Yazar Algıları Değiştirir, Tarihi Değil




Gürsel Korat ilk romanı Zaman Yeli (1994) ile etkili bir çıkış yapmıştı. Üretkenliğini Ay Şarkısı, Güvercine Ağıt, Kalenderiye, Rüya Körü, Çizgili sarı Defter, Gölgenin Canı gibi yapıtlarla sürdürdü. Son romanı Yine Doğdu Tanyıldızı kitapçılarda. Gürsel Korat kitabı üzerine sorularımızı yanıtladı.

Söyleşi: Haldun Çubukçu

Son romanınız “Yine Doğdu Tanyıldızı” tarihsel roman tasnifine ait. Bu tarzın daha çok günümüz gerçekliğinden kaçmakta ya da en azından dışında kalmakta bir anlatı olanağı olarak değerlendirilirken siz güncel göndermelere fevkâlade açık bir roman yazmışsınız. Ne düşünüyordunuz?
Bir roman istediği kadar tarih anlatsın aslında günümüzdeki aklın, günümüzdeki bakış biçiminin geçmiş hakkında söylediği sözden ibarettir. Bugün Şah İsmail’i anlatan bir yığın farklı bakış açıları vardır ki büyük olasılıkla geçmişte o bakış açıları yoktur. Onlar geçmiştir, romanlar ise bugünden söylenen geçmiş. Sorunuzun diğer bölümüne gelince: Güncel değerlendirmelere açık olmayan roman yazmamak çok tuhaf olmaz mı sevgili Haldun Çubukçu?
Bir yoldan çıkış, yanlış seçimler dünyasında ki; “kervankıran” yıldızının Tanyıldızı da olarak ve hatta akşam yıldızı olarak bilinen Venüs’ün Kutup yıldızı sanılarak canla ödenmiş bedellerin metaforunda Anadolu Ortaçağının özel bir kesitine, Mevlevilik, Melamilik ekseninde bir anlatı kuruyorsunuz. Acımasız bir erkek dünyası ve erkeklerin tensel ilişkileri… derken sahici bir aşkın acı sonu. Yanlış insanlar, yanlış seçimler, yanlış bir zaman… Doğrusu ne olabilirdi? Okurun algısına bırakmadan yazarın hükmüne başvuracak olursak?
Yazar hükmünü romanda söylemiştir. Şüphesiz metnin niyetini değil yazarın niyetini sorarak konuyu derinleştirmek istiyorsunuz. Ben de şöyle yanıt vereyim: Okurun niyetine bırakalım doğrusunu. Yazınsal metinlerde doğrulardan veya yanlışlardan söz etmekten yana değilim ben.
Kitabın yaklaşık yarısına kadar özel, “üst” bir dil var. Daha ilk tümcelerde okurla kurulan bağıntı, anlatının düğümünü oluşturuyor ve olacakların akışından haberdar ediyor. Etkileyici bir tarz ve üslup… Bir meydan okuma mı?
Hangi yazar yazılmış metinlerin anlatım biçimlerinin dışına çıkıp başka bir yol tutturmak istemez? Bütün yazarların kendilerine ait olan ve “kendilerinden” bilinen bir anlatım yoluyla anımsanmak isteyeceklerine kuşkum yok. Meydan okuma demeyelim de buna, “çokluğun bulunduğu yerden ayrılma” diyelim. 
“Mevlevizan” duruşuyla zengin, müreffeh şeyh Nizamüddin ve zenginlerin birbirini sevdiği dünya gerçeğinden, sözde Melami, özde korkunç bir benmerkezci İshak’a savrulurken ve romanın bütünündeki 12 günlük süre bu tür bir savruluş ve kişinin karakterinin, olayların nedenselliğin ve hatta insanın özünün ortaya çıkması için çok kısa bir zaman dili olarak anlatının zayıflamasına hizmet etmiyor mu?
Yazınsal metnin zamanı ile bizim gerçeklik algımızın zamanı örtüşmez. İsterseniz bir günü yazın, yazar olarak yapmanız gereken şey olayların akışını inandırıcı biçimde “içimizdeki zaman algısına” uydurmaktır.  Bana göre sünni bir hâcenin, üstelik kadı makamını dolduran bir adamın melamete kayıp kendi oğulları da dahil herkesi karşısına alması durumunda, olayların on ikinci günde patlak vermesi gecikmiş bir tepkidir. Bunu düşündüğüm için olayı daha erken patlatacak birilerini mantıklı gerekçelerle geciktirdim. Trajedinin temel yapısına uygun bir şey bu; bütün kararlar işler düzgün gitsin diye alınıyor fakat hepsi de felakete yol açıyor. Öte yandan anımsarsak olaylar 12 gün içinde kızışıyor, temelde bütün anlatıya otuz gün süre verdim ben. Okuru otuz günlük bir zaman algısına çağırdım.
