I
Yetmişli yıllarda, henüz çok gençken, sömürüye, eşitsizliğe
ve ırkçılığa karşı sosyalizm fikrini benimsemenin ruhuma ne kadar iyi
geldiğini, içimin nasıl ışıdığını çok iyi anımsıyorum. Bu ışımanın etkisiyle
gözlerimin kamaştığını ve bu nedenle bazı şeyleri iyi göremediğimi ise çok
sonraları anlayacaktım: çünkü ne Moskova mahkemelerini biliyordum o zamanlar, ne
de Katin ormanlarını; ne Kamboçya’daki ölüm tarlalarından haberim olmuştu, ne
de Çin Kültür Devrimi’nin hain ilan ettiği “düşmanlar”dan.
O yıllarda sosyalizmin iyi bir toplumsal düzen olduğuna
inanç yüksekti. Sosyalizmde olduğu söylenen her türlü kötülük ise propagandadan
ibaretti, bundan kimse şüphe etmiyordu.
Şüphesiz yalan yanlış propaganda da çok yaygındı:
“Komünizmde ana-bacı yok, karı-koca yok, hangi kadını canın çektiyse eve gir
şapkanı as, kocası, babası, kardeşi gelse de dışarıda sen işini bitirinceye
kadar bekler” diyen Anadolu işi çamur sıvama rezilliğinden, resmen örgütlenmiş,
enstitüleri kurulmuş Amerikan destekli koca koca kurumlara kadar her yerden
anti-komünizm fışkırıyordu. Kapitalist ülkeler blokuna “Hür Dünya” deniyordu, hatta
Churchill’in sözleriyle sosyalist ülkeler “demirperde ülkeleri” olarak
niteleniyordu. İkinci Dünya Savaşı’nda savaş mekanizmasını sivil halk üzerinde
denemeyi umursamayacak kadar insanlığını yitirenler ve dünyayı paylaşma savaşı
çıkaranlar sanki bu “özgür dünya”nın yöneticileri değildi. İnsanlarını
düşüncelerinden ötürü hapse atan, hatta Mac Carthy döneminde her türlü sol
söylemi korku dolu bir suç gibi kovuşturan onlar olmamıştı.
Bu kamplaşmanın etkisiyle o yıllarda solcuların gözleri
ak-kara, doğru-yanlış, bizden-öteki sınıflaması dışında bir şey görmez olmuştu.
Örneğin Sovyetler Birliği’nin İkinci Dünya Savaşı’nda bütün doğu Avrupa’yı
işgal etmesi ve orada uydu yönetimler oluşturması doğal görünüyordu.
Doğu Avrupa niye işgal edilmişti gerçekten?
Buna yanıt olarak deniyordu ki: “Bratislava Anlaşmasına
göre, bir ülke zor durumda kaldığında diğer ülkelerden (Sovyetler’den tabii)
yardım isteyebilir. Durum hukuka uygundur.”
Kendin çalıp kendin söylemek diye buna derlerdi elbette: Hem
işgal edeceksin, hem de işgal ettiklerinle bir araya gelip anlaşma
hazırlayacaksın, sonra da buna dayanarak o ülkenin iç işlerine karışacaksın.
O zaman Hitler’le niye savaşmıştı ki Çekler, Bulgarlar,
Polonyalılar..
Bir ara Kim İl Sung'un kitabını okuyorduk:
Acayip bir adam diyorduk, ne Sovyet ne de Çin yanlısı, yani üçüncü yolu
savunuyor. Ayıla bayıla okuduk: “Proleter enternasyonalizminin bayrağını
yükseltelim!” adıyla dilimize çevrilen kitabında dinsel doğrular ve buyruklar gibi,
partinin şaşmaz doğruları, hainler, revizyonistler şunlar bunlar anlatılıyordu.
Henüz ölmemişti, oğluna hanedanını bırakmamıştı, oğlundan da tuhaf saç tıraşlı torununa diktatörlüğünün süreceği bilinmiyordu. Hele hele kendisine yazılan
mektupların bile sergilendiği müzesi açılmamıştı.
