"BEN"




PARAGRAFLAR 6



  

1

Çocukluğumda sanırım ilk felsefi sarsıntıyı neden ben? diyerek yaşadım ve şüphe yok ki bu soruyu bir ömürdür taşıyorum.

Şunu soruyordum: Dünyada belli bir sayıda insan var hepsi de ben diyerek kendini tanımlıyor, ötekinin canı yanıyor, beriki gülüyor. Fakat bunca ben içinde yalnızca birinin, yani benim varlığım bana şaşırtıcı görünüyor. Nasıl oluyor da ben denen bir kişi var oluyor ve sonra yok oluyor? Neden o kişinin bedeninde ortaya çıkan bu ben, kendisini başka bir varlık gibi değil de içeriden algılıyor? 

 

1a

Başka bir deyişle kendi benimizi neden yalnızca kendimiz hissederiz de başkası değil?

 

1b

Bir balık sürüsü düşünürdüm hep. Koca bir balığın çevresinde onunla birlikte yüzen, keskin hareketlerle hep birlikte geri dönen ve büyük balığın koruması altındaki küçük balıkları gözümle görmüş gibi tasarlardım. Balıkların her birinin kendi olarak dünyayı algıladığını sezerdim. Sonra ansızın sürüdekiler bir başka balığa yem olurdu ve her bir balık öldüğü anı düşünürdü, her balık. Büyük balık canını kurtarır fakat küçük olanları kurtaramadığına bile aldırmaz, kendi esenliği için yoluna devam ederdi. Kendi başına.

 

1c

Sonra ne olurdu, örneğin yok olan her balığın benliği başka bir yerde uyanır da kendisini bir daha düşünür müydü? Yeniden dirilme denen şey mümkün müydü? Bana bu düşünceler, kendimi düşündürtür, yeniden doğduğumu asla aklımdan geçirmediğime göre reenkarnasyonu da yeniden bedenlenmeyi de mantıklı bir düşünce saymazdım.

 

1d

Acı verici bir şey: Büyük olasılıkla hepimiz bu canın varoluşunu bir kez anlıyoruz. Üstelik eşitsiz bedenlerde: Kimi balık olarak kimi kedi olarak, kimi engelli, kimi tanımsız güzellikler içinde.

Bunun bir adalet olmadığını çocukluğumda anladım ben.

 

2

Kediler, köpekler ve hatta bilemediğimiz sayıda canlı hep kendi benini biliyor.

 

2a

Her canlının tek tek kendini bilişini kabul etmeyip de (tasavvufun ya da Spinoza'nın yolundan gitmeyi seçersek) bütün canlıların aslında bir canın parçaları olduğunu anlarız dersek bunu bir açıklama sayabilir miyiz? Yani Platon söylemini seçsem, bütün canların can denen ideanın öğeleri olduğunu düşünsem, böylesi bir şey beni tam anlamıyla bir açıklamaya vardırır mı?

 

2b

Simurg otuz kuş demektir. Otuz kuştan her biri kendi varlığını bilse de ancak simurg olarak anlamlı olduğu sonucuna varırsa, bunun anlamı kollektif dayanışmanın gücü müdür yoksa bireysel olarak hiçbir önemimizin olmadığı mı?  

 

2c

Doğrusu ben ne Simurg'un parçası olmayı seçerim, ne de Platon'u. Ben asla bir başkasının parçası olduğumu da kabul etmem. 

Can tekildir bana göre. Hepimizin başka bir canla yalnızca ortak kökten gelme gibi bir ortaklığımız olabilir. Bir bütünün parçası olmamız da kendimize özgü bir alanımız olduğu gerçeğini yok etmez. Ben başka bir varlıktan türesem de onunla aynı değilimdir. Herkes kendi hayatını yaşar ve Nazım'ın deyişiyle herkes kendi payına ölür.

 

 

3

Fakat şu da doğru: Ben, tekil olarak kalsa da eylemleri çoğuldur. Kendi benliğimizle ne kadar ben olmaya çabalasak da eylemlerimiz ben olarak kalamaz. Yaptığımız bir eylemin benzerini yapan da söylediğimiz söze birebir aynı düşünüyorum diyen de çıkar.

 

 

3a

Unutmayalım ki seninle aynı fikirde değilim sözünü daha çok duyarız.

 

3b

Bu nedenle daima ben olmanın önemini derinden hissederiz.

 

4

İnsanlar ben olmaya çalışmazsa, kollektif benin içinde kendi benliklerini yitirir. Genel kabule uymak istemeyen kişi farklı şeyler düşündüğünü söylemelidir.

 

4a

Ben olmayı küçümseyen, onu toplumsal kişiliğin parçası olarak kabul etmeyi sürdüren bir geçmişten geliyoruz.

Celaleddin Rumî,  Fihi Ma Fih adlı yapıtında Ene'l Hakk demekten yanadır. Şöyle sürdürür sözlerini: "Ben Allah'ım demek niçin günah olsun? Asıl günah ben tanrının kuluyum demektir. Çünkü bir ben varım bir de o denemez." 

Yani ben ben değilim, ben tanrıyla özdeşim.

 

4b

Bu ifade ben ifadesindeki başkaldırıyı fark etmek ve bundan kaçınmaktır. 

