Paragraflar 4

Atina 2015
 

 

ZAMAN

  

 

1

1980 Ocak ayında Muş’un Bulanık ilçesinde gencecik bir öğretmenken gözaltına alındım ve hücreye kapatıldım. Eksi yirmilerdeki soğukta beni götürecek ekibi beklerken zaman geçmek bilmiyordu, çok soğuktu. Duvara -kibrit çöpünü tebeşir gibi kullanarak:  “Başladı…” sözünü yazdım. Oraya benden sonra kapatılan biri, yazdıklarımı okursa ne demek istediğimi tahmin edebilirdi elbette. Duvara tarih yazmamıştım ama bu söz, anonim okuyucuya belirsiz bir zamanın duygusunu verecek cinstendi.

Belirsiz bir zamanın. 

Söylemek ne kolay! 

Oysa o hücrede “şimdi” ve “gelecek” benim için belirsizdi ve bu hal mahvediciydi. 

İşte “zaman” üzerine ilk düşüncem budur ve bendeki etkisi yıkıcı olmuştur.

 

2

Augustinus “Bana zaman nedir diye sorulmazsa bildiğimi sanırım. Fakat bir soran olursa bilmediğimi anlarım” diyor.

 

3

Gençliğimde zamanı mutlak kabul ettiğimi, o değiştikçe her şeyin değiştiğini sanırdım. Şimdi, nesneler değiştikçe zamanın değiştiğini anlıyorum.

 

4

Zamanı doğduğumuz günden başlayarak, günden güne geçilen, şimdi’den yarına uzanan düz bir çizgi gibi düşünürüz.

Oysa ben bulunduğum noktadan geriye düştüğümü sandığım, bugünden geçmişe doğru savrulduğumu hissettiğim bazı kırılmalar da yaşadım. Sanırım ki ara sıra benim zamanım ileri akmadı; yerinde saydı ya da geri dönmüş gibi oldu.

 

4b

Zaman ölçümlerinde hep ileriye akış düşünülmüştür. “Zamanın dönüşleri” akla gelmiş değildir. Bunun böyle olabileceği görececilik sonrasında dillendirilmeye başladı: Yani yeryüzündeki zamanın başka bir ağırlık ve çekim merkezinde olabileceğini yüz yıldır tartışıyoruz henüz.

 

5

Augustinus zamanı gelecekten gelip şimdiye değen ve geçmişi oluşturan bir şey olarak görür. 

Gelecek A ise şimdi B’dir, geçmiş C’dir. Ölçmek için bu noktalar arasında çizgi çizmek zorunludur. Fakat olmayan geleceğe de olmayan geçmişe de nokta konulamaz. Yani A  ve C maddi gerçeklik olarak yoktur.  Geriye yalnızca “şu an” kalır. Yani B. Tek noktayla ölçüm olmayacağına göre (Yani yalnızca B noktası var olduğuna göre) zaman ölçülemez.

 

6.

Zamanı kendi bilişimize göre ölçeriz; ölçtüğümüz için de demek ki zaman vardır çıkarımına ulaşırız.

 

6a

Augustinus süre ve zaman ayrımı yapmadığı için, ölçtüğümüz şeyin süre olduğunu aklına getirmez. Sözgelimi “Yirmi dört saat önce Ankara’daydım” dersem bir ölçüyü dile getirmiş ve “olan bir şey” hakkında konuşmuş olurum. 

 

6b

Bunu nasıl anladığımı bilmem. Sanırım bir süre önce. 

 

6c

“Süre” gerçeklik içinde her an vardır. Süre azalır da artar da. Çoğu zaman kendini yineleyerek ileri giden bir tekerleği andırır. Yokuşlar çıkar, düzlükte ilerler, daralır, genişler. Fakat zaman, geçtiği anda varlığından da şüphe ettiren bir eksilmedir. Zaman sürekli yok olur.

Zamanı düşünmezsek yoktur, düşünürsek var olur ve düşündükçe de hep yok olduğu anlaşılır. 

Zaman budur.