Kişiye tapınmanın böylesine yüceltildiği bir hal sosyalizmle bağdaşabilir mi sorusuna ahmakça yanıtlar veriyorduk, Ama.. diyorduk, ama bakın orada sömürü yok, sınıflar ortadan kaldırılmış, eşitlik..
Kişiye tapınmanın böylesine yüceltildiği bir hal sosyalizmle bağdaşabilir mi sorusuna ahmakça yanıtlar veriyorduk, Ama.. diyorduk, ama bakın orada sömürü yok, sınıflar ortadan kaldırılmış, eşitlik..
Böyle teranelerle birbirini efsunlayan sağır büyücüler gibi
yığın halinde bir o yana döndük Etiyopya’da ve Yemen’de bugün gerici bile
demeyeceğimiz “kurtuluş savaşları”nı selamladık, bir bu yana döndük Çinhindi
anavatanımız oldu. Tabii kutbumuz da rehberimiz de Latin gerilla hareketleriydi.
Programımızda insan hakları, demokrasi bilinci, bireysel
özgürlükler, lideri putlaştırmaktan kaçınma ve söz söyleme özgürlüğü yoktu. Seçimle
işbaşına gelmiş Allende’yi değil, savaşarak iktidarı alan 26 Temmuz (Küba) ve
Sandinista (Nikaragua) devrimlerini örnek alıyorduk. “Neden demokratik bir
programınız yok” diyenlere “Şili’de olanlara bakın” yanıtı veriliyordu,
şüphesiz doğruydu bu; “emperyalist saldırıdan fırsat kalmıyor ki buna”
deniyordu. Biri çıkıp da “Niye güçlü devletler kurmuş Sovyetler’de veya Çin’de
demokratik yönetimler yok” dese, “Sosyalizm kendini savunmak için silahlanmak
ve düşmanlarına göz açtırmamak zorundadır” diyerek karşı konuluyordu.
Kamboçya, Kmerlerin Marifeti 1976
Yüzeysel ışığı süslü ama içi karanlık olan bu yanıtlarla yetinmek, solu topluma düşman, eşitlik adı altında herkesi köleleştirmeye çalışan bir düşünce olarak yaftalamaya olanak tanıdı. Sol, kendi kuramsal kaynaklarını popülizmin sığ sularında çarçur ediyor, bütün insanlığı kardeş bilen o yüksek düşünce adım adım Rus, Çin, Macar, Çek, Slav milliyetçiliklerine dönüşüyordu. Hangi zihinsel içerikle sosyalizmi yorumladığı anlaşılamayan Pol Pot adındaki cani, insanın gözlüklü oluşunda bile burjuvalık gören müritler yetiştiriyor, Marksizmin seküler ve bilgi dolu insan tipi kayboluyor, her devrimci iman dolu savaşçıya dönüşüyordu. Sosyalizmin enternasyonalizmden milliyetçiliğe, özgürlükçülükten despotizme evrildiğini kavramak için bu yapının yerle bir olması gerekti.
Yüzeysel ışığı süslü ama içi karanlık olan bu yanıtlarla yetinmek, solu topluma düşman, eşitlik adı altında herkesi köleleştirmeye çalışan bir düşünce olarak yaftalamaya olanak tanıdı. Sol, kendi kuramsal kaynaklarını popülizmin sığ sularında çarçur ediyor, bütün insanlığı kardeş bilen o yüksek düşünce adım adım Rus, Çin, Macar, Çek, Slav milliyetçiliklerine dönüşüyordu. Hangi zihinsel içerikle sosyalizmi yorumladığı anlaşılamayan Pol Pot adındaki cani, insanın gözlüklü oluşunda bile burjuvalık gören müritler yetiştiriyor, Marksizmin seküler ve bilgi dolu insan tipi kayboluyor, her devrimci iman dolu savaşçıya dönüşüyordu. Sosyalizmin enternasyonalizmden milliyetçiliğe, özgürlükçülükten despotizme evrildiğini kavramak için bu yapının yerle bir olması gerekti.