Paralel bir hikayeye ait işaretler, temaslar ve hatta akraba bir izlek: “Şems-i Tebrizi’nin yeniden dirildiği… Celal’imi arıyorum” (s.19) denilen satırlardaki gönderme… Müdahaleci bir soru saymazsanız, neden asıl olanı anlatmak varken, gölgesiyle yetindiniz?
Üzerlerinde –yanlış veya doğru- tarihsel bir anlaşma oluşmuş kişileri yazmak, roman yazmaktan çok alternatif tarihçiliğe benziyor. Mevlana öyle değil de böyleydi diyeceğime anlatmak isteyeceğim kişiyi kendim yaratırım daha iyi. Niye onunla bununla tarihsel olayları tartışayım? Roman tarihsel olayları kanıtlama yeri değildir. Şüphesiz bizim tarih romancılığımız -bir elin parmaklarını geçmeyen birkaç yazar dışında- amatör tarihçiler arenasıdır. Oysa roman insana insanın hikayesini anlatmalıdır, tarihteki bir kişinin gerçekte ne olduğunu değil. Ben farkındaysanız –ısrarla- merkezde yer alan tarihsel kişilikleri değil, kenarda, İstanbul dışında, İstanbul’un dilinden bile uzakta, Osmanlı’dan eskide, imparatorlardan ötede yaşayanların hikayesiyle uğraşıyorum. İstanbul’u ve imparatorları bir kere anlattım, o da Bizans’tan Selçuklu’ya bakmak için. Herkes Selçuklu’dan bakmayı seviyor ya, buna itiraz ettim.  Çünkü yazar algıları değiştirir, tarihi değil.  Ben herkesin bildiği düşünme biçimlerinin dışına çıkarak kuruyorum romanımı, herkesin farklı anlattığı tarihi düzeltmek için değil.
Bir üst dil ve anlatım tekniği demişken; yani Anlatıcının yazdırırken yazılan bir roman halindeki daha çok iç mekanlarda gelişen betimlemeler ve insan durumlarıyla ilişkili metin, yaklaşık yarısında tarz değiştiriyor, doğrudan yazarın anlatısıyla olayların acayip hızlandığı, hani neredeyse bir an önce son yakalama derdinde bir tarza bürünüyor. Niçin?
Bence her sağlam romanda düğümler düğüm üstüne biner ve bunlar hızla çözülür. Yazarın anlatmaktan bıkıp bir an önce sona ulaşmak istediği romanlarda sonu merak bile etmeyiz. Yazar sıkılmışsa okur haydi haydi sıkılır.
 Kendi adıma, dandik anlatıların ve hikayelerin popüler bir dille itibar ve ilgiyi cömertçe gördüğünü düşündüğüm günümüzde bu görece “zor” sayılabilecek hikayenin yazarında beklentisi ne olacak?
Okurun neye ilgi göstereceğini bilmeyen iki kişiyiz, buna temenniler ve iyi dilekler dışında nasıl yanıt verebilirim?
Gittikçe bütün referansları dinden alınmaya başlayan bir iktidarın ve muktedirin Osmanlıcılık, Sünni ahlakı, kadın düşmanı vb. siyaseti ve programı dizgininden boşanmışken yeniden ve durmaksızın anımsamayı, bilmeyi gerektiren doğrudan o referansın hakim olduğu günlerin rezilliğini görmek için iyi bir zamanlama oldu kanımca “Yine Doğdu Tanyıldızı” Ne dersiniz? Kıssası aklın, eylemin ve hatta kadının özgürleşmesiyse, yine son dönemde çok az örneğine rastladığımız edebiyat – sanat içre politik bir tavır alış olarak da yorumlayabilir miyiz?
“Kötü para iyi parayı kovar” derler ya iktisatta; romanda da öyle bi durum her zaman vardır: Popüler romanlar, basit hikayeler, iktidar borazanlıkları  iyi edebiyatı raflardan indirir. Üstelik bunlar büyük bir iş yapılıryormuş gibi coşkuyla karşılanır. Şüphesiz arada sırada iyi romanların başına da iyi şeyler gelir ama bu istisnadır. O yüzden sanatçının bütün bu olanlar karşısındaki duruşu tarafsız olamaz. Sanat yapıtında açıkça politik tavır göstermeyen yazar, toplumsal olaylar karşısında kişisel vicdanıyla görünür; hem ahlaki hem de politik bir seçimin tarafıdır.

