Yazar Algıları Değiştirir, Tarihi Değil
on 21 Aralık 2014 Pazar
Etiketler:
Haldun Çubukçu'nun Yine Doğdu Tanyıldızı röportajı
/
Comments: (0)
Gürsel Korat ilk
romanı Zaman Yeli (1994) ile etkili bir çıkış yapmıştı. Üretkenliğini Ay
Şarkısı, Güvercine Ağıt, Kalenderiye, Rüya Körü, Çizgili sarı Defter, Gölgenin
Canı gibi yapıtlarla sürdürdü. Son romanı Yine Doğdu Tanyıldızı kitapçılarda.
Gürsel Korat kitabı üzerine sorularımızı yanıtladı.
Söyleşi: Haldun Çubukçu
Son romanınız “Yine Doğdu Tanyıldızı” tarihsel roman
tasnifine ait. Bu tarzın daha çok günümüz gerçekliğinden kaçmakta ya da en
azından dışında kalmakta bir anlatı olanağı olarak değerlendirilirken siz
güncel göndermelere fevkâlade açık bir roman yazmışsınız. Ne düşünüyordunuz?
Bir roman istediği
kadar tarih anlatsın aslında günümüzdeki aklın, günümüzdeki bakış biçiminin
geçmiş hakkında söylediği sözden ibarettir. Bugün Şah İsmail’i anlatan bir
yığın farklı bakış açıları vardır ki büyük olasılıkla geçmişte o bakış açıları
yoktur. Onlar geçmiştir, romanlar ise bugünden söylenen geçmiş. Sorunuzun diğer
bölümüne gelince: Güncel değerlendirmelere açık olmayan roman yazmamak çok
tuhaf olmaz mı sevgili Haldun Çubukçu?
Bir yoldan çıkış, yanlış seçimler dünyasında ki; “kervankıran”
yıldızının Tanyıldızı da olarak ve hatta akşam yıldızı olarak bilinen Venüs’ün
Kutup yıldızı sanılarak canla ödenmiş bedellerin metaforunda Anadolu
Ortaçağının özel bir kesitine, Mevlevilik, Melamilik ekseninde bir anlatı
kuruyorsunuz. Acımasız bir erkek dünyası ve erkeklerin tensel ilişkileri…
derken sahici bir aşkın acı sonu. Yanlış insanlar, yanlış seçimler, yanlış bir
zaman… Doğrusu ne olabilirdi? Okurun algısına bırakmadan yazarın hükmüne
başvuracak olursak?
Yazar hükmünü
romanda söylemiştir. Şüphesiz metnin niyetini değil yazarın niyetini sorarak
konuyu derinleştirmek istiyorsunuz. Ben de şöyle yanıt vereyim: Okurun niyetine
bırakalım doğrusunu. Yazınsal metinlerde doğrulardan veya yanlışlardan söz
etmekten yana değilim ben.
Kitabın yaklaşık yarısına kadar özel, “üst” bir dil var. Daha
ilk tümcelerde okurla kurulan bağıntı, anlatının düğümünü oluşturuyor ve
olacakların akışından haberdar ediyor. Etkileyici bir tarz ve üslup… Bir meydan
okuma mı?
Hangi yazar
yazılmış metinlerin anlatım biçimlerinin dışına çıkıp başka bir yol tutturmak
istemez? Bütün yazarların kendilerine ait olan ve “kendilerinden” bilinen bir
anlatım yoluyla anımsanmak isteyeceklerine kuşkum yok. Meydan okuma demeyelim
de buna, “çokluğun bulunduğu yerden ayrılma” diyelim.
“Mevlevizan” duruşuyla zengin, müreffeh şeyh Nizamüddin
ve zenginlerin birbirini sevdiği dünya gerçeğinden, sözde Melami, özde korkunç
bir benmerkezci İshak’a savrulurken ve romanın bütünündeki 12 günlük süre bu
tür bir savruluş ve kişinin karakterinin, olayların nedenselliğin ve hatta
insanın özünün ortaya çıkması için çok kısa bir zaman dili olarak anlatının
zayıflamasına hizmet etmiyor mu?
