Varoluşsal suçluluk, kanımca Adem ve Havva’dan hareketle tek tanrılı dinlerden geliyor ve insanın bir günahın meyvesi olduğu fikrine dayanıyor. Bu nedenle modern edebiyatın, insanın doğuştan suçlu olduğu görüşüne itiraz edenler tarafından biçimlendirildiğini düşünürüm: Emile Zola suçun toplumsal eğitimle aktarıldığını öne sürerek varoluşsal suçluluğa itirazın yolunu açmıştı, psikanaliz sonrası edebiyatta bu itiraz derinleşmiş, totaliterlik, babalık ve özgürlüğün kısıtlanışı arasındaki ilişkiler Kafka ve Joyce sonrasında görünür hale gelmişti. Varoluşçuluk da varoluşsal suçluluğa, doğuştan geldiği söylenen ve kendimize ait olmayan suçlardan ötürü yargılanamayacağımızı söyleyerek karşı çıkmaktaydı: Çünkü varoluşçuluğa göre insan özgürlüğünü kendisi kurar, bu nedenle kader yoktur ve insan yalnızca seçimlerini yaparak kendi ahlâki sorumluluğunu inşa eder.
Romanlarımda varoluşsal suçluluk yerine varoluşsal dönüşümle uğraşmamın bu tartışmalardan beslenen bir yanı var. Kanımca kader insan eyleminden gelir ve dolayısıyla insan, kendini var eden yahut ezen toplumsal yapıları şikayet ederek değil onları dönüştürmeye çalışarak, bir eylem yoluyla kaderini kurmuş olur. Bunun bir romandaki en belirgin karşılığı, karakterlerin açmazlardan dönüşerek çıkması ve yazarın daha önce benzeri olmayan bir dille bu açmazları göstermesidir.
Toplumun gurur duyduğu geçmiş zaman hikayeleri kadar başarısızlık hikayeleri de hep vardır. İnsan, kendisinden önce yaşanan olaylarda, zaten hiçbir pay sahibi değildir. Dolayısıyla, geçmişteki bazı olaylar hoşuna gitse de, bazıları için de üzülür. Fakat sağlıklı bir zihin yapısı, hiçbir zaman geçmiş başarılardan ya da yenilgilerden ötürü kendini suçlu ya da haklı bulmaz. Onun sorumlu olacağı şeyler kendi eylemlerinden doğanlar olabilir.
İşte bu durumun yazardaki karşılığı şudur: Bir yazar, anlattığı olaylar karşısında bir “taraf”ı temsil etmekten yahut suskunluğu seçip “geçmişteki olayı dolaylı olarak onaylamak”tan kaçınmaladır. Yalnızca bu tavrı seçen bir yazar “insanlık kültürü dairesi”ne adım atmış sayılır.
Çocukken bile tarihin bize ve başkalarına göre farklı biçimlenebileceğini sezen bir ferasetim vardı. İnsanların kendi dinsel inancının haklılığından kuşku duymadığını, her inancın da kendi içinde tutarlı olduğunu küçüklüğümden itibaren seziyordum. Etnik ve dinsel tutuculuğa göre biçimlenen bir yerde yetiştiğim ve hatta bunun yoğun propagandası içinde kaldığım halde, fanatizmden hiç hoşlanmadım. Beni her zaman insanlığın bütünlüğü ilgilendirdi. Çünkü bir olayı “biz”e göre anlattığımızda başkasının aynı olayı kendisine göre açıklayabildiğini hissediyordum. Egemen kültürde doğup yetişsem de bu, “öteki” karşısındaki merakımın benimle birlikte büyümesini engellemedi.
“Biz” Orta Asya’dan geliyor ve buraları “ele geçiriyor”duk. Hep savaş halindeydik, “başka milletlere boyun eğdiriyor”duk. Bu anlatı dilini eski çağlardaki anlayışa uygun bulsam da yaşadığımız dönemle bağdaştıramıyordum. Görüşlerini beğenmediğim yan komşumun evini işgal edip onu evinden kovmak ve “Burası benim evim!” diye bağırmak gibi bir şeydi bu. Geçmişte olan bu şeyi bugünün ölçüleri içinde savunmam mümkün görünmüyordu. Üstelik geçmişteki savaşlarla övünmeyi de anlamıyordum. Tarih yoluyla bugünkü zaman üzerinde yaratılan ideolojik manipülasyon bana göre kabul edilebilir değildi.
Romanlarımda herhangi bir etnik kişiliğin, bir dinin ya da ideolojik kimliğin ön plana çıkmaması, gençliğimden beri izini sürdüğüm evrensel bakış açımdan kaynaklanıyor. Antik Yunan’da sağduyuyu temsil eden koro gibi, beni de bütün insanlığın vicdanını temsil eden, içimde yankılanıp duran bir “insanlık korosu” sürekli uyarır; üstelik insanlığa mal olmuş yazarların da bu koronun diliyle konuştuğunu hep hissederim. Anadolu’nun bütün kültürlerini yani ortodoksları, kalender zümrelerini, sünni cemaatleri ya da doğa dinlerini eşit bir uzaklığa çekilerek anlatabildiysem işte bu sayededir. Kendi kültürel konumumu “biz” olarak meşrulaştırıp diğerlerini yok saymaktan bu sayede kaçındım. Ötekinin haksızlığından mağduriyet çıkarıp kendi haksızlığından yiğitlik devşiren nobranlık ve kibirden uzak durmamı sağlayan şey ise, evrensellik fikrinin dayandığı nesnel bakış yöntemi oldu.
