Yazar Gürsel Korat, “İstanbul camilerinin
formu TOKİ tarafından tek tipleştirildi. 21’inci yüzyıla uygun farklı bir mimari
mümkünken Ankara’ya kubbeli sultan camisi yapmak hem İstanbul’un biricikliğini
hem de Ankara’nın özgünlüğünü bozdu” dedi.
Gürsel Korat, Ankara’da son zamanlarda çokça
konuşulan Opera’daki Altındağ Camisi’ni değerlendirdi. Bu caminin,
İstanbul’daki kubbeli camilerin aynısı olduğunu söyleyen Korat, “İstanbul
camilerinin formu TOKİ tarafından tek tipleştirildi. 21’inci yüzyıla uygun
farklı bir mimari mümkünken Ankara’ya kubbeli sultan camisi yapmak hem
İstanbul’un biricikliğini hem de Ankara’nın özgünlüğünü bozdu dedi.
Gürsel Korat, romandan öyküye, deneme
yazarlığından eleştirmenliğe kadar geniş bir yelpazede eserler verdi. Zaman ve
mekan kavramlarını öne çıkartan yazar, edebiyatının merkezine Kapadokya’yı
yerleştirmekle yetinmeyip kentlere ve mimariye özel bir dikkatle eğildi. Kapadokya,
Kayseri ve Ankara üzerine çalışmaları bulunan Korat, serbest gazeteci olarak
Balkanlar’da, Anadolu’da ve Suriye’de pek çok kenti gezme şansı bulmuş bir
edebiyatçı.
Yazar Gürsel Korat ile Ankara’yı ve Ulus’u
konuştuk.
Röportaj: Uğur Duyan
ANKARA’NIN TARİHSEL ÖZÜ
Siz
Ulus’u Ankara’nın “mimari çehresi” ve “tarihi özü” olarak değerlendiriyorsunuz.
Ulus’u yansıtan tarihsel öz hangi
yapılardır?
Bir yazımda “İnsan Ankara’da olduğunu Ulus’u
aklına getirmeden düşünemez, Ulus’u düşünmeden bu kenti tanımlamakta güçlük
çeker” demiştim. Çünkü burada
cumhuriyetin kuruluş dönemi ruhunun mimari dokusu vardır: Dil-Tarih-Coğrafya
Fakültesi, Olgunlaşma Enstitüsü, TRT, THK gibi kurumların binaları moderniteye
ait mimari eserlerdir. Resim ve Heykel Müzesi, Etnografya Müzesi binaları neo
klasik yapılardır. İlerde köprünün hem yanında Cumhurbaşkanlığı Senfoni
Orkestrası binası; Gençlik Parkı’na doğru ilerlerken Opera Binası ve
karşısındaki Kültür Bakanlığı binası. Bu saydıklarımız da neo-klasik mimari
içerisindedir. Neo-klasik döneme ait
asıl iyi örnekler bir az daha ileride başlar. Heykel’e doğru gidersek Osmanlı
Bankası, Ziraat Bankası, Küçük Tiyatro, Tekel Binası, Akşam Lisesi; İş Bankası,
Başvekalet binaları. Heykel’den aşağıya doğru: Birinci ve İkinci Meclis
binaları, Sayıştay ve Ankara Palas. Bu binalar Ankara’nın tarihsel özüdür.
Aslında Cumhuriyet’in yeni mimari tarzı
oluşturulurken, konunun çok iyi ele alındığı anlaşılıyor. Aydınlıkevler’den
Çankaya’ya doğru uzanan direkt bir hat olduğunu hissedebiliyoruz. Belli ki o
zamanlarda Jansen tarafından kurgulanmış ve halen (izleri paramparça) duran bir
hat bu. Adım adım Kızılay’a doğru yükselir ve Çankaya’ya tırmanırken aklımıza
şu gelir: Eski ile yeni, bir sarkacın iki ucuna yerleştirilmiş gibidir.