Bir örnek vereyim: Doğu Avrupa’nın bütün o uydu “sosyalist”
despotları bir bir devrilirken, onları “Sovyet emperyalizminin uşağı” olmakla
suçlayan Arnavutluk’ta böyle hareketler yoktu. Buna bağlı olarak da ülkemizdeki
Arnavutluk sosyalizmi yanlıları orada gerçek sosyalizmin yaşandığını ve o
yüzden burjuva düzenini savunan olaylara rastlanmadığını düşünüyorlardı: “Biz
söylemiştik” diyorlardı, “Bizim haklı olduğumuzu anlamanız için Doğu Avrupa
uydularının yıkılmaları mı gerekiyordu?”
Çok değil aylar içinde bu sefer Arnavutluk’tan gemiler
dolusu insan batıya kaçmaya başladı, pek çok ülke sınırlarını kapattı, hatta
bir gemi, içinde binlerce insanla birlikte Akdeniz’de bir cüzzamlı topluluğu
gibi haftalar boyu dolaştı. “We love U.S.A” veya “freedom” dövizleri bir
hayalet gibi Akdeniz’i turladı.
Böylece sol, reel-politik’in kurbanı oldu; oysa sayısı
milyonları bulan insan, bu fikirler uğruna ölüme gitmişti, sosyalizm
taraftarlarının çektiği çileler Hıristiyan martirlerini aratmıyordu. Belki de
bu yüzden olsa gerek, sosyalistler, düşüncelerine uygun olmadığı halde dini
akımlara benzediler ve ölülerine “şehit” dediler.
Bu ölüm seviciliğinin sosyalist kültürün terk edildiği bir
çağı işaret ettiği tartışmasızdır: Sosyalizmin birtakım şeflerin (şeyhlerin dememek için kendimi güç
tuttum) iradelerine ve beyanlarına bağlı, marazi bir itaat kültürü haline
geldiği, her şeyin halen ak-kara, doğru-yanlış mantığına göre açıklandığı bu
ölüm tapınmasından ve şehitler edebiyatından anlaşılabilir.
Günümüzde sol olduğunu iddia eden bir hareketin, bütün bu
anlayışlarla bağını koparması ilke olarak beklenmelidir: “Yurtseverlik” “ulusal
değerler” gibi kavramların ardına geçerek, Stalinizmi yücelterek solculuk
yapılamaz; bu olsa olsa soğuk savaş yıllarında Doğu Avrupa’daki “ulusal
sosyalizmlerini koruyan” yönetimlerin ve onları destekleyen “dilsiz
şeytanların” safına girmek olur.
Komünizmle ulusal çıkarları bağdaştıranların enternasyonalizmi
reddetmesi çok olağandır: Ancak bu, solu sol yapan en temel değerin inkarıyla
solculuğa başlamaktır.
Komünist Hipotez adlı
yapıtında ‘partiye karşı devrim’ denebilecek bir ilke öneren Alan Badiou’nun solun
kendini yenilemesi konusunda bir ışık yaktığını düşünüyorum. Öte yandan
Badiou’nun yaklaşımı da dahil her türlü yenilik önerisinin o eski ulusal
sosyalist deneylere göre yapılması (Sekiz yüz bin kişinin katledildiği kültür
devriminden söz etmeyen Badiou’yu anlamıyorum), yıkılıp gitmiş o korkunç
iktidarların şiddet anaforunda yüzdüklerinin tescillenmeyişi bana insanca
görünmüyor.
Büyük bir kurtuluş estetiğinin, özgürlüşmenin esinleyicisi
olan sol, 1917’de ilk kez iktidarı ele geçirdikten sonra, yirmi otuz yıl
içinde, estetikten yoksun, nevrotik bir güç oldu. Böyle bir kriminal odak
haline geldikten sonra solun hem dışarıdan hem de kendi tarafından algılanışı
aynı kaldı: “Ötekiler haksızdır: Yıka yıka, süründüre süründüre geliriz ve
herkesi dediğimiz biçimde, öngördüğümüz biçimde değiştiririz.”