 

6d

Zaman geçince yitip gider. Oysa süre yirmi dört saattir, somuttur, yitip gitmez.

Hatta olmayan geleceği süreler içinde ölçtüğümüz de doğrudur: “Otuz saat sonra Palermo’da olacağım” diyebiliriz. Bu nedenle sürelerden bakınca zamanın akışını bildiğimi, zamandan bakınca bilmediğimi söyleyebilirim.

 

7

Augustinus’u düşündükçe anlıyorum ki, kadercilik geçmişin belirlenmiş bir şey olduğunu değil, geleceğin belirlendiğini düşünerek kadercilik oldu. Bu ilginç düşünür, gelecek zamanı hep geriye akan bir şerit gibi düşünmese kaderin varlığına inanamayacaktı.

 


Atina Arkeoloji Müzesi 2015


8

Oysa olgu halinde, değiştirilemez bir gelecek yoktur. Belirsizdir. Bir kaderci bile onun görünebileceğini iddia edemez. Gelecek bilgisinin yalnızca kahinlere görünebileceği düşünür, bu konuda özel yeteneği olan insanlar tarafından “sezildiğini” öne sürer. Kaderci, geleceği bilmeye ve değiştirmeye de yalnızca tanrının gücünün yeteceğini söyler. 

Yani gelecek, kader olarak kurulmuş ve sabitleşmiştir; insanlar onun ne olduğunu bilmese bile tanrının değiştirilemez hükmü tıkır tıkır gerçekleşmektedir.

 

8a

O halde şu karşı önermeyi, hem de çok inanmış Augustinus’un ağzından yazmam kaçınılmaz olacak: Ne gelecek ne de geçmiş, somut varlıklar olmadığına göre, bunların değişeceğini de değişmeyeceğini de söylemek anlamsızdır. Çünkü olmayan şeylerden somut bir varlık olarak söz edilmesi mantığa sığmaz.

 

9

Augustinus’a katılmasam da zamanın gelecekten geçmişe doğru kaydığı ifadesini bir olgu değil, bir imge olarak şairane buluyorum. 

 

10

Bazen “geriye savrulduğumuz” bilinç kopmaları, anımsamalar yaşasak bile bu durum zamanın geriye doğru aktığının kanıtı değildir. Fakat kaderin varlığının yalnızca bu yoldan ispatlanabileceğini, oysa bunun da olanaksız olduğu esinini verir. 

 

10b

Ne demek istiyorum?

Kaderi kanıtlamak için “sağlama yapmak” gerek. Yani en azından değişik sınamalarda, bir şey en az iki kez gerçekleşebilmeli. Örneğin A’dan Z’ye giden hayatı, bir de Z’den A’ya tersten gözden geçirmek şahane olurdu. Aynadaki görüntü gibi: Görüntü nesnenin tam tersiyse gerçekliğin sağlaması eksiksizdir.

 

10c

Böyle bir şey, Platon’un “Zamanın akıştan sonra durduğunu ve sonra geriye döndüğünü” söylediği bir örneği akla getirir. Platon’un anlattığı bu öyküye göre zaman akışı çift yönlüdür: Varlık itici gücün etkisiyle devinir ve sonra durur, bu duruştan sonraki hareket ters yönedir: Her şey geri gider, kaynağına. 

 

11

Platon’un anlattıkları fantastik dünya için altın değerindedir fakat maddi varlıkların konuşulduğu bir düzlemde işe yaramaz.

Bu bahiste Aristo’yu seçmekte bir sakınca yoktur. Büyük filozof zaman kavramıyla ilgili müthiş çözümlemesinde onun nesnelerin hareketiyle ölçüleceğini ama zamanın kendisinin bir hareket olmadığını anlatır.

 

12

Oysa Paul Ricœur, hareketin dursa da zamanın durmayacağını, hareket etmeyen şeyleri de ölçüye kattığımızı söyler. 

Aristo ile Ricœur’ün yargısı çelişir: Aristo eylemin ölçülebileceğini söylerken, Ricœur duran bir şeyin hareket olmaksızın ölçülebileceğini öne sürmüş olur. 