Aydınlık Kitap Eki,  19 Aralık 2014 

AŞK YALNIZCA AŞK OLARAK YAŞANMIYORSA KÖTÜDÜR




Yine doğdu Tanyıldızı’nda yeni bir anlatıcılığı deneyen, üzerine pek gidilmemiş olan ortaçağdaki eşcinsel din adamlarını anlatan ve trajik bir aşk öyküsüyle boy gösteren Gürsel Korat’la konuştuk.

Söyleşi: Tuğba Çelik

Romanlarınız hep Kapadokya çevresindeydi. Bundan bir önceki romanınız Rüya Körü ise İstanbul’da geçiyordu.  Yine Doğdu Tanyıldızı ile 1300’lerin Niğde’sindesiniz. Bu ani iklim değişikliği neden kaynaklanıyor? Anadolu’ya geri mi döndünüz?

Benim romancılığımda İstanbul istisnadır, Anadolu değil. Bir ara İstanbul’a Rüya Körü “gezmesine” gittim, geldim. Amacım bütün Orta Anadolu’yu romanlarıma yerleştirmenin bir yolunu bulmaktır: İster mekan olarak, ister coğrafi betimlemede estetik bir unsur olarak, isterse de bir dil olanağı olarak. Çünkü yazı anlatıcılığa ve dil işçiliğine dayanır. Anadolu’nun görkemli coğrafyasıyla, sözlü geleneğinden gelen dilsel olanaklarının zenginliği istesem bile uzak duramayacağım bir durumdur.

Zembilli  İshak  ile Şeyh Nizamüddin arasında geçenlerle Mevlana ile Şems arasındaki tartışmalı aşk ilişkisi bire bir örtüşüyor. Yani geleneksel algıda Mevlana ile Şems Allah aşkı için yan yana gelmiştir. Oysa siz bu ilişkiyi  Zembilli İshak ve Şeyh Nizamüddin karakterleri üzerinden basbayağı eşcinsel bir ilişki olarak tanımlıyorsunuz. Bu yorumunuzun getireceği tartışmalara hazır mısınız?

Bilindiği gibi ben tanınmış, üzerlerinde çok sayıda fikir belirmiş tarihi kişilikleri yazmayı yanlış buluyorum. Bu hem onların tanınmışlığından yararlanmak gibi bir ahlaki sorun yaratır, hem de asıl olarak kendini bir şekilde ifade etmiş bu kişiler karşısında yazarı istediği gibi davranmaktan alıkoyar. Ben kıyıda köşede kalanları, yoksulları, ünü olmayanları severim. Bu romandaki kimse gerçek bir tarihi kişi değil. Bu nedenle sırtımda yumurta küfesi yok. Ortaçağ’da da ben söyleyinceye kadar yüzlerce kişi eşcinsel ilişkilerin yaygınlığını yazmıştır. Ben yalnızca kral çıplak dedim, o kadar. Hiç kimseyle tartışacak değilim,  bunlar roman karakteri, cinsiyetçi bakışlarıyla ulvi dokunulmazlıklar yaratıp, “ama bunlar birer mecaz, eşcinsel ilişki değil” diyenlere “hadi başka kapıya” demekten başka yapacağım bir şey yok. Bal gibi de cinsel ilişki. Bal gibi de bir yazılı iz bırakmış. Ben eşcinselliği yargılamaktan uzak durmanın yolunu ararken, eşcinselliği suçmuş gibi tartışanlarla konuşmam. Ortaçağda homoseksüel, eşcinsel gibi kavramlar olmadığı için, üzerinde hiçbir yargı birikmemiş olan erseven kavramını kurmak benim için defalarca girişilmiş bilgi tartışmalarından kıymetlidir. Yazar tarihi açıklamaz, yazar tarihe bakar ve insanı görür.