Kitleleri eğitilmeye ve parti düşüncesine benzetilmeye
muhtaç bir sürü gibi görmenin doğal sonucu olan bu görüş, ne yazık ki bir yığın
parlak, romantik ve ilerici genç insanı olmayacak hayaller peşinde tüketti. Bugün
sol söylem, sekülerizm, enternasyonalizm, demokrasi, çevrecilik, toplumsal
eşitlik, ırkçılık karşıtlığı ve cinsiyet faşizmine karşı olmak dışında kalan
her türlü ilkesini gözden geçirmek zorundadır. Özellikle yeni bir siyaset
felsefesine ihtiyaç duyulduğuna şüphem yoktur.
Başkalarını belli bir yaşam biçimine zorlamanın çağını aşmak
yeni bir yönetim felsefesiyle ve yeni bir dille mümkündür: Silahlı mücadele
ikonlarını, devleti, ulus kavramını, ölümü ve şiddeti kutsayan o devrimseverlik
dili romantik olabilir ama insanca değildir.
II
Sosyalizmin bir fikir hareketi olarak çökmeye başladığı
1980’lerden itibaren, İslam ülkelerindeki düşünürlerin keşfi başladı. Bu,
aslında düşüncenin düşünce olarak değerli
olduğu Abbasi rönesansından farklı olarak düşüncenin islami düşünce olarak değerli olduğu fikrini savunanların
keşfinden ibaretti. Batı tarafından ötekileştirilen Müslümanların, tepkisel olarak
Batı’yı ötekileştirdiği ve insanlığın kardeşliğini öngören yaklaşımlarla bağını
kopardığı anlaşılıyordu.
Felsefi geleneği olan Arap ülkelerinde o büyük felsefi
geçmişe rahmet okutan bir sığlık, uzakdoğu Müslümanlarında hayret verici bir
bağnazlık, İran ve Kafkas dünyasında ise adeta Haşhaşilerin küllerinden doğmuş
dar kafalı bir militanlık başını aldı yürüdü.
Artık tartışmasız bir biçimde başka dinden, mezhepten ve
gelenekten olanlara hürmetin ve saygının tükendiği bir Müslümanlık çağındayız.
Bir kültürler harmanı olan ülkemizde seküler düşünce baskı altındadır,
Sünnicilik öne çıkmıştır: Köklü bir heterodoks tarihin evlatları değilmişiz
gibi, o büyük geçmiş, aşağılık duygularıyla mustarip bir güruhun kendini
tatmini için çarpıtılmış ve fetih menkıbeleriyle gölgelenmiştir. Başkalarının
yaşamını Müslümanlık adına düzenlemekten başka bir “yücelik” düşünemeyen taşra
görgüsüzlüğünü bir siyaset yolu olarak kabul etmek ülkemiz muktedirlerinin
popülizm yolundaki en görkemli hatasıdır. Bu hata nedeniyle “Ayasofya’nın
ibadete açılması” düşüncesi kuvveden fiile çıkmış, Trabzon Ayasofya Müzesi cami
olarak yeniden kullanılmaya başlanmıştır. Cami yapmanın kolay ve serbest olduğu
bir ülkede, başka dine ait bir tarihsel yapıyı cami olarak ibadete açmanın
vicdan ve hukuk açısından belki beş yüz yıl önce “fetih” diye bir karşılığı
olabilirdi ama bugün, bu koşullarda fetih denen şeyin uluslararası hukuka göre
karşılığı barbarlıkla eşdeğerdir. Dini bir savaş olarak görenlere öldürmenin
övgüsünden başka bir şey kalmaz ve bunun da hoşgörülecek tarafı olamaz.
Bağnazlık sonsuz bir kuyuya benzer, düşmenin sonu yoktur. Bağnazlığın
dünyasında sonraki günün bağnazlığı önceki günü geride bırakır: Kızlarla
erkeklerin aynı merdivenleri kullanmasından rahatsız olduğunu söyleyen Trabzon
Milli Eğitim Müdürü, Ayasofya’nın ibadete açılmasını unutturur; Ayasofya’nın
ibadete açılmasını da başbakanın “evlere müdahale” atağı akıldan çıkarır. Çünkü
Müslümanlar bütün bu olaylara genel olarak sessiz kalmışlardır.
