Solculuğun Dünü İslamcılığın Bugünü



I

Yetmişli yıllarda, henüz çok gençken, sömürüye, eşitsizliğe ve ırkçılığa karşı sosyalizm fikrini benimsemenin ruhuma ne kadar iyi geldiğini, içimin nasıl ışıdığını çok iyi anımsıyorum. Bu ışımanın etkisiyle gözlerimin kamaştığını ve bu nedenle bazı şeyleri iyi göremediğimi ise çok sonraları anlayacaktım: çünkü ne Moskova mahkemelerini biliyordum o zamanlar, ne de Katin ormanlarını; ne Kamboçya’daki ölüm tarlalarından haberim olmuştu, ne de Çin Kültür Devrimi’nin hain ilan ettiği “düşmanlar”dan.
O yıllarda sosyalizmin iyi bir toplumsal düzen olduğuna inanç yüksekti. Sosyalizmde olduğu söylenen her türlü kötülük ise propagandadan ibaretti, bundan kimse şüphe etmiyordu.
Şüphesiz yalan yanlış propaganda da çok yaygındı: “Komünizmde ana-bacı yok, karı-koca yok, hangi kadını canın çektiyse eve gir şapkanı as, kocası, babası, kardeşi gelse de dışarıda sen işini bitirinceye kadar bekler” diyen Anadolu işi çamur sıvama rezilliğinden, resmen örgütlenmiş, enstitüleri kurulmuş Amerikan destekli koca koca kurumlara kadar her yerden anti-komünizm fışkırıyordu. Kapitalist ülkeler blokuna “Hür Dünya” deniyordu, hatta Churchill’in sözleriyle sosyalist ülkeler “demirperde ülkeleri” olarak niteleniyordu. İkinci Dünya Savaşı’nda savaş mekanizmasını sivil halk üzerinde denemeyi umursamayacak kadar insanlığını yitirenler ve dünyayı paylaşma savaşı çıkaranlar sanki bu “özgür dünya”nın yöneticileri değildi. İnsanlarını düşüncelerinden ötürü hapse atan, hatta Mac Carthy döneminde her türlü sol söylemi korku dolu bir suç gibi kovuşturan onlar olmamıştı.
Bu kamplaşmanın etkisiyle o yıllarda solcuların gözleri ak-kara, doğru-yanlış, bizden-öteki sınıflaması dışında bir şey görmez olmuştu. Örneğin Sovyetler Birliği’nin İkinci Dünya Savaşı’nda bütün doğu Avrupa’yı işgal etmesi ve orada uydu yönetimler oluşturması doğal görünüyordu.
Doğu Avrupa niye işgal edilmişti gerçekten?
Buna yanıt olarak deniyordu ki: “Bratislava Anlaşmasına göre, bir ülke zor durumda kaldığında diğer ülkelerden (Sovyetler’den tabii) yardım isteyebilir. Durum hukuka uygundur.”
Kendin çalıp kendin söylemek diye buna derlerdi elbette: Hem işgal edeceksin, hem de işgal ettiklerinle bir araya gelip anlaşma hazırlayacaksın, sonra da buna dayanarak o ülkenin iç işlerine karışacaksın.
O zaman Hitler’le niye savaşmıştı ki Çekler, Bulgarlar, Polonyalılar..
Bir ara Kim İl Sung'un kitabını okuyorduk: Acayip bir adam diyorduk, ne Sovyet ne de Çin yanlısı, yani üçüncü yolu savunuyor. Ayıla bayıla okuduk: “Proleter enternasyonalizminin bayrağını yükseltelim!” adıyla dilimize çevrilen kitabında dinsel doğrular ve buyruklar gibi, partinin şaşmaz doğruları, hainler, revizyonistler şunlar bunlar anlatılıyordu. Henüz ölmemişti, oğluna hanedanını bırakmamıştı, oğlundan da tuhaf saç tıraşlı torununa diktatörlüğünün süreceği bilinmiyordu. Hele hele kendisine yazılan mektupların bile sergilendiği müzesi açılmamıştı.
Kişiye tapınmanın böylesine yüceltildiği bir hal sosyalizmle bağdaşabilir mi sorusuna ahmakça yanıtlar veriyorduk, Ama.. diyorduk, ama bakın orada sömürü yok, sınıflar ortadan kaldırılmış, eşitlik..
