GÜRSEL KORAT'LA SÖYLEŞİLER



AY ŞARKISININ AHVALİ

Sence zaman nedir? Zaman, insan, yazı-edebiyat ilişkisini nasıl değerlendiriyorsun?

“İnsanın varolması zorunlu mudur” sorusunu bilmem hiç düşündün mü? Bu soru insanın doğmadan önce dünyanın varlığıyla ilgili hiçbir yaşantıyı bilmediğinin farkına varmasını sağlar. O zaman da şu soruyu sorarız: Çevremde gördüğüm insanların hepsi tıpkı benim gibi kendilerine “ben” diyorlar ama ben onlardan farklı olarak hep kendimi algılıyorum; iyi ama neden ‘ben’ diye bir şeyin bilincindeyim, neden bir kurbağa değil de insan bedenindeyim?
Bu soru insanı metafiziğe getirir ve insanın bir mümkün varlık değil, zorunlu varlık olduğunu düşündürür.
Ne var ki ölüm insanı başladığı yere döndürmektedir; nasıl ki doğmadan önce hiçbir şeyin farkında değil idiysem ölünce de doğmadan önceki gibi olacağımı anlarım.
Bu ise yeni bir sonuçtur; buradan materyalizm çıkar ve insanın varlığının zorunlu değil, mümkün olduğunu gösterir.
Zaman nedir sorusu insanın “ben neyim” sorusuna denk, çocukca ve saf bir sorudur. Her çocuk gibi merak doludur; neden değişiyorum, neden değiştiğimi bilmem neden gerekiyor, ölüp gidince bildiklerimin bana ne yararı olacak, geçmiş zaman nedir, gelecek nedir, gibi.
İnsanın maddi varlığının geçiciliğini bilmesi, söz aracılığıyla zamanın bir yerine ilmik atmak çabasını doğuruyor. Söz yapısı gereği soyut ve onu yazanın maddi varlığını gereksinmeyen bir şey olduğu için zaman kavramıyla uğraşmanın daha çok metafizikçilerin uğraşı olduğunu görüyorum. Bu konuda en köklü tartışmaları yapanların Parmenides, Aristo, Augustinus veya Heidegger gibi idealistler ve metafizikçiler olması bir materyalist olarak zamanla uğraşma tutkumu kamçılıyor.
Engels varlığın temel biçimi olarak iki şeyi ele alır: Zaman ve mekân. Ona göre ne mekânın ne de zamanın dışında bir varlık yoktur. Bu bilgi zaman kavramının zorunlu olduğunu anlatır ama nedenini açıklamaz.
Evet, zaman neden zorunludur? Çünkü madde hareket halinde olduğu için değişme kaçınılmaz olarak “önceki” hali anımsatır. İşte bu anımsama sürecinden doğan algıya zaman dediğimizi anlarız.
Edebiyatın zaman sorunuyla ilişkisi felsefi çıkarımların hal tercümesini yapmak değil, insan tekinin zamanla olan ruhsal çelişkisini somutlaştırmak olabilir.
Zamanın fotoğrafını çekmek anlamında realizm büyük edebi yapıtlarda gözlenen bir özelliktir. Bu yapıtlar zamanı somut ve sosyolojik bir kavrayışla betimlerler. Ben ise zamanın fotoğrafını çekmek yerine resmini yapmak derdindeyim. Bu nedenle zamanla ilişkim soyut ve felsefidir. Büyük bir edebi yapıt ortaya koyabilir miyim bilmem, ama büyük edebi yapıtların mirasını -görselliğin bu denli büyük bir realite olduğu bir çağda- bir objektifin gözüyle devir almam imkansızdır. Ben görüntünün peşindeyim ama bu görüntü gözün gördüğü şeyin değil, aklın kavradığı şeyin görüntüsüdür.

Zaman sence görüntülenebilir mi? Görüntü anlatılabilir mi?

