Birleşik Devletler’deki sosyalist sanatçıları kovuşturuyor, onları ajanlık ve ihanetle suçluyordu.
Stalin sanatçının aklına emretmekte, egemen politika için çalışmasını buyurmaktaydı. Mc Carthy ise sanatçının vicdanına emrediyor, muhalif politik duruşunu ezmek istiyordu.
Böylece her iki kampta da sanatçının ağır bir politik ve estetik baskı altında tutulduğu tartışmasız bir hakikatti.
Sanat üzerinde yürütülen bu hain ve acımasız baskı, sanatla politik iktidar ilişkisini pragmatik bir araç-amaç düettosu haline getirdi. İki ayrı politik kamp vardı ve bu iki politik kampın sanat beğenisi “politikaya uygunluğu” ölçüsünde onaylanmaktaydı. Devrim veya millet için sanat yapıldı mı, bunlar siyasal iktidar tarafından da onaylandı mı “iş tamam”dı.
Sosyalist olduğu söylenen ülkelerde “devrim ve halk için” üretilmiş eserler sanat eseri sayılıyordu. Durum, şimdilerde ruhun kurtuluşunu sağlamak için yazılan İslami romanları sanat eseri sayan bağnazlıktan farksızdı. Sanat ve siyasa araç amaç ilişkisi bakımından tam bir uyum içinde görünmekteydi.
Madalyonun öbür yüzünde ise sanat ve siyasetin ayrı olduğunu söyleyerek, sanatın seçebileceği konu kapsamını daraltan, sanatın her şeyi konu alabileceğini reddeden baskıcı Amerikan rejimi vardı.
Birleşik Devletler’i model olarak seçen ülkemiz de, faşizan bir rejim kurmaktan yana hiç de geride kalmamıştı. Hatta Hitler’in yenildiği 1945 Mayıs ayı, bizde neredeyse Türk tipi nazizmin, Mc Carthy gibi tepeden inerek ortalığı kasıp kavurduğu bir kaos çağının başıdır. O yıllarda, “demirperde ülkeleri”ndeki baskı rejimini eleştiren, orada halkın da, edebiyatın da özgürlükten yoksun kaldığını söyleyen Türk elitleri, solcu edebiyatçıları ölüme ve hapse yollamakta tereddüt etmediler. Matbaalar basıldı, gazeteler yakıldı, söz özgürlüğü tümden yok edildi. Şüphesiz bütün özgürlükler yok edilmemişti, örneğin iktidarın kendisine benzemeyenleri yok etme özgürlüğü sağlamdı. Orhan Veli’nin deyişiyle kelle fiyatına hürriyet bedavaydı ve “milli edebiyat” adı altında her türlü politik edebiyat taşeronluğu serbestti.
Durum böyle olunca edebiyatın politika karşısında düştüğü bu aczi derinden yaşamış olan benim ve kuşağımın “edebiyatın özerkliği” konusunda Marcuse’te somutlanan açılımı ne kadar derin bir coşkuyla karşıladığımızı anlatmak sanırım gereksizdir.
Fakat burada bir soru beliriyordu: Edebiyat ve politika arasındaki hegemonik ilişkiyi yadsımak, 1950’lerde Amerika kıtasında “edebiyat ve politika ayrı şeylerdir” diyen ve bu söylemle sosyalistlerin kanına ekmek doğrayan despotizmin dümen suyuna girmek anlamına mı geliyordu? “Ne yani işimiz gücümüz çiçek böcek şiiri yazmak mı olacak” diyen ve edebiyatta politik vicdanla yaratılmış ürünlere gönül bağlayan solun bir bölümü için, politikanın sanata üstünlüğü fikri pek de değişmedi. Zaten diğer siyasal görüşler, süreç içinde sanatı iktisadi ve politik açıdan boyunduruk altına almayı çoktan yasallaştırdığı için, böyle bir duruşun görünüşte haklı bir yanı da vardı.
Şüphesiz yorumsamaya dayalı bütün disiplinlerde bir önermenin zamanla karşıtına dönüşme olasılığı vardır. Fakat bu, -örneğimizden hareket edecek olursak- edebiyat ve politikayı ayıranların hepsini Mc Carthy’ci, edebiyat ve politika arasında sınırı inceltenlerin hepsini de Stalinci yapmaz.