BÜTÜN CADDELER PARAMPARÇA EDİLDİ
Peki, bu tarihsel öz ve mimari çehre günümüzde nasıl bu hale gelmiş?
Ankara’nın tarihi arka planının iyi
değerlendirilmediğini düşünüyorum. Benim bu konudaki eleştirilerim yalnızca Ankara
için değildir. Benim tezim ‘Türkiye’de geçmiş doku neden tahrip edildi?’
sorusunun altından çıkar. Bunun iki nedeni var. İlki, Türkiye’nin gayrimüslimleri
de içeren geçmişine tahammül edemeyen ideolojik tutum yüzünden 1950’lerden
itibaren birçok yerde şehirlerin çehresi değişti. İkincisi, inşaat başlayınca
da rant devreye girdi. Şehir planı, yükseklik esas alınarak yapıldı. Şehir, yatay
ve planlı olarak gelişebilecekken dikey büyüdü. Bu da işte şu sarkaca benzettiğim temel aks
üzerinde, yani Atatürk Bulvarı’nda açıkça görülür. Kızılay’daki binalar otuz
yılda dört kattan on dört kata çıktı. Arka sokaklardaki konutlarda da bahçeli
küçük apartman konsepti değişti, otoparkı olmayan bitişik düzen apartman yaşamı
başladı. Otopark yapılmadan inşa edilen bütün bu binaların nasıl kaotik bir
düzen oluşturduğunu anlamak zor değil. Altı üstü, yetmiş yılda büyümüş bir
şehirden söz ediyoruz. Bomboş alana bir şehri böyle anlaşılmaz bir labirent
biçiminde kuran, kendi kurduğu binaları ve ormanları bile yok ederek şehri
genişleten bir imar anlayışı dünyada bizden başka hangi ülkede görülür,
bilemiyorum. Rant her yerde var da başka ülkelerde korumadan ödün vermeyen
bilimsel, kültürel ve ahlaki bir çerçeve de var. Bu topraklar başka yerlere de
benzemez üstelik. Ayağımızın değdiği her yerde kadim kültürlerin izi var, bu
hoyratlık iyi bir şey değil.
‘Sokakların
Ölüm’ünde, ‘Sokaklarını koruyan bir ülkenin vatan olabileceğini düşünüyorum,
sokaklarını yok eden bir ülkenin ise kanımca bir barınaktan farkı yoktur
diyorsunuz’
Bir adım daha giderek, sokaklar bile istimlak
edildi diyorum. Türkiye’nin sokaklarını, caddelerini yaklaşık yetmiş yıldır
yöneten İnşaat Partisi tarafından. Bütün partilerin ortak partisidir o.
ULUS’U ULUS YAPACAK BİR PLAN YOK
Siz
Ulus’un tarihsel dokusunun korunamadığını, Cumhuriyet Modernleşmesinin yarım
kalmışlığı gibi yarım kaldığını söylüyorsunuz özetle. Bu bağlamda da yeniden
üretildiğini ifade ediyorsunuz.
Ellilerden sonra yapılan yapılarda Ankara’ya
özgü bir şey var mı? Yok. Oysa öncesinde bir sivil mimari var Kaleiçi’nde
gördüğümüz. Hamamönü’nde kurtarmaya yönelik bir şeyler yaptılar ama bunlar
bende etnoğrafya müzesindeki plastik bir ölgünlük olur ya böyle bir duygu
uyandırdı. Oysa Ulus ve çevresinin korunması bir toplamın ürünü olarak ele
alınmalıydı. Korumayı esas alan nazım planı yapılmalı ve Ulus’u Ulus yapacak bir
plan tasarlanmalıydı. Yıkılmış binanın yerine yenisini yapmak doğru bir
yaklaşım olmaz. Yeni bir bakış açısıyla eskiyi koruyan bir yaklaşım
geliştirmeli, eskiye saygıyı bir kural haline getirmeliyiz. Oysa bildiğiniz
gibi bizde geçmişi korumaktan çok yıkmak esastır, fakat bunun yanında da geçmiş
abarta abarta övülür. İnsan kendi yaptığıyla övünürse ona hoş bakılmaz. Gerçek
övgü, başkaları tarafından yapılandır. İnsan kendi yapıtını sözle değil,
yaratıcı ve koruyucu tutumuyla beğendirebilir.