Zamanı görüntülemek klasik edebi çizginin gerçekleştirdiği bir iştir; mümkün olduğu görülmüştür. Tercihan zamanı görüntüsüz kılmak da mümkündür, bilinçakışı tekniğiyle bu yapılmıştır. Ben ise zamanı resimlemekle uğraşıyorum ki bu da bir yoldur. Objektif görüntüyü alır ve aynen yansıtır. Kameranın gözünü kullanır gibi yazdığımı ve senaryo tekniğine başvurduğumu düşünenler için “resim yaptığım” cevabı çelişkili görünebilir. Ama kameranın gözünün her zaman fotoğraf çekmeyeceğini, resim ve imge yaratabileceğini anımsatmalıyım. Bu konuda en büyük yol göstericinin Akira Kurosawa olduğuna inanıyorum. Yedi Samuray’ın finalindeki o inanılmaz yavaş-çekim görüntüleri, Düşler filminde Van Gogh resminin içinde dolaşan insanların halleri, kameranın da resim yapacağının, resmin uyandırdığı soyut hazzı vereceğinin tipik kanıtıdır.
Ben bir okurun burada söylediklerimin bilgisiyle davranmasını değil, burada söylediğim şekilde bir haz yaşamasını önemserim. Dolayısıyla görüntüyü anlatmak değil, yazıyı görüntü haline getirmek zorunda olduğumu düşünüyorum. Bunun aracı ise sözcüklerdir, sinema dili ‘yere bir elma yuvarlandı ve parlak yüzeyinde ayışığı yansıması vardı’ diyemediği için görsel iken, edebiyat dili bir fotoğrafın tüm ayrıntılarını vermediği için imgeseldir.
O halde yazdıklarımda hem görsel, hem imgesel olanın içiçe geçmesinin pratik bir zorunluluğu var mıydı? Bilmiyorum. Yazarın her yaptığı şeyi inceden inceye hesaplayarak yaptığı, eseri önünde tanrı gibi olduğu, burada şunu yapmak istedim dediği çok görülen bir şeydir, ancak bu bana biraz böbürlenme gibi geldiği için zaman ve görüntü üzerine sorduklarına verdiğim yanıtı ben bile garipsedim. Tuhaf, ama bir yandan da gözüme hoş göründü.

Sinopsis-senaryo tekniğini sıkça kullanıyorsun, neden?

Yazmaya başladığım ilk zamanlarda sinemaya uyarlanması imkansız olan bir yapıt üretmenin bana çok çekici geldiğini, bunu yapmanın verili yazım biçemlerinin hepsinden kopacak devrim olduğunu düşünmüştüm. Ama bunun bir Ulysess yazmak iddiası olduğunu hiç düşünmemiştim. İnsan yazdıkça zihninin olanaklarını keşfediyor, benim kalemimin ucunda bir resim fırçası olduğunu ve hatta bazen sahici resimler çizerek her sözcüğe görsel bir değer vermek istediğimi anladığım zaman iş değişti. Ne istedin de ne yaptın sorusu burada anlamlı hale geliyor.
Yine de optik olanın değil, “kriptik” olanın yanıda olduğumu belirtmeliyim. Yani görüntüden yazıya değil, yazıda saklı duran görüntüye sadık olmayı doğru buluyorum.
Sinopsis-seranyo tekniğine yakın durmamı edebiyatla sinema arasında bir dostluk olduğu fikriyle açıklamam yanlış olur. Ben tam tersine böyle bir dostluğu itici bulurum. Sinema yapıtları hem beden dilinin hem de işitsel ortamın etkileriyle izleyiciyi pasifize ederler; oysa edebi yapıtlar zihinsel olduğu için yorumsamaya daha açıktır ve okuru aktifleştirebilirler.
Hem zaten sanatın pek çok dalında teknik alışverişi mümkündür. Benim görsel bir dile yönelmem tamamen edebi amaçlıdır, üstelik sinemada edebiyatı pek sevmem. Çünkü senaryo yapısı gereği beden dilini hesaba katan bir metindir, tek başına edebiyat değildir. Bir filmde görüntü, müzik, senaryo ve kurgu ile sanatsal bütünlük sağlandığı için roman senaryolaşırsa edebi değerini yitirir.

Eski solcu diye bir insan tipi var yaşamımızda. Ay Şarkısı’nda da var. Bu tip kimdir, nedir? Neden kendisini yazdırıyor?