Böyle teranelerle birbirini efsunlayan sağır büyücüler gibi yığın halinde bir o yana döndük Etiyopya’da ve Yemen’de bugün gerici bile demeyeceğimiz “kurtuluş savaşları”nı selamladık, bir bu yana döndük Çinhindi anavatanımız oldu. Tabii kutbumuz da rehberimiz de Latin gerilla hareketleriydi.
Programımızda insan hakları, demokrasi bilinci, bireysel özgürlükler, lideri putlaştırmaktan kaçınma ve söz söyleme özgürlüğü yoktu. Seçimle işbaşına gelmiş Allende’yi değil, savaşarak iktidarı alan 26 Temmuz (Küba) ve Sandinista (Nikaragua) devrimlerini örnek alıyorduk. “Neden demokratik bir programınız yok” diyenlere “Şili’de olanlara bakın” yanıtı veriliyordu, şüphesiz doğruydu bu; “emperyalist saldırıdan fırsat kalmıyor ki buna” deniyordu. Biri çıkıp da “Niye güçlü devletler kurmuş Sovyetler’de veya Çin’de demokratik yönetimler yok” dese, “Sosyalizm kendini savunmak için silahlanmak ve düşmanlarına göz açtırmamak zorundadır” diyerek karşı konuluyordu.

                                 Kamboçya, Kmerlerin Marifeti 1976

Yüzeysel ışığı süslü ama içi karanlık olan bu yanıtlarla yetinmek, solu topluma düşman, eşitlik adı altında herkesi köleleştirmeye çalışan bir düşünce olarak yaftalamaya olanak tanıdı. Sol, kendi kuramsal kaynaklarını popülizmin sığ sularında çarçur ediyor, bütün insanlığı kardeş bilen o yüksek düşünce adım adım Rus, Çin, Macar, Çek, Slav milliyetçiliklerine dönüşüyordu. Hangi zihinsel içerikle sosyalizmi yorumladığı anlaşılamayan Pol Pot adındaki cani, insanın gözlüklü oluşunda bile burjuvalık gören müritler yetiştiriyor, Marksizmin seküler ve bilgi dolu insan tipi kayboluyor, her devrimci iman dolu savaşçıya dönüşüyordu. Sosyalizmin enternasyonalizmden milliyetçiliğe, özgürlükçülükten despotizme evrildiğini kavramak için bu yapının yerle bir olması gerekti.
Bir örnek vereyim: Doğu Avrupa’nın bütün o uydu “sosyalist” despotları bir bir devrilirken, onları “Sovyet emperyalizminin uşağı” olmakla suçlayan Arnavutluk’ta böyle hareketler yoktu. Buna bağlı olarak da ülkemizdeki Arnavutluk sosyalizmi yanlıları orada gerçek sosyalizmin yaşandığını ve o yüzden burjuva düzenini savunan olaylara rastlanmadığını düşünüyorlardı: “Biz söylemiştik” diyorlardı, “Bizim haklı olduğumuzu anlamanız için Doğu Avrupa uydularının yıkılmaları mı gerekiyordu?”
Çok değil aylar içinde bu sefer Arnavutluk’tan gemiler dolusu insan batıya kaçmaya başladı, pek çok ülke sınırlarını kapattı, hatta bir gemi, içinde binlerce insanla birlikte Akdeniz’de bir cüzzamlı topluluğu gibi haftalar boyu dolaştı. “We love U.S.A” veya “freedom” dövizleri bir hayalet gibi Akdeniz’i turladı.
Böylece sol, reel-politik’in kurbanı oldu; oysa sayısı milyonları bulan insan, bu fikirler uğruna ölüme gitmişti, sosyalizm taraftarlarının çektiği çileler Hıristiyan martirlerini aratmıyordu. Belki de bu yüzden olsa gerek, sosyalistler, düşüncelerine uygun olmadığı halde dini akımlara benzediler ve ölülerine “şehit” dediler.
Bu ölüm seviciliğinin sosyalist kültürün terk edildiği bir çağı işaret ettiği tartışmasızdır: Sosyalizmin birtakım şeflerin (şeyhlerin dememek için kendimi güç tuttum) iradelerine ve beyanlarına bağlı, marazi bir itaat kültürü haline geldiği, her şeyin halen ak-kara, doğru-yanlış mantığına göre açıklandığı bu ölüm tapınmasından ve şehitler edebiyatından anlaşılabilir.