 

13

Bence Ricœur yanılıyor. Akan zamanın ölçülmesinde duran şey esas alınamaz.

Ölçmek, hareketli iki şeyin varsayımsal olarak durduğu kabul edilen iki noktası arasındaki mesafeyi belirlemekten başka nedir?

 

Atina Arkeoloji Müzesi 2015



14

Öyleyse zamanın hiç durmadığı, geçmişin ve geleceğin ise zaten ortada olmadığı bu düzlemde, ölçme tamamen imkânsız değil midir?


Bu durumda, zamanı yok saymaktan başka ne yapabiliriz?

 

15

Gazetecilik yaptığım sıralardı, görkemli ve sert dağların tepesinde iki metre karla kaplı, buzlu fırtınalı bir yerlerden geçmiştim. Köylülerle birlikte dağda odun kesmeyi ve bunları kızaklarla aşağı indirmeyi yazmaya gittiğimde, buradaki uygarlık araçlarının beş yüz yıl öncesiyle aynı olduğu aklıma geliyordu. Zamanda geriye gitmiş gibiydim. İstisnasız, beş yüz yıl önce yaşamadığımızın tek kanıtı üstümüzdeki tişörtler ve saatlerdi. 

 

16

Uygarlıklarda da bu durum yaşanıyor mu acaba? Yüz yıl önceki New York eğer bilimsel gelişmişliği ve insanlığa evrensel değerler katmayı bir ölçü olarak ele alacaksak, bugünkü Dubai’den, Kuala Lumpur’dan, Doha’dan yahut Wuhan’dan  ileride sayılmaz mı?

 

16a

Fakat öbür yandan da Avustralya yerlileri yahut yok olan Kızılderili kültürü sözkonusu olursa, zamanı o eski bozulmamış çağlara çevirmenin olanaklarını arama arzusu duyabiliriz. Acaba uygarlık ileri veya geri ölçütleriyle çalışmıyor mu? Doğrusu şu internet çağında fazlasıyla beton ve azalan su kaynaklarıyla başımız derttedir, ilerlediğimiz şüphelidir ve dünyayı bitiren bir üretim süreci içinde olduğumuz da doğrudur. New York’un kendine benzeyen tüketim şehirleri yaratması bu açıdan gelişimsel zorbalık olarak da ele alınamaz mı? 

 

17

Öyleyse geri dönmek iyi bir şey mi sayılmalı?

Yoksa uygarlık bütün araçlarıyla battığında zaten zaman kendiliğinden mi geri dönmüş olacak? 

 

18

Zamanı ölçemez olursak çözüme kavuşur muyuz?

Bu durumda geçmişle şimdiyi karşılaştırmak konusunda sorun yaşamaz mıyız? Farklı olayların aynı zamanlarda yaşandığını iddia eden toplumsal hayalperestleri baştâcı etmemize böyle bir durumda kim itiraz edebilir?

Bu, insanlığın ağır bir tutuculuğa düşmesi demektir. Eğer insanlık akan zamanın derinliğini bilmezse, yani artzamanlı düşünemezse gelişmemiş olur.

Peki bunu nasıl sağlayacağız?

 

19

İnsanlara zaman ölçülebilir görünmesinin nedeni zihindeki “önce” ve “sonra”dır. Bergson’un deyişiyle sürelerbuna olanak verir.  Süre, zaman değildir, metronomun vuruşu asla zamanı açıklamaz. Süre aritmetiktir, zaman ise soyut matematik. Aynı süreyi ruhsal yapımıza göre uzun ya da kısa sanabiliriz. Oysa zaman somut olarak ölçülemediği için varlığı ölçülmeden hissedilen, varlığı bilinen bir yokluktur.

 

20

Süreleri ölçerken “hareket sırasını” ölçeriz, zamanı değil. 

 

21

Sürelerde “iki dakika öncesi” vardır ama zaman söz konusu olduğunda her ânımız hem önce hem şimdi hem de sonra olur. Benim şu yazdıklarım yazıldığı anda şimdidir, 20. maddeden sonradır ve henüz yazılmamış 21. maddeden öncedir.