Ben eski solcu deyimini biraz aşağılayıcı bulurum ve kullanmam. Çünkü bir insan ya solcudur ya da değildir. Hamile bir kadına ‘biraz hamile’ denmez.
Gerçi ‘eski solcu’ terimini ‘eskiden beri solcu olmak’ anlamında da kullanabiliriz, ama bu anlam aşındı ve neredeyse solun eskimişliği vurgusunu bile içinde taşır oldu. Hem bazen “eski solcu” olmak yerine göre övgü bile olmaktadır; ya dönek olduğun için övülmektesindir, ya da başkalarının henüz başladığı yolculuğu neredeyse tamamladığın için bir görgü anıtı olarak onaylanmaktasındır. Elbette sövgü konusu da olur ‘eski solcu’ kişi; davayı unutmuş veya satmıştır.
Ben eski solculardan kişisel olarak hazzetmem. Ancak roman konusu olarak eski solcu benim için solcu olandan daha az önemli değildir ve ona karşı duyduğum antipatinin romanda karşılığı yoktur.
Edebiyatımızda yalı çapkınlarının hikayesini anlatan, entellektüel, şehirli, seksapel, kozmopolit ve eski marksist tiplemelerden sıkıldığım için bence hiç de naif olmayan eski solcu tipini bölünmüş kişiliği içinde yakalamam gerektiğini düşündüm. Benim davaya ihanet etmiş insan tipini ele alıp yargılamak veya salt eski marksist olduğu için her türlü cinsel, ruhsal marjinalliğe yatkın zengin nörotiklerin kimlik sorgulamasını yapmak gibi bir derdim yok. Hatta solcu yazarların cinsel eylemleri anlatmadaki açık saçıklığından porno hanesine doğru bir kayma sezdiğim için kasıtlı ve hatta yadsıyan bir ruh haliyle cinsel ilişkileri yazmayı reddediyorum. Bundan doğacak ahlakçılık suçlamalarına aldıracak değilim; dahası cinsel ilişkiyi neredeyse bir düşsel doyum coşkusuyla yazıp fantazyalar üretenlerin ahlâksız olduğunu da düşünmüyorum. Bukowski’nin o hayasız öykülerini kahkahalarla okuyabilirim, ama kitaba yeniden bakmadıkça içimde hiçbir izi kalmaz. Yazar ahlâkçı değildir kabul, ama bana bir yazarın cinsel pozisyon öğreticisi olması da garip görünüyor. Ben İnce Memed’le Hatça’nın seviştiğini, mağaranın tozlu zemininde kalan izlerle anlatan Yaşar Kemal’in tutumundan yanayım.
Eski solcu kişi kendini yazdırıyor, çünkü eski solcu olmak her türlü pisliği yedirebileceğin bir adamdır; filmin kötü kahramanıdır. Bu kişi genellikle erkek olduğu için acımasızdır, çıkarcı ve ikiyüzlüdür. Bu kişi edebiyatımızın ağası, kompradoru, patronu, zübüğü, kâhyası gibi bir prototip olmuştur. Bunu da yadsıdığım için ben Ay Şarkısı’nın eski solcusunu mahkum etmedim. Çünkü bir yazarın kötü kahramanlarını cezalandırmak gibi bir hayali doyum lüksü yoktur.

Roman dili üzerine ne söyleyeceksin?

Roman cümleleri “yontma” üzerine kurulu bir dil tekniğine dayanıyor. Dil somuttur; söylenen şeyi herkes başka anlasa bile dil somuttur. Yazara düşen şey elinde evirip çevirdiği sözcükleri, cümleleri kurcalamak, araştırmak ve yeniden biçim vermektir. Dil ve roman ilişkisi açısından bakıldığında roman, konusunu nasıl anlattığı önemli olan bir türdür. Örneğin “çok sağlam” bir hikayenin kötü anlatılması hikayenin sağlamlığını siler.
Roman dili genel olarak yaşanan dönemin yaygın dil referanslarına bağlı olarak biçimlenir; dil ve roman sözkonusu olduğunda yazar genel kabullerin dayatması yüzünden tümüyle özgür değildir. Romancı verili yazı üretim tarzlarını yadsır ve yeni, o güne kadar hiç denenmemiş bir yazı yolu keşfederse bu edebiyatta devrim anlamına gelir. Her yazar böyle bir dil kıskacının altındadır ve her roman yazarının ‘kendine özgü’ olanı araması bu yüzdendir.