Yazınsal metnin
zamanı ile bizim gerçeklik algımızın zamanı örtüşmez. İsterseniz bir günü
yazın, yazar olarak yapmanız gereken şey olayların akışını inandırıcı biçimde
“içimizdeki zaman algısına” uydurmaktır. Bana göre sünni bir hâcenin, üstelik kadı
makamını dolduran bir adamın melamete kayıp kendi oğulları da dahil herkesi
karşısına alması durumunda, olayların on ikinci günde patlak vermesi gecikmiş
bir tepkidir. Bunu düşündüğüm için olayı daha erken patlatacak birilerini
mantıklı gerekçelerle geciktirdim. Trajedinin temel yapısına uygun bir şey bu;
bütün kararlar işler düzgün gitsin diye alınıyor fakat hepsi de felakete yol
açıyor. Öte yandan anımsarsak olaylar 12 gün içinde kızışıyor, temelde bütün
anlatıya otuz gün süre verdim ben. Okuru otuz günlük bir zaman algısına
çağırdım.
Paralel bir hikayeye ait işaretler, temaslar ve hatta
akraba bir izlek: “Şems-i Tebrizi’nin yeniden dirildiği… Celal’imi arıyorum” (s.19)
denilen satırlardaki gönderme… Müdahaleci bir soru saymazsanız, neden asıl
olanı anlatmak varken, gölgesiyle yetindiniz?
Üzerlerinde –yanlış
veya doğru- tarihsel bir anlaşma oluşmuş kişileri yazmak, roman yazmaktan çok
alternatif tarihçiliğe benziyor. Mevlana öyle değil de böyleydi diyeceğime
anlatmak isteyeceğim kişiyi kendim yaratırım daha iyi. Niye onunla bununla
tarihsel olayları tartışayım? Roman tarihsel olayları kanıtlama yeri değildir.
Şüphesiz bizim tarih romancılığımız -bir elin parmaklarını geçmeyen birkaç
yazar dışında- amatör tarihçiler arenasıdır. Oysa roman insana insanın
hikayesini anlatmalıdır, tarihteki bir kişinin gerçekte ne olduğunu değil. Ben farkındaysanız
–ısrarla- merkezde yer alan tarihsel kişilikleri değil, kenarda, İstanbul
dışında, İstanbul’un dilinden bile uzakta, Osmanlı’dan eskide, imparatorlardan
ötede yaşayanların hikayesiyle uğraşıyorum. İstanbul’u ve imparatorları bir
kere anlattım, o da Bizans’tan Selçuklu’ya bakmak için. Herkes Selçuklu’dan
bakmayı seviyor ya, buna itiraz ettim.
Çünkü yazar algıları değiştirir, tarihi değil. Ben herkesin bildiği düşünme biçimlerinin
dışına çıkarak kuruyorum romanımı, herkesin farklı anlattığı tarihi düzeltmek
için değil.
Bir üst dil ve anlatım tekniği demişken; yani Anlatıcının
yazdırırken yazılan bir roman halindeki daha çok iç mekanlarda gelişen betimlemeler
ve insan durumlarıyla ilişkili metin, yaklaşık yarısında tarz değiştiriyor,
doğrudan yazarın anlatısıyla olayların acayip hızlandığı, hani neredeyse bir an
önce son yakalama derdinde bir tarza bürünüyor. Niçin?
Bence her sağlam
romanda düğümler düğüm üstüne biner ve bunlar hızla çözülür. Yazarın
anlatmaktan bıkıp bir an önce sona ulaşmak istediği romanlarda sonu merak bile
etmeyiz. Yazar sıkılmışsa okur haydi haydi sıkılır.
Kendi adıma,
dandik anlatıların ve hikayelerin popüler bir dille itibar ve ilgiyi cömertçe
gördüğünü düşündüğüm günümüzde bu görece “zor” sayılabilecek hikayenin yazarında
beklentisi ne olacak?
Okurun neye ilgi
göstereceğini bilmeyen iki kişiyiz, buna temenniler ve iyi dilekler dışında
nasıl yanıt verebilirim?
Gittikçe bütün referansları dinden alınmaya başlayan bir
iktidarın ve muktedirin Osmanlıcılık, Sünni ahlakı, kadın düşmanı vb. siyaseti
ve programı dizgininden boşanmışken yeniden ve durmaksızın anımsamayı, bilmeyi
gerektiren doğrudan o referansın hakim olduğu günlerin rezilliğini görmek için
iyi bir zamanlama oldu kanımca “Yine Doğdu Tanyıldızı” Ne dersiniz? Kıssası
aklın, eylemin ve hatta kadının özgürleşmesiyse, yine son dönemde çok az
örneğine rastladığımız edebiyat – sanat içre politik bir tavır alış olarak da
yorumlayabilir miyiz?