 

Soru şu: O halde “önce” denen şey geçmiş olması bakımından somut, “sonra” denen şey de henüz yaşanmadığı için soyut olsa da nasıl oluyor da bunların yokluğundan söz edilebiliyor? 

 

22

Muş’ta hücreye kapatılmamdan bu yana kırk dört yıl geçti. Şimdi bulunduğum zamandan bakarak “Bu olay yaşandı mı?” diye soruyorum. Şüphesiz yaşandığını da ama artık yok olduğunu da biliyorum. Bir de geçen süreyi hesaplıyorum fakat evrenin hesaplanamaz yaşı karşısında bu sürenin zamansal değerini kavrayamıyorum. 

Şöyle bir iç konuşma tasarlıyorum durumu daha iyi anlamak için:

 

22a

Yaşadıklarım artık yok. 

Ne yani hiç yaşanmamış mı diyeceğiz olana bitene? 

Yaşanmışlığından da bir iz kalmadı. Sanki yok.

Belki de “Başladı” yazısı duruyordur orada.

Diyelim duruyor. Oraya gitsem, yazı yok olmamışsa görsem, elimle dokunsam ne olacak? Yalnızca şimdiki halimi oraya götürmüş olacağım. Hücredeki geçmişim görünmeyecek. 

Geçmiş nereye gitti peki?

Gelecek geliyor mu ki, geçmiş bir yere gitmiş olsun?

 

Atina2015
23

“Kader nedir” dersek hep “Gelecek zamanın mutlaklığı” diye yanıtlanır. Oysa yaşanan olayları düşündükçe içinden geçilen halin kader olmasına hep öfkelenmek, bunun mutlak olmadığını iddia etmek çok sık görülen bir durumdur. Fakat ağır kaderciler “seçilemeyen eylemleri de” kadere dahil eder ve “Yalnız yapılanlar değil yapılmayanlar da kaderdir” demeye getirirler.

 

24

Bunu Rüya Körü’nü yazarken çok düşündüm. Bir kişinin çeşitli olasılıkları yaşayabilecekken bu olasılıklardan sadece birini yaşaması, kader oluyordu. Öncelikle “kaderin, yapısı gereği değiştirilemez bir şey olduğunu” anlamam gerekti. Muzip bilinç yapacağını yaptı bana: Değiştirilemeyen olayların yalnızca geçmişte kaldığını hayretle fark ettim. Kesilen elmayı kesilmemiş yapmak, geçilmiş yolu geçilmemiş hale getirmek mümkün değildi.

 

24a

Bir şey yaşanıp kesinleştikten sonra ona kader dediğimizi anlıyorum. 

O halde kader yaşadıklarımızdır, yaşayacaklarımız değil.

 

24b

Bu nedenle Rüya Körü’nde “Kader yoktur, kaderin olabilmesi için şimdiki zamanla gelecek zamanın iç içe yaşanması gerekirdi” diye yazdım.

 

25

Dönüyor Zaman’ı çalıştığım sıralarda da geçmişi sürekli yanlış anımsamaya takıldı zihnim. İnsanlar geçmişi söyleye söyleye değiştirebiliyor, başından geçenlerin A gibi değil de B gibi olduğuna kendini inandırabiliyor. 

 

25a

Bu durumda geçmiş değişiyor mu? Hayır, yalnızca söylence değişiyor, hepsi bu.

 

25b

Platon’un döngüsel zamanını anımsayarak şunu gönül rahatlığıyla yazabilirim artık: Kader yoktur. Kaderin olabilmesi için olaylar önce bir kez baştan sona yaşanmalı ve sonra sondan başa doğru yeniden yaşanarak olanın bitenin (tersten) sağlaması yapılmalıdır.