Günümüzde sol olduğunu iddia eden bir hareketin, bütün bu anlayışlarla bağını koparması ilke olarak beklenmelidir: “Yurtseverlik” “ulusal değerler” gibi kavramların ardına geçerek, Stalinizmi yücelterek solculuk yapılamaz; bu olsa olsa soğuk savaş yıllarında Doğu Avrupa’daki “ulusal sosyalizmlerini koruyan” yönetimlerin ve onları destekleyen “dilsiz şeytanların” safına girmek olur.
Komünizmle ulusal çıkarları bağdaştıranların enternasyonalizmi reddetmesi çok olağandır: Ancak bu, solu sol yapan en temel değerin inkarıyla solculuğa başlamaktır.  
Komünist Hipotez adlı yapıtında ‘partiye karşı devrim’ denebilecek bir ilke öneren Alan Badiou’nun solun kendini yenilemesi konusunda bir ışık yaktığını düşünüyorum. Öte yandan Badiou’nun yaklaşımı da dahil her türlü yenilik önerisinin o eski ulusal sosyalist deneylere göre yapılması (Sekiz yüz bin kişinin katledildiği kültür devriminden söz etmeyen Badiou’yu anlamıyorum), yıkılıp gitmiş o korkunç iktidarların şiddet anaforunda yüzdüklerinin tescillenmeyişi bana insanca görünmüyor.
Büyük bir kurtuluş estetiğinin, özgürlüşmenin esinleyicisi olan sol, 1917’de ilk kez iktidarı ele geçirdikten sonra, yirmi otuz yıl içinde, estetikten yoksun, nevrotik bir güç oldu. Böyle bir kriminal odak haline geldikten sonra solun hem dışarıdan hem de kendi tarafından algılanışı aynı kaldı: “Ötekiler haksızdır: Yıka yıka, süründüre süründüre geliriz ve herkesi dediğimiz biçimde, öngördüğümüz biçimde değiştiririz.”
Kitleleri eğitilmeye ve parti düşüncesine benzetilmeye muhtaç bir sürü gibi görmenin doğal sonucu olan bu görüş, ne yazık ki bir yığın parlak, romantik ve ilerici genç insanı olmayacak hayaller peşinde tüketti. Bugün sol söylem, sekülerizm, enternasyonalizm, demokrasi, çevrecilik, toplumsal eşitlik, ırkçılık karşıtlığı ve cinsiyet faşizmine karşı olmak dışında kalan her türlü ilkesini gözden geçirmek zorundadır. Özellikle yeni bir siyaset felsefesine ihtiyaç duyulduğuna şüphem yoktur.
Başkalarını belli bir yaşam biçimine zorlamanın çağını aşmak yeni bir yönetim felsefesiyle ve yeni bir dille mümkündür: Silahlı mücadele ikonlarını, devleti, ulus kavramını, ölümü ve şiddeti kutsayan o devrimseverlik dili romantik olabilir ama insanca değildir.



II

Sosyalizmin bir fikir hareketi olarak çökmeye başladığı 1980’lerden itibaren, İslam ülkelerindeki düşünürlerin keşfi başladı. Bu, aslında düşüncenin düşünce olarak değerli olduğu Abbasi rönesansından farklı olarak düşüncenin islami düşünce olarak değerli olduğu fikrini savunanların keşfinden ibaretti. Batı tarafından ötekileştirilen Müslümanların, tepkisel olarak Batı’yı ötekileştirdiği ve insanlığın kardeşliğini öngören yaklaşımlarla bağını kopardığı anlaşılıyordu.
Felsefi geleneği olan Arap ülkelerinde o büyük felsefi geçmişe rahmet okutan bir sığlık, uzakdoğu Müslümanlarında hayret verici bir bağnazlık, İran ve Kafkas dünyasında ise adeta Haşhaşilerin küllerinden doğmuş dar kafalı bir militanlık başını aldı yürüdü.