Bu roman bir aşk romanı. Bir yazar için zor bir seçim?

Neden zor bir seçim olsun?

Aşk odaklı bir şeyler yazarken insan bildik şeyleri söylemekten ya da aşırı romantik olmaktan, popülist söylem tuzağına düşmekten korkar da ondan...Mı? 

Anladım. Doğrusu burada aşkı bulanları ve aşksızları görmek birinci sorundu.  İkincisi aşık olanların cinsiyetiyle ilgili durumlardı. Bu çetrefil sorun şöyle belirdi, insanlar kadın seven kadınlar, erkek seven kadınlar, erkek seven erkekler ve kadın seven erkekler olarak bölünüyordu. Öte yandan bunların iki yanlı (yani hem erkeğe hem kadına ilgi duyanları, biseksüel olanları) ile aseksüel insanları da işin içine koyunca yalnızca adlandırma konusunda bile uzun bir kriz yaşadım. Sizin sorduğunuz şeyi, söylenmişi yineleme korkusunu ise hiç yaşamadım.  Çünkü popülist söylem konuyla ilgili bir sorun değildir, söyleyiş tarzıyla ilgilidir. Ben bu kitapta zaten söyleyişle ilgili başka bir tarz oluşturdum.

Onu sonra soracağım. Önce Zembilli İshak-Şeyh Nizamüddin ikilisinden doğan kötücül aşkın tersine saflık ve mutluluk dağıtan aşk ikilisini kurcalamak istiyorum. Yani Fazıla ile Nurettin’e bir bakalım. Mevlana’nın üvey kızı Kimya ile oğlu Alaaddin gibi değiller mi bunlar? Fazıla o dönemde az görülecek bir kadın tipi. Astronomiden, matematikten, felsefeden anlayan bir kız. Nurettin ise dericiler ocağından. Davul bile dengi dengine denir; ama aralarında bir aşk doğuyor. Sizce bu aşk gerçek mi yoksa Fazıla’nın ve Nurettin’in acı dolu hayattan kaçış formülü mü?

Her aşk dengesiz arzuların çarpışmasından çıkar. Fazıla kendine denk birini bulsa ona aşık olabilirdi fakat ortada öyle biri görünmüyor. Oysa Nureddin erkeğin gözüyle gördüğü için kadının güzelliği ona yetiyor, aklıyla ilgilendiği bile yok. Akılla dolu bir baş, hayvan vücudunda yaşıyor; dolayısıyla insanın aşkıyla aklı birbirini tanımlamayabilir. Denklik özellikle aşkta pek görülen bir şey değildir. Her Sokrates’in bir Ksantipesi vardır derler, bu eril yargıya şunu da ekleyebiliriz: Her Hırçın Kız Kate’in yarısı bile etmeyecek zekada bir Petruchio da vardır.
Nureddin’le Fazıla’nın kavuşmaktan başka bir şey düşünmedikleri bir çağda, Romeo ve Julyet gibi, Ferhat ile Şirin gibi bir gençlik evresinde birbirlerinden koparılması asıl acıyı yaratan en derin gerçekliktir.

Bir de aşka uzaktan bakanlar var. Mesela Mihri. Mesela Şeyh Nizamüddin’in karıları. Aşksız hayatı biraz kederli biraz kin dolu tanımlamışsınız. Şunu mu diyorsunuz eşcinsel ya da değil insan aşksız yaşarsa iyi kalamaz mı? N’olcak şimdi aşksız kalanlar ölsün mü?

Aşktan ölenler de vardır, unutmayalım. Çözüm şu: Aşk yalnızca aşk olarak yaşanmıyorsa kötüdür. Aşksızlık zaten kötüdür ama aşksız kaldığı için iyiliğe eğilimli olanları da görmeli: Mesud tam da o kişidir.

Zembilli İshak, Fazıla’ya tutuluyor. Böylece bir aşkın karakedisi oluyor. Tek taraflı aşk her zaman zarar mı verir?