 


YKY Kitap-lık Sayı 235

Eylül-Ekim 2024

 

BENDE KALMASIN 2














Bende Kalmasın"ın 2. Bölümünde Anadolu Rumlarının Yunan alfabesiyle Türkçe yazma serüvenini anlatıyorum. Rumlar büyük çoğunlukla Anadolu'da Türkçe konuştular. Karamanlıca alfabesi mübadeleden sonra yani Rumlar Anadolu'dan gidince hayatımızda tümüyle çekildi. Bu bölümde Türkçe kültürümüzün kaybolan bir değeri olan Karamanlıca'nın yazılı örneklerini anlatıyorum. 

Abone olmayı, yorumlarınızı yazmayı ve beğenmeyi unutmayın. :)

TIKLAYIN

BENDE KALMASıN 1






Youtube'da başladığım BENDE KALMASIN kanalını takip edin. 

Hem izlemeyi hem de abone olmayı unutmayın. 

Bu yayında Türkiye'deki bütün camilerin kaynağının Romanesk olduğundan söz ediyorum. Ayasofya'nın camilerimizin kubbe ve genel yapısına ilham verdiğini; eğlenceli anıları, gezileri ile birleştirerek anlatıyorum. Anadolu'daki camilerin hikayesini de birbirinden güzel İstanbul görüntüleri eşliğinde izleyicileriyle paylaşıyorum. Galata'yı, Tarihi Yarımada'yı, Üsküdar'ı, Eminönü'nü yani yedi tepeli İstanbul'un silüetini hem görsel hem düşünsel izlerle yeniden değerlendirdiğim bu kanalda buluşmak üzere.


TIKLAYIN:

https://www.youtube.com/watch?v=Hm3KHiujuys&t=606s

Paragraflar 3

 




Trapani, Sicilya 2024






 

YEMEK

 

 

 

1.

Bir adam tanırdım; yemekte herkesten ayrı oturduğunu yıllar sonra bir dost meclisinde öğrendim. Kibarlıktan herhalde, masamızda yemek yemese de yan taraftaki küçük bir masada oturdu ve orada atıştırdı. İşin ilginç tarafı benim dışımda herkesin durumdan haberi vardı: “O tek başına yemek yer” diyorlardı. Olayı ne kadar garipsedim anlatamam. 

 

1b

Zor olmaz mıydı tek başına yemek? Büyük olasılıkla zordu. Başka insanların olumsuz yargılayacağını bile bile yalnız başına yemek yemek bir basit fantezi olamaz.

 

2.

“Yırtıcılar tek başına yemek yer” diyor Kierkegaard. Tek başına yemek yemek düşkün ve itilmiş bir çocukluğu akla getirir. Evinde de çocuklarından ayrı tıkınan kişinin nefret düşer payına. 

 

2a

Öncelikle insanın aklına kendi yediğini hak etmediği düşüncesi gelir. Sonra, yemeği çocuklarına bile çok gördüğünü sanır insan. Sanki “Her şey benim!” demektedir: “Tıkının Allah belanızı versin. Ben görmeyeyim.” 

 

2c

Fakat en çok akla gelen şey, söz konusu kişinin “Başkalarının yemek yiyişinden tiksindiği”dir. Ben merkezlilik böyledir işte: Herkesi aşağılamak bencilliğin göze görünmeyen besin kaynağı olsa gerektir.

 

3

Tolstoy’un “mutlu aile” çıkarımını düşünüyorum. Anna Karenina şöyle başlar: “Bütün mutlu aileler birbirine benzer.” Bu nedenle “Mutlu ailelerde birlikte yiyip içilir” diye nazire yazsam yeridir.

 

4

Soru şu: Bir insan başkalarıyla yemek yemekten neden kaçınır?

Elbette “bir şey yemekten” ötürü bir utanç saklıdır derinde; öyle anlaşılıyor. 

İyi de, niye? Yaşamak için yemek zorunda olan insanın yemekten utanması çok ilginç değil mi? Halbuki yalnızca cinsel eylem kamusal mekânda tabu derecesinde ayıptır, fakat yine de cinsel sevgiye hürmet eder insan. Ne var ki yiyip içerken özgürüz, yemenin tabu derecesinde ayıplandığını aklımız almaz.