Artık tartışmasız bir biçimde başka dinden, mezhepten ve gelenekten olanlara hürmetin ve saygının tükendiği bir Müslümanlık çağındayız. Bir kültürler harmanı olan ülkemizde seküler düşünce baskı altındadır, Sünnicilik öne çıkmıştır: Köklü bir heterodoks tarihin evlatları değilmişiz gibi, o büyük geçmiş, aşağılık duygularıyla mustarip bir güruhun kendini tatmini için çarpıtılmış ve fetih menkıbeleriyle gölgelenmiştir. Başkalarının yaşamını Müslümanlık adına düzenlemekten başka bir “yücelik” düşünemeyen taşra görgüsüzlüğünü bir siyaset yolu olarak kabul etmek ülkemiz muktedirlerinin popülizm yolundaki en görkemli hatasıdır. Bu hata nedeniyle “Ayasofya’nın ibadete açılması” düşüncesi kuvveden fiile çıkmış, Trabzon Ayasofya Müzesi cami olarak yeniden kullanılmaya başlanmıştır. Cami yapmanın kolay ve serbest olduğu bir ülkede, başka dine ait bir tarihsel yapıyı cami olarak ibadete açmanın vicdan ve hukuk açısından belki beş yüz yıl önce “fetih” diye bir karşılığı olabilirdi ama bugün, bu koşullarda fetih denen şeyin uluslararası hukuka göre karşılığı barbarlıkla eşdeğerdir. Dini bir savaş olarak görenlere öldürmenin övgüsünden başka bir şey kalmaz ve bunun da hoşgörülecek tarafı olamaz.
Bağnazlık sonsuz bir kuyuya benzer, düşmenin sonu yoktur. Bağnazlığın dünyasında sonraki günün bağnazlığı önceki günü geride bırakır: Kızlarla erkeklerin aynı merdivenleri kullanmasından rahatsız olduğunu söyleyen Trabzon Milli Eğitim Müdürü, Ayasofya’nın ibadete açılmasını unutturur; Ayasofya’nın ibadete açılmasını da başbakanın “evlere müdahale” atağı akıldan çıkarır. Çünkü Müslümanlar bütün bu olaylara genel olarak sessiz kalmışlardır.
Kız çocuklarını türbanlı olarak üniversiteye sokmak için verilen kavgayı hiçleştiren, aynı sınıfta erkek arkadaşıyla oturan kızlarımızı, kızlara ödev veren erkek hocalarımızı, otobüste yan yana oturan kızlı-erkekli çocuklarımızı potansiyel cinsel suçlu hale getiren bu tip adamların yarın ne gibi bir cevher yumurtlayacağını bilemeyiz. Onlar kadını şeytanlaştıran bir hegemonyanın peşindedir, bütün “vizyon” ve “fikir” sabuklamaları ise kenar süsünden ibarettir: Bu hegemonya iktidar söylemini muhafazakar erkek ideolojisiyle kurmuştur.
Laik-Türk söylemiyle toplumu kavimler cehennemine dönüştüren kronik gizli askeri yönetim gitmiş, Sünnilik söylemiyle cehennemin yolunu döşeyen kronik polis devleti yönetimi gelmiştir.
Bütün revanşist siyasal hareketlerin ortak özelliği intikamla iktidarı birbirine karıştırmaktır: Fransız ve Sovyet devrimlerinde örneğini gördüğümüz gibi, mazlumların iktidarı ele geçirmesi elbette önemli bir şeydir fakat iktidarı ele geçiren mazlumun en az önceki kadar zalim olması korkunçtur.
Rus işgaline karşı savaşan mazlum Afganlı, iktidarı ele geçirdikten sonra Kaide oldu ve “put” diyerek dev Buda heykellerini yıktı. Kadınları eve kapattı ve –temel hukuk ilkelerine göre değil- töresel nitelikteki din kurallarına göre insanları yargıladı, idamlar, işkenceler gerçekleştirdi. Türkiye’deki Müslümanların buna diyecek bir şeyi yoksa, onlara devrimcilerin 1970’lerde Kamboçya veya Çekoslovakya karşısındaki suskunluğunu, o dilsiz şeytanlığı anımsatmak yerinde olur.
Bir Müslüman, dünyanın bütün gerici ve baskıcı rejimleriyle sadece Müslüman oldukları için işbirliği yapan yöneticilerini onaylayabilir mi? Sudan veya Suudi Arabistan gibi ülkelerin zalim despotları salt Müslüman olduğu için “kardeş” sayılabilir mi? O halde, bir zamanlar Pakistan’ın zalimi General Ziya Ül Hak’ı “kardeşim” diyerek kucaklayan Kenan Evren’i kim ayıplayabilir? Hatta ayıplamayı bir kenara koyup “Ne yapalım devletlerin politikası ile inanışlar aynı kefede tartılamıyor” mu denecektir? Öyle bir durumda bir Müslümanın, Çekoslovakya’nın işgali karşısında “ama” diyerek gerekçeler öne süren partili yoldaştan farkı nedir?