Romanda metafizik motiflere dayanan dili kendi edebi çizgimin tam karşıtı olarak görüyorum. Bunun özellikle senin ‘pop roman’ tartışmasında da ortaya koyduğun dilin ve romanın metalaşması süreciyle ilişkili olduğunu düşünüyorum. Roman dili metafiziğin dili olunca belki ortaya bir dil güzelliği çıkıyor, ama olayları neden olduğunu bilemediğimiz bir sürü rastlantıyla, tanrıyla, fantastik biliciliklerle, nesnelerin inanılmaz eylemleriyle açıklanmış buluyoruz. Ömer Türkeş Virgül’ün 9. sayısındaki Tarihi Roman, Roman Gibi Tarih başlıklı yazısında bu soruna değinerek “düşüncenin yalnızca taşıyıcısı olmayan ve kendine ait belleği olan dilin, anlatılmak istenen teorik, ideolojik, felsefi fikriyata uygun olmak zorunda” olduğunu yazdı. Tümüyle katılıyor ve ekliyorum: Yazar yalnızca yazdıklarından değil dilinden (biçeminden) ötürü de sorumludur.
Örneğin ben metafiziğe tümüyle karşıyım ve materyalistim. Bunun benim roman metnimdeki karşılığı materyalizmin övgüsü değildir; öte yandan tarihi roman yazan birisi olarak geçmiş zamanı masalsılaştıran bir dili seçmeyi reddediyorum. Bu benim gözümde hiçbir felsefi iddiası olmayan bir kurgu oyunudur, böyle bir oyun için tarih romanı yazmak da şart değildir.
Ben romanı basit bir dil-nesnesinin oyunu olarak kurmak yerine, bu post-modern dil kuruluşunun dışına çıkma uğraşıyla birlikte yazıyorum. Dil-kavram düzenini başkalaştırmayı, nesneleşmiş dil iktidarına karşı savaş olarak görüyorum. Bu nedenle tarih romanı yazarken ne geçmişi bugünün dilsel düzenine araç yaparım; ne de geçmişi tümüyle aydınlatmak gibi iddia taşırım. Bunun yolunu, şaşmaz doğruları söyleyen büyük adamlarla büyük kahramanları, az kalsın bugünü açıklayacak olan eski kâhinleri, padişahları, tanınmış şahsiyetleri, gizemciliği ve simgeciliği yadsımak olarak seçtim. Çünkü her kim elini bu adamlara ve konulara değdirse ya vaiz gibi ya da tarihçi gibi konuşuyor .
İktisadi dolaşım eylemleri gibi bir dil dolaşımı eylemi olduğunu kabul ediyorum. “Dilin dolaşımı yasası” iktisadi faaliyetlerin insan algısını biçimleyen ideoloji pratiklerinde güçleniyor veya kırılıyor. Bu noktada felsefi bir derdi olan yazara düşen şey merkezileşmiş dil algılarını bozmak, yeni bir dil düzeni kurmak ve bu dil aracılığıyla edebi eylemini gerçekleştirmektir. Romanın gerçekçi dönem “fotoğrafçılığından” uzaklaşması gerektiğini düşündüğüm halde, bir romanın -tıpkı gerçekçi dönemde olduğu gibi- insani eylemlerin altında yatan toplumsal ilişkileri anlama çabasıyla hareket etmesi gerektiğinde ısrarlıyım. Ne sultanlar, ne peygamberler ve ne de masal dili böyle bir zorunlulukla hareket eder. Günümüzün simülasyon dünyasında hemen coşmamızı ve unutmamızı gerektiren dilsel ve görsel hedonizm zaten var; edebiyatın bunu yapması, hemen kullanılan ve dönüşümlü paketi çöpe atılan hazır yemeklere özenmesi gibi bir şeydir. Oysa edebiyat insanın duygu ve düşünce dünyasının kalıcı bir şekilde derinleşip zenginleşmesi içindir.
Radikal, 10 Temmuz 1998