İnsanın Tanrı’ya, liderlere, annesine ve babasına duyduğu aşk da çoğunlukla tek taraflıdır. Tek taraflı aşk yüceltmeyi de sağlar. Sorun o aşkı yaşayanın iyilik dolu duygularla yaşayıp yaşamadığıdır. Aşk acısında bile iyi insanlar için mucizeler saklıdır.

Zembilli İshak Şems ise Şeyh Nizamüddin Mevlana ise hani şiir nerede? Kaçtınız mı?

Hayır yalnızca Celaleddin’le Şems’e benzerliği kabul edebilirim ama benim anlattığım kişilerin onlar olduğunu kabul etmeyeceğim. Şiirden niye kaçayım? Daha önceki romanlarımda kullandım. Bu romanda Nizamüddin ve İshak’ı anlattım, o kadar. Benim kahramanlarım şiir yazmıyor ya da o alanda beceriksizler.

Bu romanda diğer romanlarınıza göre doğa betimlemeleri daha az. Daha çok gökyüzü ve dağlar var. Bu betimsel durgunluk Niğde’nin çorak coğrafyasından mı yoksa karakterlere daha fazla odaklanma arzusundan mı kaynaklanıyor?

İkincisi daha doğru. Ben karakterden karaktere zıplayan, tay gibi seken bir anlatımı kovalamak istedim. Niğde’yi hiç betimlemediğim söylenemez fakat izlenim yaratarak değil de sezdirerek ilerledim. Dağları, tozu ve rüzgârı ile Niğde hep beni düşündürmüştür; bir de o güzelim Alaüddin Tepesi, burçlar, hisar.. Hıristiyanlara bile ilişmedim, çünkü ben ev, han ve emirin konağı arasındaki küçük bir üçgende yaşadım bu romanda.

Yine Doğdu Tanyıldızı biçemsel yenilikleriyle de ilginç bir roman olmuş. Bu romanda daha önce bilmediğimiz bir anlatıcı tipini kullanıyorsunuz.  Tarif etmesi de güç.  Bir anlatıcı ötekine yaz diyor; ama bunlardan hiçbiri kendi başına anlatıcı değil, beraber yazıyorlar.  O zaman siz bu romanı üç kişi mi yazdınız?

Şöyle düşünelim: Eski çağlarda anlatan kişi başka, yazan kişi başkaydı. Üstelik yazanlar başkasının yazdığı şeyi nakleder, bu da çoğunlukla kurmaca olmazdı. Yani öykü yalnızca anlatılır belli bir zaman sonra, ezberlenince yazıya geçerdi. Rönesans’tan itibaren yazanla anlatan kişi aynılaştı, zamanla güçlendi. Ben işte bu romanda bunları ayırdım ve sonra birleşince yazar olarak başka bir kişi olarak yazdığımı hissedip başkalarına da hissettirmiş oldum. Romanı üç kişiyle yazmadım ama üçe bölünüp yazdığım doğrudur.

Anlaşılşan o ki Yine Doğdu Tanyıldızı bir romancının anlatıcıyı teknik açıdan yeniden düşündüğü bir roman. Bu, Türk romancılığına yeni bir katkı.

Teşekkür ederim ama bunu başkaları söylesin, ben evet ya da hayır demeyeyim. 

Hürriyet, 16 Aralık 2014

YEDİ GÜNDE HEM NİĞDE’NİN HEM DE ŞEYHİN KADERİ DEĞİŞİR







EFNAN ATMACA

Gürsel Korat,Yine Doğdu Tanyıldızı’nda Niğde’de geçen bir öykü anlatıyor. Kitapta Mevlevilerin, Sufilerin, Sünni şeyhlerin, Melamilerin, Bektaşilerin cümle derviş taifesinin izi var.