Kız çocuklarını türbanlı olarak üniversiteye sokmak için
verilen kavgayı hiçleştiren, aynı sınıfta erkek arkadaşıyla oturan kızlarımızı,
kızlara ödev veren erkek hocalarımızı, otobüste yan yana oturan kızlı-erkekli
çocuklarımızı potansiyel cinsel suçlu hale getiren bu tip adamların yarın ne
gibi bir cevher yumurtlayacağını bilemeyiz. Onlar kadını şeytanlaştıran bir hegemonyanın
peşindedir, bütün “vizyon” ve “fikir” sabuklamaları ise kenar süsünden
ibarettir: Bu hegemonya iktidar söylemini muhafazakar erkek ideolojisiyle
kurmuştur.
Laik-Türk söylemiyle toplumu kavimler cehennemine dönüştüren
kronik gizli askeri yönetim gitmiş, Sünnilik söylemiyle cehennemin yolunu
döşeyen kronik polis devleti yönetimi gelmiştir.
Bütün revanşist siyasal hareketlerin ortak özelliği
intikamla iktidarı birbirine karıştırmaktır: Fransız ve Sovyet devrimlerinde
örneğini gördüğümüz gibi, mazlumların iktidarı ele geçirmesi elbette önemli bir
şeydir fakat iktidarı ele geçiren mazlumun en az önceki kadar zalim olması
korkunçtur.
Rus işgaline karşı savaşan mazlum Afganlı, iktidarı ele
geçirdikten sonra Kaide oldu ve “put”
diyerek dev Buda heykellerini yıktı. Kadınları eve kapattı ve –temel hukuk
ilkelerine göre değil- töresel nitelikteki din kurallarına göre insanları
yargıladı, idamlar, işkenceler gerçekleştirdi. Türkiye’deki Müslümanların buna diyecek
bir şeyi yoksa, onlara devrimcilerin 1970’lerde Kamboçya veya Çekoslovakya
karşısındaki suskunluğunu, o dilsiz şeytanlığı anımsatmak yerinde olur.
Bir Müslüman, dünyanın bütün gerici ve baskıcı rejimleriyle
sadece Müslüman oldukları için işbirliği yapan yöneticilerini onaylayabilir mi?
Sudan veya Suudi Arabistan gibi ülkelerin zalim despotları salt Müslüman olduğu
için “kardeş” sayılabilir mi? O halde, bir zamanlar Pakistan’ın zalimi General
Ziya Ül Hak’ı “kardeşim” diyerek kucaklayan Kenan Evren’i kim ayıplayabilir? Hatta
ayıplamayı bir kenara koyup “Ne yapalım devletlerin politikası ile inanışlar
aynı kefede tartılamıyor” mu denecektir? Öyle bir durumda bir Müslümanın,
Çekoslovakya’nın işgali karşısında “ama” diyerek gerekçeler öne süren partili
yoldaştan farkı nedir?
Bana dünyadaki bütün Müslümanların aynı olduğunu söylemeye
kalkanlara itirazım var: Kimse Vahabi, Şii veya bilmem ne inanışına göre
yaşamak zorunda değildir. Madem ki her şey Allah’la kul arasındadır, asıl şirk,
toplumu şeyhlerin veya emirlerin düşüncelerine uydurmaktır. Anadolu
Müslümanlığıyla, Kaide’nin hayata geçirdiği şeyin aynı olduğunu düşünen ve buna
sesini çıkarmayan bir Müslüman bende nasıl güven uyandırabilir? Sovyet işgali
karşısında “ama..” diyerek gerekçeler öne süren devrimciler kime güven
verebildi ki o Müslüman versin?