Bana dünyadaki bütün Müslümanların aynı olduğunu söylemeye kalkanlara itirazım var: Kimse Vahabi, Şii veya bilmem ne inanışına göre yaşamak zorunda değildir. Madem ki her şey Allah’la kul arasındadır, asıl şirk, toplumu şeyhlerin veya emirlerin düşüncelerine uydurmaktır. Anadolu Müslümanlığıyla, Kaide’nin hayata geçirdiği şeyin aynı olduğunu düşünen ve buna sesini çıkarmayan bir Müslüman bende nasıl güven uyandırabilir? Sovyet işgali karşısında “ama..” diyerek gerekçeler öne süren devrimciler kime güven verebildi ki o Müslüman versin?
İslamcı mahkeme, islamcı okul.. Bunlar kabul edilemez. “Atatürkçü okul olabiliyor” demek yerine,  “Gelin bunu okul yapalım” demek daha anlamlıdır. Çünkü çağımızda birilerinin doğru bellediği hiçbir şeyin doğru olmadığını gösteren büyük işaretler mevcuttur. Bir lidere, bir bilmemneciliğe göre şekillenmiş olan her şey buharlaşıp başka bir şeye dönüşmektedir: 68 solculuğu bugün nerede? 78 solculuğu enternasyonalizmden gelip köycülükle-martirlik arasındaki ulusal mayınlar arasında infilak etmedi mi? Yaşam dinamiktir ve birtakım “büyük” fikirlerle, başkalarının (çocukların, gençlerin, halkın, toplumun) fikrine “ayar vermeye” çalışanlar derin yıkımlar göreceklerdir. Atatürk veya Lenin gibi toplumu gerçekten kurtarmış büyük liderlerin bile tapınma düzeyinde yüceltilmesi nasıl karikatüre dönüştüyse, bugünkü “kutsallıkların” çoğu da yakın bir gelecekte karikatür haline gelecektir.
Dünyada Müslümanlığı eleştirenlere karşı yaşatılan terör hangi gerekçeyle haklı bulunabilir? Salman Rushdie, Teslime Nesrin gibi pek çok yazar hakkında verilen ölüm fermanı İslam’ı başka dinden insanların gözünde sevimli hale mi getiriyor, yoksa Müslümanlığı zorba bir inanış derecesine mi indiriyor? Bilindiği gibi tartışmalarda kavga çıkaranlar kendi fikrine güvenmeyenlerdir; İslam’ın “Ben doğruyum, doğru bulmazsan seni öldürürüm” sözüyle özetlenebilecek bir slogana indirgenmesi nasıl bir ruh yüceliğinin işaretidir?
Bugün Müslümanlığını öne çıkararak toplumda yer edinenlerin çoğunu 1970’lerde dalga dalga solculaşan kişilerin durumuna benzetiyorum. Herkesin tek-tip düşünceye doğru itildiği bir sosyalist (veya Müslüman) coğrafya hayal etmek: Bundan daha büyük zulüm olur mu? İslam’ın tahayyülü bu mudur? Medinet’ül Fazıla’yı bile hayal edemeyen, Farabi çağının gerisine düşen bir anlayışla modern çağda düşünce öne sürülebilir mi? Bu olsa olsa otoriteryen, maddi-kalkınma retoriğiyle yetinip toplumu manevi düzlemde “ıslah” eden, tek tip, baskıcı bir islami düzen kurmak demektir. Yetmişlerdeki solcuların kalkınma retoriği bile bundan daha insancaydı; bugün böyle vahşi bir retorik kullanmak, din adına yola çıkan bir düşünceye yaraşır mı?
Sağcı-kalkınma retoriğinin mimarı Menderes’in izinde giden iktidarın, Menderes’le aynı söylemi kullanması dikkat çekicidir. “Bizimkiler” ve “onlar” ayrımı Menderes’in Vatan Cephesi’ni akla getirir. 1950’lerde Demokrat Parti’nin sandıktan aldığı güçle çoğulculuk diktatörlüğü kurduğu, günümüzde de bunun yinelendiği çok açıktır. Acaba bugün iktidar ne yaptığını bildiği için mi darbe çağrışımlarıyla uykusunu kaybetmiş, sokakları polisle doldurmuş, yargılama usüllerini hiçe saymış, kitlesel protestoları “idamlık suç” sayacak kadar oturduğu koltuğu mülk sayar hale gelmiştir?