“Kötü para iyi
parayı kovar” derler ya iktisatta; romanda da öyle bi durum her zaman vardır:
Popüler romanlar, basit hikayeler, iktidar borazanlıkları iyi edebiyatı raflardan indirir. Üstelik
bunlar büyük bir iş yapılıryormuş gibi coşkuyla karşılanır. Şüphesiz arada
sırada iyi romanların başına da iyi şeyler gelir ama bu istisnadır. O yüzden
sanatçının bütün bu olanlar karşısındaki duruşu tarafsız olamaz. Sanat
yapıtında açıkça politik tavır göstermeyen yazar, toplumsal olaylar karşısında
kişisel vicdanıyla görünür; hem ahlaki hem de politik bir seçimin tarafıdır.
Aydınlık Kitap Eki,
19 Aralık 2014
AŞK YALNIZCA AŞK OLARAK YAŞANMIYORSA KÖTÜDÜR
on 17 Aralık 2014 Çarşamba
Etiketler:
Tuğba Çelik'in Yine Doğdu Tanyıldızı Röportajı
/
Comments: (0)
Yine doğdu Tanyıldızı’nda yeni
bir anlatıcılığı deneyen, üzerine pek gidilmemiş olan ortaçağdaki eşcinsel din
adamlarını anlatan ve trajik bir aşk öyküsüyle boy gösteren Gürsel Korat’la
konuştuk.
Söyleşi: Tuğba Çelik
Romanlarınız hep Kapadokya
çevresindeydi. Bundan bir önceki romanınız Rüya Körü ise İstanbul’da
geçiyordu. Yine Doğdu Tanyıldızı ile 1300’lerin
Niğde’sindesiniz. Bu ani iklim değişikliği neden kaynaklanıyor? Anadolu’ya geri
mi döndünüz?
Benim romancılığımda İstanbul istisnadır, Anadolu değil. Bir ara
İstanbul’a Rüya Körü “gezmesine” gittim, geldim. Amacım bütün Orta Anadolu’yu
romanlarıma yerleştirmenin bir yolunu bulmaktır: İster mekan olarak, ister
coğrafi betimlemede estetik bir unsur olarak, isterse de bir dil olanağı
olarak. Çünkü yazı anlatıcılığa ve dil işçiliğine dayanır. Anadolu’nun görkemli
coğrafyasıyla, sözlü geleneğinden gelen dilsel olanaklarının zenginliği istesem
bile uzak duramayacağım bir durumdur.
Zembilli İshak
ile Şeyh Nizamüddin arasında geçenlerle Mevlana ile Şems arasındaki
tartışmalı aşk ilişkisi bire bir örtüşüyor. Yani geleneksel algıda Mevlana ile
Şems Allah aşkı için yan yana gelmiştir. Oysa siz bu ilişkiyi Zembilli İshak ve Şeyh Nizamüddin
karakterleri üzerinden basbayağı eşcinsel bir ilişki olarak tanımlıyorsunuz. Bu
yorumunuzun getireceği tartışmalara hazır mısınız?
Bilindiği gibi ben tanınmış, üzerlerinde çok
sayıda fikir belirmiş tarihi kişilikleri yazmayı yanlış buluyorum. Bu hem
onların tanınmışlığından yararlanmak gibi bir ahlaki sorun yaratır, hem de asıl
olarak kendini bir şekilde ifade etmiş bu kişiler karşısında yazarı istediği
gibi davranmaktan alıkoyar. Ben kıyıda köşede kalanları, yoksulları, ünü
olmayanları severim. Bu romandaki kimse gerçek bir tarihi kişi değil. Bu
nedenle sırtımda yumurta küfesi yok. Ortaçağ’da da ben söyleyinceye kadar
yüzlerce kişi eşcinsel ilişkilerin yaygınlığını yazmıştır. Ben yalnızca kral
çıplak dedim, o kadar. Hiç kimseyle tartışacak değilim, bunlar roman karakteri, cinsiyetçi
bakışlarıyla ulvi dokunulmazlıklar yaratıp, “ama bunlar birer mecaz, eşcinsel
ilişki değil” diyenlere “hadi başka kapıya” demekten başka yapacağım bir şey
yok. Bal gibi de cinsel ilişki. Bal gibi de bir yazılı iz bırakmış. Ben
eşcinselliği yargılamaktan uzak durmanın yolunu ararken, eşcinselliği suçmuş
gibi tartışanlarla konuşmam. Ortaçağda homoseksüel,
eşcinsel gibi kavramlar olmadığı için, üzerinde hiçbir yargı birikmemiş
olan erseven kavramını kurmak benim
için defalarca girişilmiş bilgi tartışmalarından kıymetlidir. Yazar tarihi
açıklamaz, yazar tarihe bakar ve insanı görür.