Başkalarının yanında yemek yemekten kaçınma büyük ölçüde yanlış ana baba tutumundan kaynaklanmış olmalı. Anlıyorum: Biz çocukken yemekte konuşmanın günah olduğunu söyler, sustururlardı. Fısıl fısıl konuşulurdu. Sofrada tahta kaşığı öpüp ondan izin isteyen, mırıl mırıl dua ettikten sonra çorba kaşıklayan ve suyu ayakta içemeyen bir kültürün çocuklarıyız biz. 

Dolayısıyla en fazla bir şeyler yemekten utanabilir insan. Yine de herkes bilir ki bu durum aşırılıktır. 

 

 

5

Eski Yunan’da tuvalete gitmek bile kamusal bir eylemdi. Efes’te oturma deliklerinin yan yana dizildiği bir genel tuvalet gördüm. 

Herkesin içinde sofraya oturamayan, tek başına yemek yiyen kişiyi, o tuvalette sıkışmış görmeyi dilerdim. Ona da sorarlar mıydı acaba akşam ne yediğini?

 

 

6

Bir teknede kocabaşlardan birinin kuzu çevirdiğini, onu da birkaç kişinin izlediğini gösteren fotoğraflara geçenlerde şöyle bir gözüm ilişti. O an ocakta tüm gövdesiyle kızaran hayvanın yerine utanıp, ahlaki itirazı içselleştirdim ve yemenin bu biçimden utandım: Annesinin gözü gibi sakındığı ve uğruna melediği kuzu yavrusu, şişe geçirilip kızartılmaktaydı. Yalnız başına yemek yiyen kişi böyle bir cinayeti protesto ederek bir kenara çekilse ne denebilirdi ki? Alkışlamak bile gerekirdi. 

Fakat yan masamızda tek başına atıştıran kişiyi anımsıyorum: Yalnızca kendinin ne yediği içtiğiyle ilgili bakışlardan sakınıyor, et yemeklerini sessizce “gömüyor”du.

 

 

7

Tek başına yemek yemekte saldırgan bir içerik var. “Yediğime göz koyanı mahvederim” demek ister gibidir bu kişi. “Size ne, istediğimi yerim” de diyor olabilir. “Bütün bunları ben kazandım ve dolayısıyla tek başına tadını çıkaracağım. Yediğim nedir diye bakmayın, lokmalarımı mı sayıyorsunuz?”

Bir de yalnız yemenin ezikliği var. Suçlu gibi. 

 

 

8

Başkalarıyla yemek yemeyi reddeden kişinin bir oyuncu olduğunu düşünün: Herkesin önünde yemek yemeyi oynamak zorunda kalabilir. Hatta Zavallılar filminde baklavayı çalıp kendi başına yemek isteyen ama hep engellenmeye çalışılan kişinin bulunduğu o sahneyi akla getirelim. Yılmaz Güney’in o kült oyunculuğundan şunu anlıyorum: Yalnız yemek yemek isteyen kişi başka insanlara yemek veremez, yemeğini paylaşamaz. Yalnız yemek, başkalarının saldırganlığının doğal bir sonucudur. 

 

 

9

Yılmaz Güney yoksulun ne bulursa orada yemek yediğini, eşsiz oyunculuğuyla anlatır. Yoksul insan yalnız yemek yiyemez. Paylaşmak zorundadır. Eğer paylaşmazsa boğazından geçmez yediği. 

 

 

10

Babam ben küçükken Kayseri meydanında bir Zümrüt Pastanesi vardı, içeri girince pandispanya kokusuyla yüreğimi titreten bir yerdi burası. Şehri modernleştirirken yıktılar, o pastanenin yerine Bürüngüz Camisi’ni yaptılar. Babam orada beni karşısına oturtur, pastayı ve limonatayı yiyişimi izlerdi. Kendi yemezdi. Benim yiyişimden ötürü yüreğinin kabardığını hissederdim. Yoksul insan böyledir işte, bir kenara çekilip yiyemez, asla.