Gürsel Korat’la Tarih, Zaman ve Edebiyat üzerine söyleşi

- “Zaman Yeli” adlı kitabın iki ay önce piyasaya çıktı. Bu kitabı yazma fikri nereden doğdu ve kitap hangi tarihte yazıldı?
-Zaman Yeli, benim doğa ve tarih hakkında, canlı bir laboratuvarda edindiğim deneyimlerin ve sezgilerin ürünüdür. Bu coğrafya benim kişiliğimin altyapısıdır; sanırım hem okuryazar hem de Kayserili olmakla övünen tek insan benim.
Zaman Yeli, 1992 ilkbaharında Ihlara Vadisi’ne gitmemle birlikte doğdu denebilir. Burada Sultan Mesut’un olası bir freskini bulmak gibi şahane bir hülyanın peşinde olduğum için bulunuyordum. Doğrusu böyle bir freskin olabileceğine dair ipucu yoktu, umudum vardı. Bunun nedeni “Art of Cappadocia” adlı bir yapıtta sözü geçen St. George kilisesindeki bir duvar resmiydi. İlkin bu resmi Sultan Mesut freski sanmış, hatta bazı kaynaklarda Sultan Mesut olduğu yolunda bilgilere rastlamıştım. Elimdeki kaynak bu sarıklı kişiyi “Emir Basil Giagoupes” olarak tanıtıyordu. Kilisenin kitabesinde Emir’in karısı Thamara’nın bu kiliseyi yaptırdığı belirtiliyordu.
Ihlara Vadisi’nde bir dostumun yanıma kattığı rehberle birlikte St. George Kilisesi’ne ulaştığımda vadiyi doldurmuş olan taşların çokluğuna şaşarak, yamaçları doldurmuş olan kovuklarda bir papazı kara cübbesi içinde görmek umuduyla bakınarak yürüyordum. Kapadokya’yı çok uzun süredir tanıyor olmama karşın ilk kez bu kadar yalın ve dokunaklı bir yürüyüş yaptığım söylenebilirdi. Seferis’in sözünü ettiği gibi bir durumdu bu: “Bu yörede bir süre sakin bir biçimde yaşayabilmeli insan. Gördüklerini bir daha görebilmeli. Oyalanabilmeli, düşüncelere dalabilmeli, düşünüp tartabilmeli. Önlenemez bir biçimde yok olup gitmiş şeylerin yanında, geçmiş bir zamanın tanrısına adanmış bu olağanüstü sunulardan arta kalanları gözlemleme, karşılaştırma olanağınız olmalı.” (Seferis’in Kapadokya Kaya Kiliselerinde Üç gün adlı kitabının benim kitabın arkasından çıkmasını sevinçle karşıladığımı belirtmeliyim) Elimde yalnızca bir illüstrasyonu bulunan ve ağır derecede tahribata uğramış olan St. George kilisesinde neredeyse bir saat oturdum; en ufak ayrıntılara varıncaya kadar herşeyi gözlerimle taradım; ne olduğunu anlayamadığım ikinci bir sarıklı adamın fotoğrafını çekmek tek tesellim oldu; bu adam bir aziz hâlesi ile eli mızraklı biçimde resmedilmişti, yukarıyı işaret ediyordu.
Birden Zaman Yeli’nin ilk kıvılcımı çaktı! Çünkü bu adamların Hıristiyan olduklarından hiç bir şüphem kalmamıştı. Sarıklı ve Hıristiyan! İyi bir başlangıçtı bu.
-Eski hoşgörü ortamını mı yansıtıyordu bu resim?
- Bu “hoşgörü” kavramı aslında biraz tartışmalı. Siyasetin ve çıkarların sınırını çizdiği bir şey bu. Ben Ortaçağın hiçbir döneminde hoşgörü olduğuna inanmıyorum. Zorunluluklar var yalnızca.
- İyi ama Zaman Yeli’nde kiliselerin çan kulelerinde ezan okuyan müezzinlerden söz ediliyor...
-Doğru. O günkü ideolojik tercihlerin bugün bilmediğimiz kimi etkenlere bağlı olarak şekillendiğini düşünüyorum. Zaten Anadolu Hıristiyanlarının ve Müslümanlarının dinsel müziklerinin çok benzeşik oldukları da göz önüne alındığında kültürel etkileşimin boyutu anlaşılabilir. Ancak dengeler değiştiğinde kiliselerin çan kulesinde ezan okumak yerine kiliseyi cami yapmak eğiliminin ortaya çıktığını unutmamalıyız.
-Bu sözler Anadolu’nun kültür mozaiği olduğunun reddi anlamına mı geliyor?
-Hayır, kültür mozayiği olduğumuzu savunurken naiflik açmazına düşmek istemiyorum. Ülkemiz çok büyük bir halklar harmanıdır. Bir kahvehanede kendimizi uluslararası toplantıya katılmış gibi hissetmemiz çok normal bir şey. Ancak naiflik tehlikesi şudur: geçmiş yıllarda sanki İslam ve Hıristiyan teba canciğer kuzu sarması halinde yaşamış gibi bir yanılsamayı öne sürmek. Bu bir tahrifattan öte, ideolojik tahribattır. Türk-İslam sentezcilerinin söylediği de böyle bir şey değil mi? “Türkler ve gayrı Müslimler eşit yurttaşlar olarak yaşadılar” deniyor, yanlış. Tarih dümdüz bir çizgi değil, Anadolu’nun halklar harmanı Türklerin bilek zoruyla oluşmadı; eğer biz bu ülkede basit işgalci güçler olsaydık Moğollar gibi defolur giderdik. İşte mozaiğin mantığı; yerlileşen ve en az kendi dininden ama farklı mezhepten olanlara duyduğu kin kadar başka dinlere de uzak olan, onlardan etkilenen ve kimi zaman rakipleriyle dost kimi zaman düşman olan halkların tarihi. Buradan Anadolu’nun üçüncü Roma versiyonu doğdu. İlki klasikti, ikincisi Hıristiyan, üçüncüsü ise Müslüman.