Bu roman
bir aşk romanı. Bir yazar için zor bir seçim?
Neden zor bir seçim olsun?
Aşk
odaklı bir şeyler yazarken insan bildik şeyleri söylemekten ya da aşırı
romantik olmaktan, popülist söylem tuzağına düşmekten korkar da ondan...Mı?
Anladım. Doğrusu burada aşkı bulanları ve
aşksızları görmek birinci sorundu.
İkincisi aşık olanların cinsiyetiyle ilgili durumlardı. Bu çetrefil
sorun şöyle belirdi, insanlar kadın seven kadınlar, erkek seven kadınlar, erkek
seven erkekler ve kadın seven erkekler olarak bölünüyordu. Öte yandan bunların
iki yanlı (yani hem erkeğe hem kadına ilgi duyanları, biseksüel olanları) ile
aseksüel insanları da işin içine koyunca yalnızca adlandırma konusunda bile
uzun bir kriz yaşadım. Sizin sorduğunuz şeyi, söylenmişi yineleme korkusunu ise
hiç yaşamadım. Çünkü popülist söylem
konuyla ilgili bir sorun değildir, söyleyiş tarzıyla ilgilidir. Ben bu kitapta
zaten söyleyişle ilgili başka bir tarz oluşturdum.
Onu sonra
soracağım. Önce Zembilli İshak-Şeyh Nizamüddin ikilisinden doğan kötücül aşkın
tersine saflık ve mutluluk dağıtan aşk ikilisini kurcalamak istiyorum. Yani
Fazıla ile Nurettin’e bir bakalım. Mevlana’nın üvey kızı Kimya ile oğlu
Alaaddin gibi değiller mi bunlar? Fazıla o dönemde az görülecek bir kadın tipi.
Astronomiden, matematikten, felsefeden anlayan bir kız. Nurettin ise dericiler
ocağından. Davul bile dengi dengine denir; ama aralarında bir aşk doğuyor.
Sizce bu aşk gerçek mi yoksa Fazıla’nın ve Nurettin’in acı dolu hayattan kaçış
formülü mü?
Her aşk dengesiz arzuların çarpışmasından çıkar.
Fazıla kendine denk birini bulsa ona aşık olabilirdi fakat ortada öyle biri
görünmüyor. Oysa Nureddin erkeğin gözüyle gördüğü için kadının güzelliği ona
yetiyor, aklıyla ilgilendiği bile yok. Akılla dolu bir baş, hayvan vücudunda
yaşıyor; dolayısıyla insanın aşkıyla aklı birbirini tanımlamayabilir. Denklik
özellikle aşkta pek görülen bir şey değildir. Her Sokrates’in bir Ksantipesi
vardır derler, bu eril yargıya şunu da ekleyebiliriz: Her Hırçın Kız Kate’in yarısı
bile etmeyecek zekada bir Petruchio da vardır.
Nureddin’le Fazıla’nın kavuşmaktan başka bir şey
düşünmedikleri bir çağda, Romeo ve Julyet gibi, Ferhat ile Şirin gibi bir
gençlik evresinde birbirlerinden koparılması asıl acıyı yaratan en derin
gerçekliktir.
Bir de
aşka uzaktan bakanlar var. Mesela Mihri. Mesela Şeyh Nizamüddin’in karıları.
Aşksız hayatı biraz kederli biraz kin dolu tanımlamışsınız. Şunu mu diyorsunuz
eşcinsel ya da değil insan aşksız yaşarsa iyi kalamaz mı? N’olcak şimdi aşksız kalanlar
ölsün mü?
Aşktan ölenler de vardır, unutmayalım. Çözüm şu:
Aşk yalnızca aşk olarak yaşanmıyorsa kötüdür. Aşksızlık zaten kötüdür ama
aşksız kaldığı için iyiliğe eğilimli olanları da görmeli: Mesud tam da o
kişidir.