Gürsel Korat, son dönem Türkiye edebiyatının sessiz sedasız ilerleyen, onu keşfeden okurları her yeni kitabıyla farklı maceraya sürükleyen yazarlarından. Yeni yayımlanan kitabı Yine Doğdu Tanyıldızı, yazarın bu sürprizli yazın macerasının en son örneği.
1300’lü yıllarda Niğde’de geçen bir tragedya Yine Doğdu Tanyıldızı. Dönemin Niğde kadısı Şeyh Nizamüddin’e bir gün bir haber gelir. Şemsi derviş Zembilli İshak, Konya’da Tatar Han’dan kaçmış ona “selam” gönderir. Üç karısı, iki oğlu olan ancak erkekleri kadınlardan çok seven Şeyh Nizamüddin şöhreti kendinden evvel gelen ve selamında bir aşk daveti olan Zembilli İshak’a onu tanımadan sevdalanır. Ancak şeyhin evindeki sevdadan tek yanan kişi kendi değildir. Babasından gözdesi Mihri’yle sevişirken şiddet kullandığını gördüğü için nefret eden Nureddin, evin kölesi Fazıla’yla karı-koca olmuştur bile. Ancak babasına duyduğu nefretle onun ocağını terk edip başka bir şeyhe çırak olan Nureddin için bu aşk gün geçtikçe imkânsızlaşır. Nihayetinde şöhreti kendinden evvel gelen İshak şeyhiyle buluşur. Güneşi gibi görür şeyh onu ama İshak’ın ışıkları onu yalandan ısıtır çünkü aslında her iki cinse karşı da aşk besleyen derviş ilk görüşte Fazıla’ya tutulur. Sadece “yedi” günde hem Niğde’nin hem de şeyh ile ailesinin kaderi değişir. Kitabın tüm kahramanları yaklaşan felaketi görürler görmesine ama kimsenin gücü engellemeye yetmez.

Bir felaket geliyor, kimse engelleyemiyor
Kısaca öyküden de anlaşılacağı gibi Korat’ın yeni romanı tragedyalara bir gönderme. Ancak kitabın iki farklı açıdan incelenmesi gerekiyor: konu ve dil. Konudan başlarsak; Korat, Yine Doğdu Tanyıldızı’nda tragedyanın tüm unsurlarından yararlanıyor. Daha kitabın başında “Bir felaket geliyor” diyerek okura hazırlıklı olmasını tembihliyor. Yarattığı tüm kahramanları karşılıklı değil zincirleme birbirine bağlayarak tragedyanın diğer bir unsurunu kullanıyor. Kitaptaki tüm kahramanların hikâyesi size bir başkasının öyküsünü açıyor. Ve Fazıla ile Nureddin hariç hiçbirinin ilişkisi karşılıklı değil. Zaten Fazıla ile Nureddin de sonu kötü biten efsanevi bir aşkın trajik kaderi paylaşan iki kahramanı olarak kitapta yerini alıyorlar. Yanlış anlaşılmalar yine Korat’ın başarıyla kullandığı bir unsur. Kitaptaki herkes İshak’la birlikte gelen kara bulutlardan kendilerinin de ıslanacağının farkında olmasına rağmen son ana kadar bir hamlede bulunmuyor. Hamle sırası geldiğinde kahramanlardan birinin iyi niyetli olsa da yaptığı yanlış, domino taşlarının devrilmesi gibi sırayla herkesin kaderini kötü etkileyip tragedyanın son unsuruna selam çakıyor. Korat’ın öyküyü kurarken kurduğu ustalığa saygı göstermek gerekiyor. Zor bir işi başarıyor. Bana kalırsa en büyük başarısı hikâyenin zorlama görünmemesi.
Elbette iyi bir okur bu kitapta tanıdığı pek çok hikâyeye rastlayacaktır. Korat geleneksel pek çok hikâyeyi, destanı Yine Doğdu Tanyıldızı’na serpiştiriyor. Shakespeare, Dostoyevski, Turganyev, Racine, Corneille gibi pek çok usta yazar sayfalar arasından göz kırpıyor.  Bu anlamda Korat gelenekseli alıp günümüze taşıyor ve evrensele dönüştürüyor. Ne kadar yabancı usta yazarlardan bahsetsek de kitap yerli bir hikâyeyi anlatıyor. Kapadokya’ya dair bir tragedya, bir efsane Yine Doğdu Tanyıldızı. Kitapta, Mevlevilerin, Sufilerin, Sünni şeyhlerin, Melamilerin, Bektaşilerin cümle derviş taifesinin izleri var. İçlerinde tanıdık olanlar da var, hiç bilmediğimiz kelamları edenler de. Artık takdir okurun gözüne kalıyor.