Hiçbir komplekse kapılmadan olanı ifade etmeye çalışmalıyız. Bir ülkenin halklar mozaiği olması için ille de uyum ve barış gerekmez.
- Ülkemizin bir kültürel mozaik oluşuyla ilgili olarak bir çıkış yapmak gereği son zamanlarda dikkat çeken bir eğilim olarak görünüyor. Zaman Yeli böyle bir çıkış önerisini mi dillendiriyor?
- Bu Zaman Yeli’nin dillendiremeyeceği bir amaçtır. Bir edebi yapıtın “dillendireceği önermeler” yoktur; ancak insanda uyandıracağı sezgiler, çağrışımlar, duyumlar vardır. Kültür mozaiği olduğumuz bilgisini konu haline getirdiğimizde Zaman Yeli tanık olarak gösterilebilir, ancak Zaman Yeli bu bilgiyi konu edindiğini iddia ederse yanlış yapmış olur. Çünkü bir bilginin bilimsel iddiası ile bir iddianın edebi görünümü çok farklı şeylerdir.
-Yani kitap böyle bir bilinçlendirme çabası güdülmeden mi yazıldı?
- “Bilinçlendirme” pedagojik bir kavramdır, edebi dilde kullanmamak gerekir. Ancak edebi yaşantının insana kattığı birikim ve bilinç yadsınamaz. Bu anlamda politikanın etken fiillerini edebiyat için çok sert buluyorum. Sonuçta edebiyat bir propaganda işi değil gönüllülük işidir.
- Sanat ve Politika ilişkisiz midir?
Nasıl ki “yoğurt ve muz arasında ilişki yoktur” dediğimizde muzlu yoğurt bizi yalancı çıkartıyorsa, sanat ve politika ilişkisizdir dediğimizde de yalancı çıkarız. Ben kişisel olarak edebi eylemin politik eylemle bir ve aynı şey haline gelme tehlikesi karşısında tetikte duruyorum. Postmodernizmin üslup terbiyesizliğini bu anlamda ciddi bir tehlike olarak görüyorum. Kantgil ve modernist denebilecek bir “alanlar tasnifi” bana yakın geliyor.
Politik amaçlarımın edebi amaçlarımla paralel olması zorunluluğu yok. Devrimci önderlerin estetik beğenisi ile politik dehası nasıl paralel değilse öyle. Örneğin Marx’ın şairliği romantikti ve şiirlerinin berbat olduğu söyleniyor. Lenin ise modernist sanatı reddediyordu.
Sosyalist gerçekçiliği kalıplaşmış olduğu için eleştiren Che Guevara’ya sevgiyle baktığımı saklayamam. Küba için elinden geleni ardına koymayan Marquez’in hiçbir romanının “devrimci aydınlık bilinci” yansıttığını iddia edemeyiz. Çünkü edebiyat politikanın yaptığını yapacaksa neden “edebiyat” adını taşısın?
Ben politik eylemi reddetmiyorum; politik eylemimi politik süreçlerde yürütmem gerektiğine inanıyorum. Sanat varsın politik rant için at koşturmasın, ama istiyorsa politik olaylar da dahil herşeyi konu olarak alsın.
-Zaman Yeli, geniş soluklu ve geniş ufuklu bir yapıt. Onu uluslararası plana çıkmış görmek hiç de şaşırtıcı bir şey sayılmaz. Sence Türkiye edebiyatı nasıl uluslararası planda yer alabilir? Teknik düzeyde nelerin üstünde durmak gerekir?
- Kuşkun olmasın Türkiye’nin uluslararası planda bir edebiyat lobisi vardır! Bu lobi, edebiyatı bir turizm ve tanıtma birimi olarak görür ve ona göre “temaslar” yapar. Böyle bir yaklaşımdan tiksiniyorum.
Öte yandan bir ülke edebiyatının uluslararası planda yer alabilmesinin “batıda tanınmak” anlamına geldiği bir dünyada “umutlu olmamak” gerektiği de açıktır. Çünkü İspanyol yazar Juan Goytisolo’nun sözünü ettiği bir şey çok önemlidir: Bir tanıma değil, bir görüş gerektiren yazın yapıtları, Avrupa ve Kuzey Amerika’nın ‘sıcak ülke romanlarına’ düşkünlüğü nedeniyle kendilerine yol açamazlar. Yani işin pusulası biraz politiktir.
Zaman Yeli’nin “batıda tanınması”ndan çok Yunan ve İtalyan halklarının ilgisini çekmesi düşlediğim bir şeydir. Ancak bu halkların gösterdiği ilginin sahici olabileceğini düşünüyorum.
Ben “Türkiye edebiyatının batıda tanınması” gibi bir sorunu, sorun olarak kabul etmiyorum. Yazarın vatanı vardır ancak uyruğu yoktur.Yazarın Türkiyeli yahut Peru’lu olmasının edebiyat açısından hiçbir önemi olamaz. Edebi ürünün okur açısından önemi ise psikolojiktir: çünkü bildiği yerlerde geçen olayları okumak insana iyi gelir.
Cumhuriyet Kitap, Ahmet Yıldız, 1 Haziran 1995