Zembilli
İshak, Fazıla’ya tutuluyor. Böylece bir aşkın karakedisi oluyor. Tek taraflı
aşk her zaman zarar mı verir?
İnsanın Tanrı’ya, liderlere, annesine ve
babasına duyduğu aşk da çoğunlukla tek taraflıdır. Tek taraflı aşk yüceltmeyi
de sağlar. Sorun o aşkı yaşayanın iyilik dolu duygularla yaşayıp yaşamadığıdır.
Aşk acısında bile iyi insanlar için mucizeler saklıdır.
Zembilli
İshak Şems ise Şeyh Nizamüddin Mevlana ise hani şiir nerede? Kaçtınız mı?
Hayır yalnızca Celaleddin’le Şems’e benzerliği
kabul edebilirim ama benim anlattığım kişilerin onlar olduğunu kabul
etmeyeceğim. Şiirden niye kaçayım? Daha önceki romanlarımda kullandım. Bu
romanda Nizamüddin ve İshak’ı anlattım, o kadar. Benim kahramanlarım şiir
yazmıyor ya da o alanda beceriksizler.
Bu
romanda diğer romanlarınıza göre doğa betimlemeleri daha az. Daha çok gökyüzü
ve dağlar var. Bu betimsel durgunluk Niğde’nin çorak coğrafyasından mı yoksa
karakterlere daha fazla odaklanma arzusundan mı kaynaklanıyor?
İkincisi daha doğru. Ben karakterden karaktere
zıplayan, tay gibi seken bir anlatımı kovalamak istedim. Niğde’yi hiç
betimlemediğim söylenemez fakat izlenim yaratarak değil de sezdirerek
ilerledim. Dağları, tozu ve rüzgârı ile Niğde hep beni düşündürmüştür; bir de o
güzelim Alaüddin Tepesi, burçlar, hisar.. Hıristiyanlara bile ilişmedim, çünkü
ben ev, han ve emirin konağı arasındaki küçük bir üçgende yaşadım bu romanda.
Yine
Doğdu Tanyıldızı biçemsel yenilikleriyle de ilginç bir roman olmuş. Bu romanda
daha önce bilmediğimiz bir anlatıcı tipini kullanıyorsunuz. Tarif etmesi de güç. Bir anlatıcı ötekine yaz diyor; ama bunlardan
hiçbiri kendi başına anlatıcı değil, beraber yazıyorlar. O zaman siz bu romanı üç kişi mi yazdınız?
Şöyle düşünelim: Eski çağlarda anlatan kişi başka, yazan kişi başkaydı.
Üstelik yazanlar başkasının yazdığı şeyi nakleder, bu da çoğunlukla kurmaca
olmazdı. Yani öykü yalnızca anlatılır belli bir zaman sonra, ezberlenince
yazıya geçerdi. Rönesans’tan itibaren yazanla anlatan kişi aynılaştı, zamanla
güçlendi. Ben işte bu romanda bunları ayırdım ve sonra birleşince yazar olarak
başka bir kişi olarak yazdığımı hissedip başkalarına da hissettirmiş oldum.
Romanı üç kişiyle yazmadım ama üçe bölünüp yazdığım doğrudur.
Anlaşılşan o ki Yine Doğdu
Tanyıldızı bir romancının anlatıcıyı teknik açıdan yeniden düşündüğü bir roman.
Bu, Türk romancılığına yeni bir katkı.
Teşekkür ederim ama bunu başkaları söylesin, ben evet ya da hayır
demeyeyim.
Hürriyet, 16 Aralık 2014
YEDİ GÜNDE HEM NİĞDE’NİN HEM DE ŞEYHİN KADERİ DEĞİŞİR
on 9 Aralık 2014 Salı
Etiketler:
Efnan Atmaca'nın Yine Doğdu Tanyıldızı Yazısı
/
Comments: (0)
EFNAN ATMACA
Gürsel Korat,Yine Doğdu Tanyıldızı’nda Niğde’de geçen bir öykü
anlatıyor. Kitapta Mevlevilerin, Sufilerin, Sünni şeyhlerin, Melamilerin,
Bektaşilerin cümle derviş taifesinin izi var.
Gürsel Korat, son dönem Türkiye edebiyatının sessiz sedasız
ilerleyen, onu keşfeden okurları her yeni kitabıyla farklı maceraya sürükleyen
yazarlarından. Yeni yayımlanan kitabı Yine Doğdu Tanyıldızı, yazarın bu
sürprizli yazın macerasının en son örneği.