Romanda tarih sorununu incelerken neden politika ve edebiyat ilişkisinin sorunlarından söz ederek işe başladığımı merak edenler için, hemen söyleyeyim ki, kanımca tarihsel olaylara yaklaşım yöntemi, edebiyattaki asal politik çerçeveyi oluşturur.
Romanda büyük kahramanlar ve tarihsel olayların yapısı hakkında konuşmak mı yoksa tarihsel bir zemin üzerinde, estetiğin imkânları içinde, insani hakikatle yüzleşmek mi? Bu ikisinden birine yönelmenin bir politik seçim olduğunu açıkça iddia ediyorum. Bu seçim yazarı ya iktidar retoriğine ya da her türlü iktidardan bağımsız olmaya ihtiyaç duyan estetiğin retoriğine götürecektir.
Öncelikle tarihsel roman, tarih romanı, tarihi roman gibi kavramları birbirinden ayrı tanımlamaya çalışmaktan artık vazgeçmek gerekir. Hepsi aynıdır; içinde tarihsel bir olay geçen, dramatik kuruluşu tarihsel olaylara göre ilerleyen romanlara tarih romanı denir. Ancak tarih romanlarının “roman” yönünü öne çıkararak hiçbir tarihsel iddia ortaya koymayan yazar tutumuyla, estetiğe boş verip “bildirisini” yazan yazar tutumu tarih romanı üzerindeki tartışmamızı belirler. İşte bu iki tutum da şüphesiz politiktir ve birbirine taban tabana karşıttır. Hatta daha ileri giderek şunu söyleyeyim, tarih zemini üzerinde insanla ve estetikle uğraşanlar özgürlükten, tezler, önermeler yazanlar tereddüt etmeden söylüyorum, despotizmden yana tercihlerini kullananlardır.
Bu işin tarihçesi üzerinde uzun uzun duracak değilim; fakat kısa tarihçe notu olarak bir iki şey söylemek istiyorum.
Deneysel bilimlere öykünerek deneysel bir roman peşinde dolaşan Zola gibi, erken de olsa bir toplumbilimsel yaklaşımla tarihsel roman yazmaya çalışan Tolstoy’dan da söz edilebilir. Tarihsel olayların zemini üzerinde bir dönemi anlamaya çalışan Savaş ve Barış gibi romanlar şüphesiz çok seyrek yazılmış, destansı kişilerin ve olayların peşinde koşan ve melodram sınırında gezen popüler romanlar ise sık sık kaleme alınmıştır. Hatta Alexandre Dumas neredeyse tek başına bir tarihi roman işletmesi olmuştur.
Fakat tarihsel romanın tatlı bir geçmiş özlemi, bir retorik rüyası olmaktan çıkıp, “elzem” hale gelmesinde milliyetçi hareketlerin büyük payı olduğu anlaşılıyor. Tarihi yeniden yazan milliyetçilik, bu yeniden yazımın destanını uydurmanın ve söz düzenini kurmanın en gözde yolu olarak edebiyata başvurmak zorundaydı. Böylece romanda büyük tarihi kahramanlıklar, “biz ve öteki” kalıpları, şiddet, erkek egemenliği, din ve etnik böbürlenmeler olağan hale geldi. Aslında açıkça anlaşılacağı üzere, özellikle milli romanın doğuşuyla birlikte tarih romanı başka bir aşamaya geçmiş, politik aygıtın ideolojik şubelerinden biri haline gelmiştir. Kilisenin İncillerin bazısını reddederek, kabul ettikleriyle bir din kanonu yaratması gibi, milli devletler de bazı edebi ürünleri seçip bazılarını reddederek edebi kanon kurmuşlardır.
Şiirsel ve ironik diliyle romans sınırlarında gezen bir Don Kişot, adalet özlemini dile getiren romantik bir yapıt olarak Kleist’ın yazdığı Michael Kohlhaas, bir mitolojik üst kurmaca olarak Thomas Mann’ın Seçilen, romantik ve gerçekçi yapıtlar olarak Tolstoy’un Hacı Murat ve Gogol’ün Taras Bulba; tarihi değil, tarihsel olaylar içindeki kişilerin hallerini anlatan romanlardır.