Dil üzerine yeni bir tartışma
Yine Doğdu Tanyıldızı’nın asıl sürprizi ise dili. Hatta Gürsel Korat kendi internet sitesinde bu kitabın öyküsünü anlatırken “Bu romanın öyküsünü kurmak için çabaladığım kadar dilini kurmak için de çok çabaladığımı söylemeliyim. Kurmacanın tarihi üzerine düşündüğüm derslerimden birinde anlatıcıyla yazarı ayırmaya karar verdim” diyor. Kitap Şeyh Nizamüddin’in büyük oğlu, sevmediği, yüz vermediği oğlu Mesud’un, babasının eski gözdesi Mihri’ye hikâyeyi yazdırmasıyla başlıyor. Elbette bunu yine sürprizli bir şekilde öğreniyoruz. Aslında uzun bir süre kitabın anlatıcısının kim olduğu anlaşılmıyor. Ortalara doğru Korat, yine ustaca bir hamleyle Mesud’u devre dışı bırakıyor ve başta ayırdığı anlatıcı ile yazıcıyı birleştiriyor. Hikâye, Mihri’nin hem gözünden hem kaleminden devam ediyor. Bu ilginç dil oyunu kitabı biraz daha lezzetlendiriyor. Konu için söylediğim “zorlama durmuyor” tanımını dilde de yapmalıyım. Çünkü Korat’ın bu denemesi romanı daha bir incelenir kılıyor. Dille ilgili bir diğer yenilik ise kitabın görsel dille yazılmış olması. Yine Doğdu Tanyıldızı tüm unsurlarıyla son dönem yayımlanan kitaplar arasında en ilgi çekicilerinden biri. Dolayısıyla Yeni Doğdu Tanyıldızı, Korat’ın denediği bu yenilik arayışlarıyla edebiyatımızda uzun zamandır eksik olan nitelikli tartışmaları başlatmaya aday bir yapıt.


5 Aralık 2014
Radikal Kitap

BİRİLERİ "KRAL ÇIPLAK" DEMEK ZORUNDA


Gürsel Korat ve Midas


Cumhuriyet Kitap Eki'nde 4 Kasım 2014 tarihinde 1294. sayıda Yine Doğdu Tanyıldızı kapak oldu. Aynı sayıda Ali Yorulmaz'ın kitap hakkında bir de değerlendirmesi var. Burada o sayıda yer alan ve Gamze Akdemir'le yapılan röportaj yer alıyor.

GAMZE AKDEMİR

-Kitapta bütün karakterleri sarsan bir aşk var.  Aşk en yalın ifadesiyle aşk nedir ve ne değildir metinde?
Ben aşkı çok yazdım ama onu bu kez her türlü cinsiyeti –özellikle de eşcinselliği- kapsadığı haliyle gördüm. Başka bir gözle, tarih sözkonusu olduğunda pek görülmediği şekliyle. Benim aradığım cinsel hayat ya da aşk değildi. O yüzden Yine Doğdu Tanyıldızı’nda aşk “görünen” temadır. Görünmeyene buradan ineriz. Aşk nedir ne değildir’den öteye.
-Nasıl?
Yıllar önce Mevlana Celaleddin Rumi’nin oğlu Alaaddin’in cenaze namazını kıldırmadığını öğrenince çok şaşırmıştım. “Kim olursan ol gel” diyen diyen Celaleddin, neden böyle yapmış olabilirdi? Yıllarca bu sorunun peşinden yürüdüm; Alaaddin’in hem babasıyla, hem Şems’le mücadele ederken öldüğünü, hem de sevgilisi Kimya’yı kaybettiğini fark ettim. Ortada sancılı bir durum vardı. Şems’i yok eden gruptandı Alaaddin. Durum karışıktı. Babası o yüzden onunla çatışma içindeydi. Alaaddin’in aşk acısı çektiği söylenebilir miydi? Evet. Ama sadece aşk acısı? Ne gezer. Babasının aşk acısı çektiği? Evet. Ama sadece aşk acısı? Hayır. Bir de ortaçağda aşk hep mecazdı demek saçma. Birileri “Kral çıplak” demek zorunda. Bunun için yazmaya değer.