1300’lü yıllarda Niğde’de geçen bir tragedya Yine Doğdu
Tanyıldızı. Dönemin Niğde kadısı Şeyh Nizamüddin’e bir gün bir haber gelir.
Şemsi derviş Zembilli İshak, Konya’da Tatar Han’dan kaçmış ona “selam”
gönderir. Üç karısı, iki oğlu olan ancak erkekleri kadınlardan çok seven Şeyh
Nizamüddin şöhreti kendinden evvel gelen ve selamında bir aşk daveti olan
Zembilli İshak’a onu tanımadan sevdalanır. Ancak şeyhin evindeki sevdadan tek
yanan kişi kendi değildir. Babasından gözdesi Mihri’yle sevişirken şiddet kullandığını
gördüğü için nefret eden Nureddin, evin kölesi Fazıla’yla karı-koca olmuştur
bile. Ancak babasına duyduğu nefretle onun ocağını terk edip başka bir şeyhe
çırak olan Nureddin için bu aşk gün geçtikçe imkânsızlaşır. Nihayetinde şöhreti
kendinden evvel gelen İshak şeyhiyle buluşur. Güneşi gibi görür şeyh onu ama
İshak’ın ışıkları onu yalandan ısıtır çünkü aslında her iki cinse karşı da aşk
besleyen derviş ilk görüşte Fazıla’ya tutulur. Sadece “yedi” günde hem
Niğde’nin hem de şeyh ile ailesinin kaderi değişir. Kitabın tüm kahramanları
yaklaşan felaketi görürler görmesine ama kimsenin gücü engellemeye yetmez.
Bir felaket geliyor, kimse engelleyemiyor
Kısaca öyküden de
anlaşılacağı gibi Korat’ın yeni romanı tragedyalara bir gönderme. Ancak kitabın
iki farklı açıdan incelenmesi gerekiyor: konu ve dil. Konudan başlarsak; Korat,
Yine Doğdu Tanyıldızı’nda tragedyanın tüm unsurlarından yararlanıyor. Daha
kitabın başında “Bir felaket geliyor” diyerek okura hazırlıklı olmasını
tembihliyor. Yarattığı tüm kahramanları karşılıklı değil zincirleme birbirine
bağlayarak tragedyanın diğer bir unsurunu kullanıyor. Kitaptaki tüm
kahramanların hikâyesi size bir başkasının öyküsünü açıyor. Ve Fazıla ile
Nureddin hariç hiçbirinin ilişkisi karşılıklı değil. Zaten Fazıla ile Nureddin
de sonu kötü biten efsanevi bir aşkın trajik kaderi paylaşan iki kahramanı
olarak kitapta yerini alıyorlar. Yanlış anlaşılmalar yine Korat’ın başarıyla
kullandığı bir unsur. Kitaptaki herkes İshak’la birlikte gelen kara bulutlardan
kendilerinin de ıslanacağının farkında olmasına rağmen son ana kadar bir
hamlede bulunmuyor. Hamle sırası geldiğinde kahramanlardan birinin iyi niyetli
olsa da yaptığı yanlış, domino taşlarının devrilmesi gibi sırayla herkesin
kaderini kötü etkileyip tragedyanın son unsuruna selam çakıyor. Korat’ın öyküyü
kurarken kurduğu ustalığa saygı göstermek gerekiyor. Zor bir işi başarıyor.
Bana kalırsa en büyük başarısı hikâyenin zorlama görünmemesi.
Elbette iyi bir okur bu kitapta tanıdığı pek çok hikâyeye
rastlayacaktır. Korat geleneksel pek çok hikâyeyi, destanı Yine Doğdu
Tanyıldızı’na serpiştiriyor. Shakespeare, Dostoyevski, Turganyev, Racine,
Corneille gibi pek çok usta yazar sayfalar arasından göz kırpıyor. Bu
anlamda Korat gelenekseli alıp günümüze taşıyor ve evrensele dönüştürüyor. Ne
kadar yabancı usta yazarlardan bahsetsek de kitap yerli bir hikâyeyi anlatıyor.
Kapadokya’ya dair bir tragedya, bir efsane Yine Doğdu Tanyıldızı. Kitapta,
Mevlevilerin, Sufilerin, Sünni şeyhlerin, Melamilerin, Bektaşilerin cümle
derviş taifesinin izleri var. İçlerinde tanıdık olanlar da var, hiç
bilmediğimiz kelamları edenler de. Artık takdir okurun gözüne kalıyor.