 

11

Padişahlar yalnız yemek yerlerdi. Ne acı. Üstelik yediği yemek, önceden bir çeşnicibaşı tarafından tadılmış, zehirliyse anlaşılacak makul bir süre geçinceye kadar beklemiş olurdu. Padişah işte böyle bir yemeği yalnız başına atıştırırdı. Oysa bizim kendi başına yemek yiyen kişimiz ayrıcalıklıdır. Onun yemeğine önceden hiç kimse dokunamamıştır.  

 

 

12

Ahçılar yemekleri hep atıştırdığından yemek yiyemezler pek. Genelde de şişmandırlar. Sürekli yemek yeme halindedirler. Hep tek başlarına yemek zorunda kalırlar. Topluluğun yüksek çıkarları için yemeğe kendini kurban etmektir bu. Oysa bizim kişimiz, topluluğun ve kendinin ayrı varlıklar olduğunu söylemektedir adeta. Kibri, topluluktan büyük görünmektedir. 

 

 

13

Melamet ehli pek yemek yemezdi. Genellikle gününü ne bulduysa onunla geçiren eski insanların dört başı mamur sofraları ancak masallarda düşledikleri anımsanmalı. Ne var ki tahtacılar gibi tahta kaşıkla, tahta çanakla yemek yiyenlerin yemek düzeninde “kendi başına tıkınmak” diye bir şey asla olamazdı. Herkes aynı sofraya oturur, ritmik hareketlerle tahta kaşığı ortadaki tek kâseye daldırır, yemek sırasında tek söz etmez, su içen olursa yemek yemeye ara verip onu bekler, su içen kişi bakraçtan izin ister, kaşığını da öpüp başına koyardı. Demek ki yemek törensel bir eylemdi. Bir kamusal bir düzen bilgisiydi.

 

14

Toplumsal yaşamın gelişmesiyle birlikte yemekte söylevler veren, uzun uzun içen ve felsefe yapan kuzeyli insanlara benzediğimiz anlaşılıyor. İnsanın yemek yerken ulaştığı en güzel ve derin törensellik budur. Antik Yunan’ın şölen adı verilen yeme törenlerini cinsiyetçi olmayan kodlarla yeniden gündeme getiren çağımız bunu müzikli yemek salonlarıyla kitlelere yaydı. Aristokrasiye özgü yemek masaları sokağa indi, sosyal devrimler sayesinde yaklaşık iki yüz yıldır Dostoyevski romanlarının atmosferini yaşıyoruz.  

Fakat tam da böyle, neşe içindeyken, yalnız başına yemek yiyen insanla bitişik masalarda oturduğumuz zaman ruhumuz kararıyor.

 

 

15

Cezaevindeydim. Mamak’ta. Geceleri geç saate kadar okur, notlar çıkarırdım. Zaten o yıllarda “matbu insan”ın bir tür dokunulmazlığı vardı, siyaset yüzünden zaten içerdesin, kitap gibisin, okudukların da önemli elbette.

Gençtim. Şaka değil, yirmi yaşımın baharındaydım ve sekiz aydır cezaevindeydim.

Gece yarısı bir menemen kokusu ortalığı sardı, hayal gördüğümü düşündüm. Nimetlerden bu kadar uzak kalınca insan hayal görürmüş gibime geldi. Sonra taze demlenmiş çay kokusu burnuma çarptı. Bunun ne demek olduğunu içeride yatanlar anlar: O anda damarlarımdan çay aktığını hisseder gibi oldum. 

Meğer yanılsama değilmiş. Tutukluların ortak malından yumurta ve yeşillik aşıran komün sorumlusu (ortak yaşadığımız için bütün ekonomiyi idare eden kişiye komün sorumlusu diyorduk) bu eğlenceyi düzenleyen kişiymiş. Ortak paramızdan rüşvet vererek, elbette ateş pahasına, gizlice elektrikli ocak, çaydanlık, çay gibi şeyler getirtmiş çoktan. Zaman zaman böyle gizli şölenler düzenliyormuş.  O saatte tutukluların en az yüzde doksan beşi uyuyordu ve bu ekabirden habersiz kim bilir hangi dostluk rüyaları görüyordu? Oysa çok önce anlamalıydım, sürekli olarak mutfakta yumurta, yeşillik, domates kaybolur, hangi paranın neye harcandığı bilinemezdi.