"CİNSİYETÇİLİK AĞIR BİR SUÇ"

Fakat romanda iddialar ortaya atmak, tezler öne sürmek doğru değil. Bu nedenle romanı çalışırken Rumi’den de Şems’den de uzak durdum: Ben Nizamüddin’le İshak’ın dünyasını seçtim. Bütün karakterlerimi kendim kurdum. Romancı yaşamış kişilerin biyografisini yazan bir tarihçi değildir. Bana ne Mevlana’nın yaşamından? Diyeceksiniz ki Rüya Körü’nde  Manuil Komnenos’u ve Andronikos’u anlatmadın mı, bunlar gerçek kişiler değil mi? Evet de asıl anlatılana bakın siz: Öyküsü söylenen kişi Aksukos’tur ve öyle bir tarihsel kişilik yoktur. Çünkü roman, tarihsel gerçekliklerin tartışıldığı bir alan olmamalı. Geçmişteki insanları “i.ne” diyerek küçültmekle, “onlar mecaz yapıyordu” diyerek büyütmek aynı şeydir. Kanımca  cinsiyetçilik ırkçılık kadar ağır bir suçtur. Bu romanda  cinsiyetçilikten uzak bir yazar sesi, bütün cinsiyetleri ve cinsiyetçilikleri uzaktan gözlüyor: Ruhlarımıza sinen iktidarın örgütlenişini göstermeden aşkı nasıl tek başına anlatırız ki? Bu romanda aşk iktidara (Foucault’nun zihin hapishanesi olarak örgütlenen iktidarını anımsayalım lüften) eşlik ediyor. Geçmiş ve bugün fark etmez: Duygularımız iktidar nasıl örgütlenmişse öyle genel kabul görüyor çünkü.  
-Acı ve huzurla hukuku nasıl metnin? Acı çeken çekene. Herkes birbirini acıya davet ediyor, çekiyor, sürüklüyor bile isteye diyebilir miyiz?
Aman bu sözü işiten de Türk usulü melodram yazdığımı sanır. Kimse acıyı bile isteye davet etmez. Trajik olaylar da dahil yaşamımızda kendi isteğimizle çağırdığımız acılar yoktur. Tam tersine bu romanda olduğu gibi, insanlar acıyı kovmak istedikçe, her şey karmançorman hale de gelebilir. Yine Doğdu Tanyıldızı’nda, kimse kimseyi acıya çağırmıyor, çünkü acılar yaşamda da romanda olduğu gibi bir olgu olarak belirir: Onlar getirilemez, gelirler.
-Kurbanları var metnin ama muzafferleri yok değil mi? Romanın cepheleri ve iblisleri nasıl?
Aşkta kaybetmek kuraldır: Kazanan hep yerleşik düzen olur. Fakat öte yandan mutlak kötülük tanımlayamam ben. Salt iyiliğin olmadığını ise hiç unutmam.
- Adeta didişen yazıcı ve de anlatıcı hem iç içe hem apayrı. Bu ikili anlatımın metne katkısını, neden seçtiğinizi anlatır mısınız?
Rönesans’tan bu yana kendimiz öykü kurmayı ve yazmayı akıl etmiş durumdayız. Anlatıcı ve yazıcı o zamandan beri aynı kişi. Ben bunu ayırdım ve şu ortaya çıktı: Yazar, anlatıcı ve yazıcıya bölününce suyun elementlerine bölünmesi gibi bir şey ortaya çıkıyor! Yani çoğalıyor yazar. Bakışı değişiyor. Anlatıcı kipini düşünüyor, yazıcı kipini düşünüyor, kendini düşünüyor ve bunlara metinde bir karşılık buluyor. Bu keşfi yapmak çok güzeldi.
-Roman kişilerinin yalanları metni nasıl yönlendiriyor?
Yaşamda iki türlü yalan var: Birincisi sanat yapmak için; öbürü ise başkalarının üstünde egemenlik kurmak için. Sanat insanın sonsuz yalnızlığına bir tesellidir, oysa büyüleyici yalanlar insanlarımızı çoğaltsa da bizi savunmasız bırakır. Bu nedenle metin bu kitapta yalanları yönlendiriyor diyelim: Yazarın sanat yaparken uydurduğu yalanları.