Dil
üzerine yeni bir tartışma
Yine Doğdu Tanyıldızı’nın asıl sürprizi ise dili. Hatta
Gürsel Korat kendi internet sitesinde bu kitabın öyküsünü anlatırken “Bu
romanın öyküsünü kurmak için çabaladığım kadar dilini kurmak için de çok
çabaladığımı söylemeliyim. Kurmacanın tarihi üzerine düşündüğüm derslerimden
birinde anlatıcıyla yazarı ayırmaya karar verdim” diyor. Kitap Şeyh
Nizamüddin’in büyük oğlu, sevmediği, yüz vermediği oğlu Mesud’un, babasının
eski gözdesi Mihri’ye hikâyeyi yazdırmasıyla başlıyor. Elbette bunu yine
sürprizli bir şekilde öğreniyoruz. Aslında uzun bir süre kitabın anlatıcısının
kim olduğu anlaşılmıyor. Ortalara doğru Korat, yine ustaca bir hamleyle Mesud’u
devre dışı bırakıyor ve başta ayırdığı anlatıcı ile yazıcıyı birleştiriyor.
Hikâye, Mihri’nin hem gözünden hem kaleminden devam ediyor. Bu ilginç dil oyunu
kitabı biraz daha lezzetlendiriyor. Konu için söylediğim “zorlama durmuyor”
tanımını dilde de yapmalıyım. Çünkü Korat’ın bu denemesi romanı daha bir
incelenir kılıyor. Dille ilgili bir diğer yenilik ise kitabın görsel dille
yazılmış olması. Yine Doğdu Tanyıldızı tüm unsurlarıyla son dönem yayımlanan
kitaplar arasında en ilgi çekicilerinden biri. Dolayısıyla Yeni Doğdu
Tanyıldızı, Korat’ın denediği bu yenilik arayışlarıyla edebiyatımızda uzun
zamandır eksik olan nitelikli tartışmaları başlatmaya aday bir yapıt.
5 Aralık 2014
Radikal Kitap
BİRİLERİ "KRAL ÇIPLAK" DEMEK ZORUNDA
on 7 Aralık 2014 Pazar
Etiketler:
Gamze Akdemir Yine Doğdu Tanyıldızı röportajı
/
Comments: (0)
Gürsel Korat ve Midas
Cumhuriyet Kitap Eki'nde 4 Kasım 2014 tarihinde 1294. sayıda Yine Doğdu Tanyıldızı kapak oldu. Aynı sayıda Ali Yorulmaz'ın kitap hakkında bir de değerlendirmesi var. Burada o sayıda yer alan ve Gamze Akdemir'le yapılan röportaj yer alıyor.
GAMZE AKDEMİR
-Kitapta bütün karakterleri
sarsan bir aşk var. Aşk en yalın
ifadesiyle aşk nedir ve ne değildir metinde?
Ben
aşkı çok yazdım ama onu bu kez her türlü cinsiyeti –özellikle de eşcinselliği-
kapsadığı haliyle gördüm. Başka bir gözle, tarih sözkonusu olduğunda pek
görülmediği şekliyle. Benim aradığım cinsel hayat ya da aşk değildi. O yüzden
Yine Doğdu Tanyıldızı’nda aşk “görünen” temadır. Görünmeyene buradan ineriz.
Aşk nedir ne değildir’den öteye.
-Nasıl?
Yıllar
önce Mevlana Celaleddin Rumi’nin oğlu Alaaddin’in cenaze namazını
kıldırmadığını öğrenince çok şaşırmıştım. “Kim olursan ol gel” diyen diyen
Celaleddin, neden böyle yapmış olabilirdi? Yıllarca bu sorunun peşinden
yürüdüm; Alaaddin’in hem babasıyla, hem Şems’le mücadele ederken öldüğünü, hem
de sevgilisi Kimya’yı kaybettiğini fark ettim. Ortada sancılı bir durum vardı.
Şems’i yok eden gruptandı Alaaddin. Durum karışıktı. Babası o yüzden onunla
çatışma içindeydi. Alaaddin’in aşk acısı çektiği söylenebilir miydi? Evet. Ama
sadece aşk acısı? Ne gezer. Babasının aşk acısı çektiği? Evet. Ama sadece aşk
acısı? Hayır. Bir de ortaçağda aşk hep mecazdı demek saçma. Birileri “Kral
çıplak” demek zorunda. Bunun için yazmaya değer.