O gece orada önüme suç ortaklığı için konulan menemeni yemedim, çayı içmedim. Yirmi yaşımdaydım, hata yapıp o rüşvet malından atıştırabilirdim, herkes yemek yedi bir ben yemedim. Orada, bir başıma kim bilir kimin kitabını yutkuna yutkuna defterime geçirmeye devam ettim. Bugün bile o menemenin ve çayın tadını merak etsem de sanırım o gece yenen şeyleri tek anımsayan benim.

Herkesten ayrılarak, herkesin ortak malı olanı, üç beş ayrıcalıklı zibidi ile birlikte yemenin namussuzluğunu yaşamadığım için, gençliğimin, kırk yıl sonra bile alnından öpüyorum.

 

 

16

Yalnız yemek yemenin, ayrı bir köşede mutluluk ve suçluluk dolu bir ayin yapmak olduğunu düşleyebiliyorum. Yalnızken kendini kırbaçlayan Katolikler gibi aynı zamanda sevaba erişmenin buruk mutluluğu bana göre değil. Ancak yalnız olduğu zaman huzurla paralarını sayan pis tüccarla, yalnız başınayken yemek yiyebilen insanın arasındaki farkı anlamakta güçlük çekiyorum.

 

 

17

Yalnız başına yemek yemenin o ünlü bireyselleşmeyle de ilgisi yok.

Birey ancak grup içinden çıkar. 

Bireyliğin hastalığa dönüşmüş hali olan bireycilik ve haz düşkünlüğü bile başka insanlara ihtiyaç duyar. Onlar, yağmalanacak bir grup olmaksızın anlamsızdır. Hedonizm bireyin hazları için başkalarının yağma edilmesidir.

 

 

18

Yalnız yemek yiyenler çok yiyemezler. Çünkü iştah sosyal ilişkiye bağlıdır.

Doğrusu çok yiyenler de yalnız yemek yiyemez.

 

 

19

Bir de zenginler var. Bunlar birbirini görmeden mutlu olmazlar. Çünkü başkalarını hep birlikte yağma etmek işlerine gelir, sorumluluğu dağıtırlar. Zenginler kendi varoluşundan zevk alır ama başkalarının yanında. Bir bakıma başkalarıyla birlikteyken yalnızdırlar. Tek başlarına yemek yerler, başkalarıyla birlikte. 

 

 

20

Yalnız yemek yiyen insanın yalnızlığında kahredici bir özyıkım vardır. Yoksulluğa teşnidir. Hazzı kendi zimmetine geçirmek ister ama fakirlikten de başını kaldıramaz. Çünkü yalnız yemek yeme, coşkuyu öldürür, daima içe dönüklüğe ve az yemeye eğimlidir yalnız insan.

 

 

21

Biz iyi kişiye “fakir” desek de bu çağda fakirlik saygın bir konum sayılmaz. Eğitim ve görgü alt sınıflardan yukarı doğru gitmiştir: Fakat çok yükselemez çünkü kibir de yükseklerde yaşar, onu geçmek zordur. Dolayısıyla görgülü insan ne üst sınıfın kibrini beğenir ne de fakirin görgüsüzlüğünü.  

 

22

Herkes biliyor artık: Zenginlik dolu yaşam iyilik içerebilir ama aynı zamanda bir yığın kötülük de içerir. En azından kötülüğe karşı durursak iyi olur. Yine de tek başına yemek yiyen bir kişinin kötücüllüğünü aklımızdan çıkarmayalım: O hem kötüyle baş başadır hem de başkalarının zararına yeryüzünde zaman geçirir.




Kitaplık Dergisi Sayı 234 

Temmuz-Ağustos 2024