Aslında mimari ve heykel bağlamında
kullandığım bir kavramdı o zamanlar. Sonra kapsamını genişlettim. Her toplumun
mimari tutumunda böyle bir ideoloji saklı çünkü. Cumhuriyet’in ilk yıllarında meydanlar, anıtlar ve hükümet konakları
ekseninde bir şehir merkezi tasarımı varken, günümüzde şehir trafiğinin
hızlanmasından dolayı AVM’ler ve yüksek binalar ekseninde bir anıtsal ideoloji
göze çarpıyor. Bir de camiler bu anıtsal ideolojinin göstergeleri oluyor
elbette.
OSMANLI’DA CAMİ HİYERARŞİKTİR
Cami
demişken, Opera’daki camiyi nasıl değerlendiriyorsunuz. Hem mimari tarzı hem de
Ankara’nın kendi tarihsel arka planı kapsamında?
Kocatepe Camii yapılıncaya kadar en az iki
minareyle temsil edilen Selâtin camilerinin bir örneği Ankara’da yoktu. Şimdi
düşünüyorum da, (Sivas ve Erzurum’daki gibi çifte minareler, Selçuklu dönemine
ait olduğundan zaten sınıflama dışında kaldığı için) İstanbul, Bursa (Murat
Hüdavendigar’ın yaptırdığı Ulucami), Şam (Sultan Selim’in yaptırdığı Selimiye),
Mekke (Abdülhamit’in yaptırdığı Anberiye Camii), Manisa ve Edirne dışında çift
minareli cami zaten yok. Halep’te ve Üsküp’te de görmüş değilim. Selatin
Camilerinin bulunduğu yerlere dikkatinizi çekerim, rastgele yapılmadıkları
açık. Nedeni şu: Buralar din için ya da siyaset sınıfı için önemli yerlerdir;
ya şehzade şehridir, ya manevi anısı vardır ya da eski başkenttir de ondan
sultan camileri oralarda yapılabilmiştir. Bundan da Osmanlı’da minarelerin
belli bir hiyerarşiyi temsil ettiği rahatça anlaşılır. Yani o zamanlar bir paşa
çıkıp “benim param çok istersem dört minareli cami yaparım” diyemezdi.
Peki, bu
bağlamda Ankara?
Hiçbir zaman sultan şehri olmamış olan
Ankara’ya dört minareli on iki şerefeli kubbeli sultan camisi kondurmak doğru
değil.
TÜRKİYE’NİN CAMİLERİ TOKİ MİMARİSİNE TESLİM
EDİLDİ
Kubbeli mimari formu ile inşa edilen sultan
camileri tektipleşti. Diğer kentlere de inşa edildi benzer formda camiler. Yaygınlaşarak
da sürüyor. Oysa her şehrin tarihsel dokusu ve mimari geçmişi farklılıklar
içerir. Bölgelerin özelliklerine uygun, bir senteze varılmış cami bile
yapamayanlar, boşuna inovasyon lafını ağzına almasın. Yapılana bir bakar
mısınız, kendince bir mantığa dayanan ve İstanbul’a damgasını vuran cami formu TOKİ’ye
teslim edilerek tek tipleştirildi. 21’inci yüzyıla uygun farklı bir mimari
mümkünken Ankara’ya kubbeli sultan camisi yapmak hem İstanbul’un biricikliğini
hem de Ankara’nın özgünlüğünü bozdu. Ulus’ta yapılan cami maalesef Osmanlı
ruhunu belki uzaktan anımsıyor ama yansıttığı şey Ataşehir’deki TOKİ camiinin ruhudur.
Başkent Gazetesi, 12 Ekim 2017