Menderesli yıllarda da “kökü dışarıda” fikirlerden söz edilir, insanlar düşüncelerinden ötürü koğuşturulur, gazeteciler hapse atılır, işsiz bırakılırdı. Gazeteler ağır baskı altındaydı: Bütün bunlar ülkenin sonraki yıllardaki kamplaşmasına dayanak oluşturdu, hukukdışı bir yargılamayla trajik biçimde idam edilen Menderes ve arkadaşları, yönetimin askerleşmesi için hep gerekçe yapıldı, darbeler olağanlaştı, askerler “kurtarıcı” oldu. “Baskıyı ortadan kaldırmak” o zamanlar darbecilikle malul solcular da dahil hiç kimsenin aklına gelmiyordu. Mesele, baskı aygıtının kimin eline geçeceğiydi.
Bugün, zaman geçmiş, eski çamlar bardak olmuş, baskı aygıtı Menderes ekolünden gelenlerin eline geçmiştir. Fakat anladığım kadarıyla tarih tam da kaldığı yerden canlanmış, iktidar partisi soğuk savaş dönemi sağcılarının yaptığı şeyleri yinelemekle yetinmiştir. Çok sayıda öğrenci, gazeteci veya vatandaş gösteri yaptığı için hapsedilmiş, tiyatro oyunları bile ayaklanma provası olmakla itham edilmiştir. Ülkeyi George Orwell’ın distopyası olan 1984’ün karanlık atmosferine sürükleyen bu gelişmeler içler acısıdır: Ali İsmail Korkmaz’ı Eskişehir’de bir hiç uğruna döve döve öldüren polislere arka çıkan iktidarın Mısır’daki isyancılar için Mısır polisine ateş püskürmesi vicdan ve adaletle açıklanamaz. Bu, “biz” ve “onlar”ın uluslararası plana taşınmış şeklidir: Mısır’daki Sünni bizdendir ama Türkiye’deki alevi ve solcu “onlar”dandır diyen bir iktidarın adında adalet olsa ne olur, kalkınma olsa ne olur? Bu ülkenin başbakanı elli vatandaşımızın öldüğü bombalı saldırıda ölenleri “sünni kardeşlerimiz” diyerek anıyorsa, kendi ülkesindeki Gezi Parkı’nı lanetleyip Rabia Meydanı’na övgüler yağdırıyorsa ondan bu ülkeye hayır gelir mi? Oysa insanlık acısıyla yüreği yoğrulanlar polis kurşunuyla öldürülen Esma kadar, polis dayağıyla ölen Ali İsmail Korkmaz için de gözyaşı dökmelidir.
Türkiye her gün yeni, bağnaz bir açıklamayla ürpermektedir; adam kayırmacılık alıp başını gitmekte, bir politik partiye dönüşmüş olan polis baskısıyla vicdanlar sarsılmaktadır: Bu ülkede kötü düşler görmeden yaşayan kimse kalmamıştır.
Kamu birimlerindeki çapsız yöneticilerin “bizdendir” fikriyle bu kadar korunduğu başka bir çağ var mıdır? Bu ülkede skandalsız sınav, adam kayırmasız iş yapılamaz oldu; valilerle mahkeme başkanlarının, polislerle savcıların görev tanımı karıştı; cezaevi cezayerine, okul mokula dönüştü. Düşünün ki hala bu ülkenin YÖK’ü var, üniversite tepeden denetleniyor. Rektörlük seçimlerinde ise en çok oyu alan rektör adayının göreve gelmesi tesadüften ibaret; “atanması” gerekiyor: Ülkemizin en yüksek derecede eğitilmişleri bile kendi yöneticilerini seçmede ehil sayılmıyorlar.
Demek ki bu ülkede çoğunluğu eline geçiren, kendisine zulüm yaptığını söylediği bütün kurumları da eline geçiriyor; nedense aynı zulmü başkalarına yapmaya başlıyor fakat zalimken kendi yaptığını haklı görüyor.
“Bir dava için” iktidar olmak budur ve ne yazık ki böyle iktidar olmak haksızlığı yaygınlaştırmak anlamına gelmektedir.
“Katli vaciptir” sözüyle hiçbir problemi olmayan Müslümanla içinde bulunduğumuz çağın vicdanı bağdaşmaz. Laiklik adı altında insanlara baskı yapılması elbette çağa aykırıydı; fakat öte yandan içinde bulunduğumuz çağ, laikçiliği eleştirenlerden özgür toplum savunusu beklemektedir: Kahrolsun sekülerizm diyerek “özgürlükçülük yapan”lar, mezbahada koyunların yaşadıkları sürece yaşam hakkına dokunulmadığını söyleyenlere benzerler. Bu halleriyle dilsiz şeytan olsalar iyi: Düpedüz şeytandırlar.