TARİHSEL ROMANDA EDEBİLİĞİN ÖLÇÜTÜ
GERÇEKÇİLİK DEĞİLDİR

FERİDUN ANDAÇ-Zaman Yeli’nde Moğolların Kapadokya’ya yürüdüğü dönemi eksen alıyorsunuz. O döneme bakışın izlerinde bugüne dönük göndermeler var. Kişiler, dile getirilen/ yansıtılan gerçeklikler, simgeleştirilerek anlatılanlar tarihsel dönemi, coğrafyayı anlatmakla birlikte, geliştirilen bir söylemi, oluşturulmak istenilen ütopyayı da dile getiriyor. Buradaki çıkış noktanız, neydi?

GÜRSEL KORAT- Dante’den Thomas More’a, Goethe’den Çernişevski’ye kadar çeşitli yazarların ürünlerinde siyasal eleştirinin varlığı ötedenberi kabul edilen bir yargıdır. Dante, Tanrısal Komedya’da gücünü papadan değil tanrıdan alan bir toplumsal düzenin özlemini dile getirirken, More ve Campanella merkezi bir iktidarı ve çalışma ahlâkını yüceltmişlerdir. Çernişevski ise sosyalist bir çalışma iktisadı ütopyasını öne çıkarmıştır.
Zaman Yeli ütopyacıların tarihine saygıyı ve ütopyaya bağlılığı bir ruh hali olarak benimsemekle birlikte, ütopyayı tersinden okumanın bir göstergesidir. Çünkü ütopyacılık ötedenberi verili olanın eleştirisini daha ileride olanı göstererek yapmıştır. Oysa daha geride olanı sorgulayarak, “retrospektif kurgu” yaparak bir ütopya yaratmak da mümkündür. Bu nedenle Zaman Yeli hayali bir gelecek yerine, gerçek zemin üzerine kurulmuş ‘tersine’ bir ütopyadır. Ütopyayı gelecekteki olasılıktan geçmişteki olasılığa doğru bükme denemesidir.
Geçmişe yönelirken çıkış noktam, bulunduğumuz noktadan baktığımızda göremediğimiz şeye duyduğum meraktır. Tarihe şu anda varolan bir ören yığını olarak bakmayı hazmedemeyen ve birbirinden kopuk düşlere sahip olan herkes gibi bu kopuklulukları gidermek istedim. Amacım herhangi bir tarihsel gerçeği açıklamak değil, -bir edebiyatçının temel malzemesi olan sözcükleri kazıyıp- geçmişin üzerindeki tozları silkelemek oldu.
Bir yazarın doğduğu coğrafyayla ilişkisini önemsiyorum. Çıkış noktam, beni ben yapan geçmişten artakalanları anlamaktır. Çıkış noktam, üzerinde yaşadığım coğrafyayı sevmektir. Çıkış noktamda geçmişi etnik benmerkezciliğe göre anlayanlara duyduğum öfke vardır. Zaman Yeli ütopya kavramının çubuğunu geriye doğru bükerken, tarihe bakışın çubuğunu ileriye doğru bükme denemesidir.

FERİDUN ANDAÇ- Tarihsel olanı, romanınızın dokusunda biçimlemedeki amacınız üzerinde durmak istiyorum.

GÜRSEL KORAT- Toplumların ve dinlerin tarihine baktığımda, ortaya çıkan her dinsel öğretinin zamanla sınıfsal bir yabancılaşma sonucu yoksulların aleyhine bir biçim aldığını gördüm. Bu nedenle islamda “devr-i saadet”, Antik Çağda ‘atlantis’ ve Ortaçağ’da Hıristiyan komünleri var. Özellikle Anadolu’dan İtalya’ya kadar çeşitli yer ve bölgelerde dinsel ortodoksiden sapan sayısız mezhep ve tarikat, varlığını yoksulların yarar ve çıkarını savunanlara borçludur. Sosyalizm de bu büyük düşün bir parçasıdır. Ne var ki, insanlığın tükenmek bilmeyen eşitlik düşleri ister dinsel ister siyasal programlar eliyle yürütülsün, daima sorgulanması gereken bir takım ideolojik argümanlarla sarmalanmışlardır. Bu sorgulamayı edebi yoldan yapmak yalnızca düşlere ve kavramlara dönük bir “ince işcilikle” mümkündür. Bunun dışındaki sorgulama biçimleri edebiyata ait değildir. Bu nedenle Zaman Yeli’nde “tarihsel olan” şey siyasal literatüre değil, estetik dolayımında ideolojiye aittir.

FERİDUN ANDAÇ- Tarih-roman ilişkisini “edebi olan/olmayan” bağlamında nasıl değerlendiriyorsunuz?

GÜRSEL KORAT- Gerçekçiliği yöntem olarak benimsemediğim halde ben sahicilik adını verdiğim bir anlatım yolunu tümüyle benimsiyorum. Benim açımdan tarihsel romanda edebiliğin ölçütü gerçekçilik değildir.Yalnız hemen belirtmeliyim ki, bu durum, gerçeğe sadakat açısından bir kütüphane dolusu kitabı inceleyerek Savaş ve Barış’ı yazmış olan Tolstoy’a hayranlığımı engellemez. Edebiyatta pozitif bir “ilerleme” ve “gelişme”den söz etmek saçma olduğu için “Tolstoy eskidi” mealindeki bir anlayışla hiçbir ilişkim yok; İlyada hiç eskimez ama kimse de İlyada formunu denemeye kalkmaz. Artık Barok veya Rokoko yok; ama bunlara hayran olmamız için bir engel de yok. O halde benim temel itirazımın gerçekçiliğe değil, gerçekçiliği tek edebi yol olarak görmeye dönük olduğunu söylemeliyim.
Neden bir gerçekçilik tartışması yaparak konuyu sürdürdüğümü şu noktadan itibaren açıklığa kavuşturabilirim: Tarihsel roman, gerçekçilik adına bir tezin ‘kanıtlandığı’ aparat değildir. Çünkü bir romanda ‘varış’ noktasının bir “tarih tezi” olmadığı bellidir. Tarih konulu romanların bir tarih tezini açımlamak durumunda sıkıntı çekeceğini düşünüyorum.
Bir romancı duyu organlarını doğrudan etkileyen olayları betimlerken nasıl doğabilimcinin algılarıyla davranmıyorsa, tarihsel olayların izini sürerken de tarihçi gibi davranamaz. Ancak, gerçekçiliğe koyduğum mesafenin karşılığı “gerçekçi olmasın da ne olursa olsun” tavrı değildir. Benim -gerçekçi olsun veya olmasın- bir tezin ispatı veya propagandasıyla uğraşan hiçbir tarihsel yapıtın edebi olamayacağına inancım kesindir. Tarihi olduğu gibi ve doğru anlatan yapıtların edebi olma olasılığı yok değildir; ancak ‘tarihi doğru anlattığını’ iddia etmeyi edebi bir tutum saymıyorum. Öte yandan tarihsel gerçekliğe bağlı kalmadan edebi olabilen nice edebi yapıt biliyorum.