"CİNSİYETÇİLİK AĞIR BİR SUÇ"
Fakat romanda iddialar ortaya
atmak, tezler öne sürmek doğru değil. Bu nedenle romanı çalışırken Rumi’den de
Şems’den de uzak durdum: Ben Nizamüddin’le İshak’ın dünyasını seçtim. Bütün
karakterlerimi kendim kurdum. Romancı yaşamış kişilerin biyografisini yazan bir
tarihçi değildir. Bana ne Mevlana’nın yaşamından? Diyeceksiniz ki Rüya Körü’nde Manuil Komnenos’u ve Andronikos’u anlatmadın
mı, bunlar gerçek kişiler değil mi? Evet de asıl anlatılana bakın siz: Öyküsü
söylenen kişi Aksukos’tur ve öyle bir tarihsel kişilik yoktur. Çünkü roman,
tarihsel gerçekliklerin tartışıldığı bir alan olmamalı. Geçmişteki insanları
“i.ne” diyerek küçültmekle, “onlar mecaz yapıyordu” diyerek büyütmek aynı
şeydir. Kanımca cinsiyetçilik ırkçılık
kadar ağır bir suçtur. Bu romanda
cinsiyetçilikten uzak bir yazar sesi, bütün cinsiyetleri ve
cinsiyetçilikleri uzaktan gözlüyor: Ruhlarımıza sinen iktidarın örgütlenişini
göstermeden aşkı nasıl tek başına anlatırız ki? Bu romanda aşk iktidara
(Foucault’nun zihin hapishanesi olarak örgütlenen iktidarını anımsayalım
lüften) eşlik ediyor. Geçmiş ve bugün fark etmez: Duygularımız iktidar nasıl
örgütlenmişse öyle genel kabul görüyor çünkü.
-Acı ve huzurla hukuku nasıl
metnin? Acı çeken çekene. Herkes birbirini acıya davet ediyor, çekiyor,
sürüklüyor bile isteye diyebilir miyiz?
Aman
bu sözü işiten de Türk usulü melodram yazdığımı sanır. Kimse acıyı bile isteye
davet etmez. Trajik olaylar da dahil yaşamımızda kendi isteğimizle çağırdığımız
acılar yoktur. Tam tersine bu romanda olduğu gibi, insanlar acıyı kovmak
istedikçe, her şey karmançorman hale de gelebilir. Yine Doğdu Tanyıldızı’nda,
kimse kimseyi acıya çağırmıyor, çünkü acılar yaşamda da romanda olduğu gibi bir
olgu olarak belirir: Onlar getirilemez, gelirler.
-Kurbanları var metnin ama
muzafferleri yok değil mi? Romanın cepheleri ve iblisleri nasıl?
Aşkta
kaybetmek kuraldır: Kazanan hep yerleşik düzen olur. Fakat öte yandan mutlak
kötülük tanımlayamam ben. Salt iyiliğin olmadığını ise hiç unutmam.
- Adeta didişen yazıcı ve de
anlatıcı hem iç içe hem apayrı. Bu ikili anlatımın metne katkısını, neden
seçtiğinizi anlatır mısınız?
Rönesans’tan
bu yana kendimiz öykü kurmayı ve yazmayı akıl etmiş durumdayız. Anlatıcı ve
yazıcı o zamandan beri aynı kişi. Ben bunu ayırdım ve şu ortaya çıktı: Yazar,
anlatıcı ve yazıcıya bölününce suyun elementlerine bölünmesi gibi bir şey
ortaya çıkıyor! Yani çoğalıyor yazar. Bakışı değişiyor. Anlatıcı kipini
düşünüyor, yazıcı kipini düşünüyor, kendini düşünüyor ve bunlara metinde bir
karşılık buluyor. Bu keşfi yapmak çok güzeldi.
-Roman kişilerinin yalanları
metni nasıl yönlendiriyor?
Yaşamda
iki türlü yalan var: Birincisi sanat yapmak için; öbürü ise başkalarının
üstünde egemenlik kurmak için. Sanat insanın sonsuz yalnızlığına bir
tesellidir, oysa büyüleyici yalanlar insanlarımızı çoğaltsa da bizi savunmasız
bırakır. Bu nedenle metin bu kitapta yalanları yönlendiriyor diyelim: Yazarın
sanat yaparken uydurduğu yalanları.