Gençliğimde nitelikli romanlar kadar propaganda içerikli romanlar da çok yaygındı. Fakat o yaşımda bile politik içerikli romanların katarsise dayalı bir “haklı dava” bakışı içerdiğini fark etmiştim. Bana göre “bizimkiler”in haklı olduğu ve ötekinin rezilliğinin açıkça gösterildiği bu romanlarda hayali doyumdan başka bir şey yoktu. Bugün, dinsel ve hamasi romanlar yazan ve bununla sanatı ıskalayanları gördükçe aklıma o günler gelir. Oysa sol kültür genel olarak bu yanlışlığı sezmeyi zamanında başardı ve propagandayı sanatsal eylemin dışına sürdü. Bu yaklaşımın farkına varmam sayesinde sanatla siyasetin ayrılığı konusundaki görüşlerim kökleşti. Şolohov’un Durgun Don’da Bolşeviklerin değil de Kazakların arasında yaşanan bir dramı anlatmasına bu yüzden hiç şaşmadım. Politik açıdan karşıt olanların benzer sanat yapıtları üretebilmesi bana ilginç geliyordu. Dali ile Picasso, dünya görüşleri açısından değerlendirilirse ikisinden birinin üstünü çizmek gerekirdi; fakat sanatları açısından bakınca ikisini de beğenebileceğimizi görüyordum. Başka düşünceleri küçümsemeden solcuları anlatmam, solculukla övünmeden herkesi insanlık çerçevesinde bir araya getirmem bundandır. Kanımca yazarın ödevi kendi varoluş biçimini herkesin gözü önünde onaylamak değil, kendi siyasal konumundaki kişilere bile eleştirel gözle bakabilmektir. Öbür türlü “propaganda ve sanat”, “iktidar ve sanat” kavramları arasındaki derin ayrılık görülemez.
Yalnızca din ve milliyet konularına değil, cinselliğe bakış da yazarın varoluşsal suçluluk konusundaki yaklaşımını net olarak gösterir. Yazarların bu konularda bir ahlakçı gibi vaaz verdiğine zaman zaman rastlanır. Oysa insanın her şeyine açıklıkla bakmakla yükümlü olan sanatçının cinsellik konusunda kesin bir hükümle ve tek cinsiyetin bakış açısıyla kendini sınırlaması yanlıştır. Yazar, bütün yerleşik değerlerin ve kendi cinsel konumunun ötesine çıkarak düşünmekle mükelleftir. Çünkü yazar kendi bedenindeki her şeyle ve kafasında taşıdığı her bilgiyle karşı karşıya geldiğinde o güne kadar bilmediği ve hatta kabul etmediği bir şeyle yüzleşmek zorunda kalabilir. Böyle bir durumda önyargılar değil, hakikatler yazarın ahlaki seçimine etki edecektir. Hatta yazarken ortaya çıkardığı ve o güne kadar farkına varmadığı birçok şeyle yüz yüze gelen yazar, toplumsal değerlerle bağdaşmayan bir hakikati açıklıkla sergilediği için büyük bir övgüyü hak eder. İşte bu, yazar ahlakıdır ve bildiğimiz genel ahlaktan başkadır; hiçbir şeyle ölçülemez, o yüzden de yargılanamaz.
“Yazarın toplumsal değerlerle bağdaşmak zorunda olduğunu” söylemek, yazarlığı bomboş bir onay ve propaganda aracı olarak görmek demektir.
Çağımızın cinsel suçları varoluşsal olarak asla suçlanamayacak, doğuştan getirilen cinsel kimlikleri önyargısız bir biçimde ele alamayan insanların eseridir. Bu nedenle edebiyat bu alana el attığında bir dilsel arınma eylemi yaşamalı ve cinsiyetlere göre yapılandırılmış basmakalıp söylemlerden uzaklaşmalıdır. İçine doğduğumuz dünya cinsiyetçi bir dille örülüdür ve bu dil yüzünden edebiyatın ve bilimin dışından beslenen her insan kültürel cinsiyet kodlarını varoluşsal bir hakikat sanabilir. Ne var ki bilim kavramsal olarak, sanat da eylemsel olarak bu seçimlerden birini onaylamaktan kaçınmak zorundadır.
Gençliğim cinsiyetçiliğin yarattığı tahribata itiraz eden bir toplumsal çevrede geçti; Simone de Beauvoir’ın kitaplarını on yedi yaşımda okumak mutluluğuna eriştim. Kadınları ve erkekleri toplumsal kodlarından arındırmaya böyle başladım. Belki de bu sayede Yine Doğdu Tanyıldızı’nda eşcinsel aşkı anlatabilme mutluluğunu yaşadım. Kanımca bütün cinsiyetler eşit haklara sahip iç dünyalar olarak değerlendirilmelidir. Yazarın yalnızca nötr cinsiyet dilini kullanarak başarılı bir yazar olabileceğini hep söylemem bundandır.
Yazar, ırk, din ve cinsiyet ayrımından uzak bir anlatı düzenini seçerse tüm insanlığı sezebilir. Böylece kendi kültür çerçevesini, cinsiyetini veya dinini suçlamak ya da onaylamak gibi aşırılıklar içine girmez.
Psikiyatride, felsefede ya da edebiyat araştırmalarında varoluşsal suçluluk kavramı dikkate değer. Ama benim yazarlığım varoluşsal dönüşüm, insanlığa yönelik merak ve yaşama sevinci ekseninde devam edeceğe benziyor.
Varlık Dergisi
Ekim 2020