FERİDUN ANDAÇ- Romanda ‘tarih’e dönük bugünkü ilginin kaynağında sizce ne var?

GÜRSEL KORAT- Edebiyatta toplumsal dönüşümlerle bağ kurma alışkanlığı epeyce eskidir. Böyle sorular karşısında gözümüzü topluma dikip sosyolojik gerekçeler ararız. Bu bütünüyle yanlış da değildir; ülkemizde tarihsel romana dönüşün kaynağında tarihi birdenbire yok eden hızlı kentleşmeyi sayanlara katılırım. Genel doğrudur, itirazım yok.
Edebiyat ideolojik kabul biçimlerine de tekabül eder. İçinde bulunduğumuz dönemin “tarihsel olanın içinden imgelemi” dürtüklediğini görüyorum. Bu nedenle olmalı, Zeki Coşkun geçenlerde “tarihsel romanda tarih nesne haline mi geliyor” diye sormuştu. Bunu ben bir endişe olarak algılıyor ve onaylıyorum. Doksanlı yılların tarihi nesneleştirmiş bir edebiyat dönemi olmasından çekinmek gerekir. Bu nedenle “yalnızca tarihsel olanın içinden imgeleme yönelmiş” bir edebi ürünle, bu imgelemi günümüzün ilişkileri içinden de sorsa bir şey değişmeyecek olan ürünler arasındaki farkı göz önünde tutmak, “zarf ile zarfın içindekini” ayırt etmek gerekir.
Romanda tarihe yönelişin “edebiyatın içinden” gelen nedenlerine de bakarsak Latin Amerika edebiyatının yaydığı enerjiyi temel veri olarak kabul etmek olanaklıdır: Özellikle Marquez ve Borges etkili olmuşlardır. Bunlara Avrupa’dan İtalo Calvino, Umberto Eco ve Marguerite Yourcenar’ı da eklemeliyim. Diğer bir etmen olarak da günümüzle geçmişi buluşturmada eklektik bir çizgi olan postmodernizmi saymak gerekir. Sorunuzun bir başka ayağı da okura yönelik: Neden tarihsel romana ilgi duyulduğunu okura da sormak gerekiyor.

FERİDUN ANDAÇ- Romanımızda tarihsel dönemler/olaylar kişiler sıkça işlenmiş, konu edinilmiştir. Tarihi romanlar da yazılmıştır. Ama tarih-roman ilişkisi en çok Kemal Tahir’le tartışma gündemine girmiştir. Bu bağlamda, sizin çıkış nirenginizde böylesi bir kan bağı var mı? Kemal Tahir’i ne denli yakın, ne denli uzak görüyorsunuz kendinize?

GÜRSEL KORAT- Kemal Tahir’i kendimle yakın bulduğumu söyleyemem. Aynı siyasal kanbağının farklı evlatları olarak, edebi ilgi biçimlerimizin de farklılaştığı doğrudur. Kemal Tahir roman yazan bir tarihçi gibidir. Bunun nedeni hem bağlı bulunduğu siyasal geleneğin edebi algısındaki eleştirellik, doğruyu gösterme ve eğitme hal ve tavrı; hem de siyasi kişiliğidir. Edebiyatın sosyal tarihle etkileşim içinde olduğu yadsınamaz, ancak sanatın kendi içinde bir dönüşüm tarihine sahip olduğu bilgisiyle davranmayan yazarlarda estetik kategorilerin ihmali ortaya çıkar. Marx, Yunan sanatını sorgularken bunu düşünmüş, Che Guevara sosyalist gerçekçiliği bu yüzden eleştirmiştir. Ben sosyolojik çözümlemeleri uzun uzun dile getirerek yazılan bir romanla kendi yaklaşımım arasında uzaklık görüyorum.
Gösteri 1997 Mayıs