İslamcı mahkeme, islamcı okul.. Bunlar kabul edilemez. “Atatürkçü
okul olabiliyor” demek yerine, “Gelin
bunu okul yapalım” demek daha
anlamlıdır. Çünkü çağımızda birilerinin doğru bellediği hiçbir şeyin doğru
olmadığını gösteren büyük işaretler mevcuttur. Bir lidere, bir bilmemneciliğe
göre şekillenmiş olan her şey buharlaşıp başka bir şeye dönüşmektedir: 68
solculuğu bugün nerede? 78 solculuğu enternasyonalizmden gelip
köycülükle-martirlik arasındaki ulusal mayınlar arasında infilak etmedi mi? Yaşam
dinamiktir ve birtakım “büyük” fikirlerle, başkalarının (çocukların, gençlerin,
halkın, toplumun) fikrine “ayar vermeye” çalışanlar derin yıkımlar
göreceklerdir. Atatürk veya Lenin gibi toplumu gerçekten kurtarmış büyük
liderlerin bile tapınma düzeyinde yüceltilmesi nasıl karikatüre dönüştüyse,
bugünkü “kutsallıkların” çoğu da yakın bir gelecekte karikatür haline
gelecektir.
Dünyada Müslümanlığı eleştirenlere karşı yaşatılan terör
hangi gerekçeyle haklı bulunabilir? Salman Rushdie, Teslime Nesrin gibi pek çok
yazar hakkında verilen ölüm fermanı İslam’ı başka dinden insanların gözünde
sevimli hale mi getiriyor, yoksa Müslümanlığı zorba bir inanış derecesine mi indiriyor?
Bilindiği gibi tartışmalarda kavga çıkaranlar kendi fikrine güvenmeyenlerdir;
İslam’ın “Ben doğruyum, doğru bulmazsan seni öldürürüm” sözüyle özetlenebilecek
bir slogana indirgenmesi nasıl bir ruh yüceliğinin işaretidir?
Bugün Müslümanlığını öne çıkararak toplumda yer edinenlerin
çoğunu 1970’lerde dalga dalga solculaşan kişilerin durumuna benzetiyorum. Herkesin
tek-tip düşünceye doğru itildiği bir sosyalist (veya Müslüman) coğrafya hayal
etmek: Bundan daha büyük zulüm olur mu? İslam’ın tahayyülü bu mudur? Medinet’ül
Fazıla’yı bile hayal edemeyen, Farabi çağının gerisine düşen bir anlayışla
modern çağda düşünce öne sürülebilir mi? Bu olsa olsa otoriteryen,
maddi-kalkınma retoriğiyle yetinip toplumu manevi düzlemde “ıslah” eden, tek tip,
baskıcı bir islami düzen kurmak demektir. Yetmişlerdeki solcuların kalkınma retoriği
bile bundan daha insancaydı; bugün böyle vahşi bir retorik kullanmak, din adına
yola çıkan bir düşünceye yaraşır mı?
Sağcı-kalkınma retoriğinin mimarı Menderes’in izinde giden
iktidarın, Menderes’le aynı söylemi kullanması dikkat çekicidir. “Bizimkiler”
ve “onlar” ayrımı Menderes’in Vatan Cephesi’ni akla getirir. 1950’lerde Demokrat
Parti’nin sandıktan aldığı güçle çoğulculuk diktatörlüğü kurduğu, günümüzde de
bunun yinelendiği çok açıktır. Acaba bugün iktidar ne yaptığını bildiği için mi
darbe çağrışımlarıyla uykusunu kaybetmiş, sokakları polisle doldurmuş, yargılama
usüllerini hiçe saymış, kitlesel protestoları “idamlık suç” sayacak kadar
oturduğu koltuğu mülk sayar hale gelmiştir?
Menderesli yıllarda da “kökü dışarıda” fikirlerden söz
edilir, insanlar düşüncelerinden ötürü koğuşturulur, gazeteciler hapse atılır,
işsiz bırakılırdı. Gazeteler ağır baskı altındaydı: Bütün bunlar ülkenin
sonraki yıllardaki kamplaşmasına dayanak oluşturdu, hukukdışı bir yargılamayla
trajik biçimde idam edilen Menderes ve arkadaşları, yönetimin askerleşmesi için
hep gerekçe yapıldı, darbeler olağanlaştı, askerler “kurtarıcı” oldu. “Baskıyı
ortadan kaldırmak” o zamanlar darbecilikle malul solcular da dahil hiç kimsenin
aklına gelmiyordu. Mesele, baskı aygıtının kimin eline geçeceğiydi.