[1]
İşte bu noktada, romanda tarih neye yarar sorusunu ortaya koyarak konuyu derinleştirmek zorundayız. Bu soruya verilen yanıtlar, tarihsel romana bakış açımızı belirler. Bu soruya verilen yanıta göre insanlar estetik veya ideolojik önceliği seçmiş olurlar.
Savaş ve Barış, tarihsel romanda nesnelliğin en tanınmış, en büyük örneğidir. Bu romanda tarihi olaylar kahramanların içinde gezdiği fiziki mekânı oluşturur. Yazar bütün insanlara, Rus ve Fransız demeden eşit mesafede durur. Hiçbir roman kahramanı yazardan rol çalmaz, yazarın romandan bağımsız bir savaş analizleri bölümü vardır, bu analizlerin de romanla ilgisi yoktur.
Roman tarihinin “en çok tarih kitabına benzeyen romanı” olarak gördüğüm Savaş ve Barış, romanda tarihin ne işi olduğunu hem tarihten hem de romandan yanıtlayabilmek lüksüne sahip ender yapıtlardandır. Yani 1812 Borodino Savaşları’nda ne olduğunu anlamak bakımından, romancının anlamak istediği tarihsel sorulara tarihçi titizliğiyle yanıt veren bu roman, aynı zamanda kahramanları irdelemek yönünden de bir tarafsız göz titizliğiyle ruhlara ayna tutar.
Bugün hayranlıkla okuduğumuz bu romana, roman sanatı açısından mesafe koysak bile bu tavır, ondaki estetik görkemi ortadan kaldırmaz. Anlaşılacağı gibi estetik değeri hakkında hiç şüphe etmediğim bir roman olan Savaş ve Barış’ın, tarih tartışması yapılan roman-dışı ara bölümlerine itiraz edebiliyor ve bunu bugünün roman anlayışı bakımından uzak bulabiliyorum. Ne yazık ki, Tolstoy’la estetik düzleminde yapabildiğim bu tartışmayı, günümüzün pek çok yazarıyla yapamam. Onlarla roman sanatı hakkında tartışmaya başladığımda önüme politik, ideolojik ve tarihsel tartışmalar çıkar.
Bu, bugünkü yazarların tarih konusunda daha bilgili, daha donanımlı olmasından mı gelir? Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı yazarken nasıl çalıştığı hakkındaki anekdotları bilenler için gülünç bir soru olur bu.
Peki o zaman neden günümüzün yazarı, tarih romanı yazdığında insani deneyim ve estetik düzleminde değil de, tarih bilgisi düzleminde bulunmayı yeğliyor? Bilmek ve açıklamak neden romancı için bu kadar önemli olsun? Romancı neden tarihçiliğe özeniyor? Roman yazarı niçin insan davranışıyla ilgili bir dramatik bütünlüğü değil de, tarih bilgileri ve ideolojik kalıplarla yazıyor?
Mc Carthy veya Stalin döneminde zorla yaptırılmak istenenin, Milli Edebiyat akımıyla sipariş verilerek inşa edilenin, bu kez bile isteye ve gönüllü olarak yeniden piyasaya sürülmesi eylemine neden ihtiyaç doğdu?
Bir edebi tür olan romanda, bir bilim dalı olan tarihin işlevini ve anlamı nedir?
Tarih ve roman hakkında öne süreceğim şu yedi önermeden hareketle, bu soruların yanıtına doğru yürüyebileceğimizi umuyorum:

1) Tarihsel roman, tarihi açıklayan roman değildir.
2) Tarihsel romanda tarihi kişiler ve tarihsel önermeler, kurmacanın önüne geçerse, yapılan iş siyaset ve propaganda olur.
3) Romanda tarihsel tezler öne sürmek ve tarihle ilgili tartışmalar yapmak, kabul edilebilir bir tutum değildir.
4) Tarihsel romanda anakronizma mümkündür; bütünüyle anakronik yapılar da kurulabilir, yer yer anakronik hallerin göze çarptığı yapılar da.