Bugün, zaman geçmiş, eski çamlar bardak olmuş, baskı aygıtı
Menderes ekolünden gelenlerin eline geçmiştir. Fakat anladığım kadarıyla tarih
tam da kaldığı yerden canlanmış, iktidar partisi soğuk savaş dönemi
sağcılarının yaptığı şeyleri yinelemekle yetinmiştir. Çok sayıda öğrenci,
gazeteci veya vatandaş gösteri yaptığı için hapsedilmiş, tiyatro oyunları bile
ayaklanma provası olmakla itham edilmiştir. Ülkeyi George Orwell’ın distopyası
olan 1984’ün karanlık atmosferine sürükleyen bu gelişmeler içler acısıdır: Ali
İsmail Korkmaz’ı Eskişehir’de bir hiç uğruna döve döve öldüren polislere arka
çıkan iktidarın Mısır’daki isyancılar için Mısır polisine ateş püskürmesi
vicdan ve adaletle açıklanamaz. Bu, “biz” ve “onlar”ın uluslararası plana
taşınmış şeklidir: Mısır’daki Sünni bizdendir ama Türkiye’deki alevi ve solcu
“onlar”dandır diyen bir iktidarın adında adalet olsa ne olur, kalkınma olsa ne
olur? Bu ülkenin başbakanı elli vatandaşımızın öldüğü bombalı saldırıda
ölenleri “sünni kardeşlerimiz” diyerek anıyorsa, kendi ülkesindeki Gezi
Parkı’nı lanetleyip Rabia Meydanı’na övgüler yağdırıyorsa ondan bu ülkeye hayır
gelir mi? Oysa insanlık acısıyla yüreği yoğrulanlar polis kurşunuyla öldürülen
Esma kadar, polis dayağıyla ölen Ali İsmail Korkmaz için de gözyaşı dökmelidir.
Türkiye her gün yeni, bağnaz bir açıklamayla ürpermektedir; adam
kayırmacılık alıp başını gitmekte, bir politik partiye dönüşmüş olan polis
baskısıyla vicdanlar sarsılmaktadır: Bu ülkede kötü düşler görmeden yaşayan
kimse kalmamıştır.
Kamu birimlerindeki çapsız yöneticilerin “bizdendir”
fikriyle bu kadar korunduğu başka bir çağ var mıdır? Bu ülkede skandalsız
sınav, adam kayırmasız iş yapılamaz oldu; valilerle mahkeme başkanlarının, polislerle
savcıların görev tanımı karıştı; cezaevi cezayerine,
okul mokula dönüştü. Düşünün ki hala
bu ülkenin YÖK’ü var, üniversite tepeden denetleniyor. Rektörlük seçimlerinde ise
en çok oyu alan rektör adayının göreve gelmesi tesadüften ibaret; “atanması”
gerekiyor: Ülkemizin en yüksek derecede eğitilmişleri bile kendi yöneticilerini seçmede ehil sayılmıyorlar.
Demek ki bu ülkede çoğunluğu eline geçiren, kendisine zulüm
yaptığını söylediği bütün kurumları da eline geçiriyor; nedense aynı zulmü
başkalarına yapmaya başlıyor fakat zalimken kendi yaptığını haklı görüyor.
“Bir dava için” iktidar olmak budur ve ne yazık ki böyle
iktidar olmak haksızlığı yaygınlaştırmak anlamına gelmektedir.
“Katli vaciptir”
sözüyle hiçbir problemi olmayan Müslümanla içinde bulunduğumuz çağın vicdanı
bağdaşmaz. Laiklik adı altında insanlara baskı yapılması elbette çağa
aykırıydı; fakat öte yandan içinde bulunduğumuz çağ, laikçiliği eleştirenlerden
özgür toplum savunusu beklemektedir: Kahrolsun sekülerizm diyerek “özgürlükçülük
yapan”lar, mezbahada koyunların yaşadıkları sürece yaşam hakkına dokunulmadığını söyleyenlere
benzerler. Bu halleriyle dilsiz şeytan olsalar iyi: Düpedüz şeytandırlar.