5) Tarihsel roman, yazarın kendi yaşadığı tarihten geçmişe doğru baktığı varsayımsal bir geçmiş bilgisine dayanır. Romancı, geçmiş üzerinde fikir yürütürken bile şimdiki zamanın bilgisiyle geçmişi tartıştığını unutmaz.
6) Tarihsel roman, bugünden geçmişe doğru uzanan bir sürecin mantıksal ve kavramsal çapta tanımlanması işi değil (bu olsa olsa tarihin işidir), varsayımsal bir tarih zemini üstünde yaratılan estetik bütünün, geçmişte olduğu ifade edilen yaşam hallerinin duyular ve imgelem düzeyinde çözümlenmesi işidir.
7) Büyük tarihsel kişiler hakkında yazmak, büyük roman yazmak anlamına gelmediği gibi, tarihte hiç işitilmemiş kişiler hakkında yazmak da önemsiz şeyler yazıldığı anlamına gelmez. Tarihsel roman yazan kişinin estetik normları, genel roman estetiğinin normlarından hiçbir biçimde ayrılmaz.

Şimdi bu önermelerden hareketle bazı somut örnekler hakkında düşünebilir ve yorumda bulunabiliriz.
Amin Maalouf ve Paulo Coelho ikilisinin ülkemizde -ve sanırım dünyada da- birincisinin tarihçilik, ikincisinin inanç ve din ekseninden hareketle roman sanatına verdikleri zararın etkilerini derinden hissetmekteyiz.
Ülkemizde millî roman geleneğine bağlı olarak zaten romanın aleyhine, propagandanın lehine yaratılmış olan ortama birer pekiştireç gibi dalan bu iki yazarın romanları, roman sanatı üzerine yapacağımız tartışmalarda maalesef “Dünyada herkes bunu böyle yapıyor” demeye kadar varabilecek birer karine halinde duruyorlar.
Kemal Tahir, A.Ziya Kozanoğlu, Peyami Safa, Tarık Buğra, Necati Sepetçioğlu bir yanda dursun, tarih konulu ilk aykırı denemesiyle bir epope olarak göz doldursa da -roman olmadığı için- Nazım Hikmet’in Bedrettin Destanı’nı hadi bir yana koyalım, romanda ilk farklı duruş sanırım Orhan Pamuk’un Beyaz Kale’sidir.
Doksanlı yıllarda tarihsel roman furyası başladığında ilk yazılan örnekler aslında Orhan Pamuk’la başlayan ve tarihi tez içermeyen roman anlayışına uygundu. Ne var ki bu yeni yönseme üzerinde tarihsel roman sorununu tartışmaya fırsat kalmadan Coelho-Maalouf-Kemal Tahir ve milli roman cereyanını aşkınlaştıran ve adına “Dünsel İddialar Romancılığı” adını vermekte hiçbir sakınca görmediğim roman anlayışı ortalığı toza dumana kattı.
Temelde üç yazı odağının belirdiğini düşündüğüm bu romancılık tarzı, şu üç yol içinden gelişti:

a) Tarihte büyük kişiler vardır, bunlar resmî tarih tarafından yanlış gösterilmektedir, doğrusu bu romanın anlattığı gibidir. (Nedim Gürsel, Boğazkesen)
b) Tarihte resmi tarihin eksik anlattığı, aslında anlatılsa tarihin başka türlü yazılacağını anlayacağımız tarihsel kişilikler vardır. (Reha Çamuroğlu, İsmail, Son Yeniçeri)
c) Tarihimiz ve bu ülkeyi kuran insanlar gerçeği gözden kaçırmaya çalışan birileri tarafından unutturulmaya çalışılmaktadır, romancı bunu hatırlatmakla görevlidir. (Turgut Özakman, Ah Şu Çılgın Türkler, Diriliş, vb..)

Şüphesiz, yazarlar bu sözleri ifade etmedi, bunları ben neden böyle sınıflandırdım, açıklayayım.
Nedim Gürsel’in romanı Boğazkesen’de, Fatih Sultan Mehmet, eşcinsel ilişkiler, sadist cinsel ilişkiler ve aynı zamanda İstanbul’u fethetme tutkusu ile yan yana konuluyor. Yazar cinselliği özel bir önemle vurguluyor; bu durum aslında roman tartışmasından çok cinsellik, iktidar, tarihi gerçekler gibi başlıklar altında tartışılabilecek bilgi kapsamını çağırıyor.
Reha Çamuroğlu, “gerçeği anlattığını” düşünüyor. Şah İsmail şöyle bir adamdı, hakkında anlatılanlar şunlardır, resmi tarih şunu söylemiştir, nefesleri de zaten şudur. O halde, yazılan şey “okur tarihi daha rahat anlasın” diye yazılmış bir tarih kitabı oluyor. Fakat bu arada edebiyattan rol çalmak ve “bu aynı zamanda bir romandır” demek de unutulmuyor.
Turgut Özakman, dipnotları ve fotoğraflarıyla roman tekniğine yeni katkılar yapıyor. İddiası büyük: Gerçekleri söylüyorum. Soru şu: Peki o zaman neden bu yazdığınız şey tarih kitabı değil de roman? Çünkü, tarihtir dendiğinde roman olmanın, roman dendiğinde tarih olmanın avantajlarını yitirmek istemiyor.
Yani bütün bu romanlarda ya cinsellik ve iktidar hakkında bir bilgi süreci, ya siyaset ve iktidar sorunu ya da kahramanlık ve ideoloji tartışılıyor. Konu o kadar mantık, ahlâk ve kavram boyutunda akıp gidiyor ki, bunların estetik imkânlarla ilgisi bulunamıyor.
Coelho’nun mistik anlatımını sorgusuz benimseyen, Maalouf’un günümüz kahramanıyla tarihsel kahramanı paralel yazma tavrını aynen kopya eden bu yeni sentezcilik, sanat ve edebiyatı lafzen benimseyen, ideolojik tartışma nesnesi olduğu halde edebiyatta itibar gören öznelerdir.
Elif Şafak Aşk’ta bütün mistikleri öve öve göklere çıkarırken Turgut Özakman’dan pek uzak değil. Nedim Gürsel de tarihseli ve günümüzü paralel kurgularken Elif Şafak’tan uzak değil.
Tarihsel roman yazarının tarihi kişilerle özdeşleşme duygusunun gülünçlüğü, onları övme duygusuyla yan yana geldiğinde temelde narsistik bir hali dışa vuruyor. Roman yazarı yazdığı kişiyi değil, yazdıklarını temsil eder. Bu nedenle Keyhüsrev’i yazınca Keyhüsrev gibi ortada dolaşmak gerekmiyor. Roman yazarı Keyhüsrev’in tarihsel başarılarını, yaptıklarını yapamadıklarını tartışan kişi olmadığını, onun dolayımından sanata, hayata, insana, ruha, eylemlerimize, ahlakımıza baktığını unutmayan, bulduğu estetik imkanlarla daha büyük bir iş kotarmaya çalışan kişi olsa gerektir.
Romanda tarihi olayları tartışmak roman aleyhine bir politik seçimdir. Bir yazar, roman lehine politik seçimini, edebiyat hakkında konuşmadığı alanda politika konuşarak yapabilir.
Yazarın politika yapma hakkı vardır fakat bu, roman yazarak yapılan politika olamaz. Böyle bir politikayı düşünceye boyunduruk takmak isteyenlerin elinden çekip alabilmek için harcanan emek hep hatırlanmalıdır. İttihat ve Terakki, Ömer Seyfettin, Stalin ve Mc Carthy sanata ne yapmıştı sorusunu, sanat üzerinden ideoloji, politika veya din pompalamak isteyenleri gördükçe hep hatırlıyorum."

[1] Sinkiewicz’in Quo Vadis’ini, Hıristiyanlık, tarih ve insan arasında arafta kaldığı için başarısız bir roman olarak değerlendiriyor ve bu listeye almıyorum.

Gürsel Korat'ın 8 Mayıs 2009 tarihinde Tarih ve Roman Konferası'nda "Romanda Tarih" başlığı altında yaptığı konuşmanın tam metnidir. YKY Kitap-lık dergisi, Temmuz_Ağustos 2009 (Sayı 129)'da yayımlanmıştır.