 

4c

Ben derken kulluk düzeyinde varlık bulduğunu öne sürmek de daima ortak bir ben içinde kaybolmayı arzulamak da birbirine eşdeğerdir. İster ben tanrıyım de isterse ben tanrının kuluyum diyerek kıvran; eğer kollektif benliğin bir parçasıysan bireysel benliğini yadsırsın. Üstelik böyle bir davranış insanlara çıkarcılıktan uzak, diğerkâmlık olarak görünür. 

Halbuki çıkarcılıktan kaçmak ve insanlara yararlı olmak için ille de kollektif benlik içinde erimek zorunda değiliz. 

 

 

5

İnsanlar neden biz diye konuşur? Yaptığı işin kollektifin amaçlarını aşmadığını söyleyen ve asla yaratıcı olamayan kişilere bir bakalım, onların özellikle böyle konuştuğunu görürüz. "Bu işi böyle yaptık çünkü şunu düşündük" diyen biri kendi özgünlüğünü bile topluluğun çıkarlarına feda eder. Asla tekil değildir ve ömrünü de kollektif içinde yok oluşla tamamlar.

 

6

Vahhabiler kişiye özel mezar tanımaz, onları bilinmez bir yere, yazıt falan olmadan gömerlermiş. Bir kişinin öldükten sonra adı anılsa ne olur anılmasa ne olur dedikleri söylenir. Demek ki insanın yaşarken var olma gayretini tanrıya şirk koşma saydıkları için zaten reddettiklerine göre, öldükten sonra asla var olmamış birinin mezar yerini göstermenin yararsızlığını da düşünmekteler. 

İşte sorun da bu: Yaşarken varlığımız bilinsin diye çabalamak zorunda olmamızın neresi suç? Tam tersine insan olmanın gereği bu. 

İnsanın mezara giremeyen yanı düşünceleridir; bu nedenle kişiye dilediği gibi bedenini doğaya sunma fırsatı verebilmeliyiz.

 

6a

İnsanın ne giyeceğine, ne dua edeceğine, neler yapacağına ve nasıl gömüleceğine karışmak onu bir birey olarak reddetmektir.

 

7

İnsanın bireyliği ölümüyle belli olur. Kişinin düşünceler içinde anılacak bir alanı vardır ve çoğunlukla yazıtlar bunu gösterir. İster taşa yazılsın ister kavanoza; bir mezarın yerini bilmek geride kalanlara iyi gelir çünkü Çiçero'nun ihtiyarlığı anlatırken söylediği gibi hazinelerimizi nereye koyduğumuzu bilmek zorundayız.

 

 

8.

Sözel kültür çağı benliğin yokluğudur ve kollektif varlıkla ilgilidir demiştim. Destanlara ve geçmiş hikayelere bir bakın, orada kişilerin iç dünyasını göremezsiniz. Ben keşfedilmemiştir. Ben ve sen ifadeleri kişinin iç dünyasını değil olsa olsa eylemlerini anlatmak için kullanılmıştır. Antik Yunan oyunları buna örnektir.

 

8a

Oysa bir yazarın ben kipiyle yazmasında Yunanlılar gibi eylemleri ve bunların yarattığı duyguları değil, iç dünyaları, derinlikleri, bilinçdışı alanını da görebilmeliyiz. Günümüzdeki ben algısı böyledir ve bir yazardan da bu beklenir.

 

9.

Çünkü yazarların "ben" kipi kullanarak öykü anlatması öyle kolay olmamıştır. Hümanizma ortaya çıkana kadar üstün varlıkların, tanrının ve kahramanların diliyle konuşan anlatıcılık vardı ve yazı değil söz, retorik değil hitabet öne çıkıyordu. O yüzden eril ve kapsayıcı bir dil içinde, olsa olsa tanrısal olanın, mucizenin ve dinin anlatımı esas oluyordu. Burada kişinin benliği önemli değildi, günahkârdı. Anlatı ise tanrısal olana göre düzenlenmişti.

 

10.

Fakat Hümanizma ile birlikte söz tanrısal katmandan insan katmanına indi. Hikâye anlatılırken tanrının tanıklığına başvurmadan, yalnızca insanın başından geçenleri anlatma yolu keşfedildi. Decameron Hikayeleribunu yapmıştır.

 

 

10a

Hatta tanrısal olanı insanın merkezinden anlatmak da öne çıkıyordu artık. Ben demek bir başkalık ifade etmeye varıyordu. Bütünleşmeyi değil, ayrılığı ifade ediyordu. 

 

11

Ben demeyi ayıp sayan, benliğini bir büyük bütünün içinde yitirmeyi anlamlı bulanlar Kerem ile Aslı'yı, Leyla ile Mecnun'u yazdılar. Bu hikayeler aslında bireysel varoluşun tanrısal olanın bir parçası olduğunu, dağın taşın, kurdun kuşun bile tanrının hikayesini anlattığını ifade ediyordu. Oysa Dante tanrıyı bile anlatırken bir başka ölümlünün, Virgilius'un tanıklığına başvurdu. Shakespeare ise Ferhat ile Şirin'den Romeo ve Juliet'in yalnızca insanları ilgilendiren, tanrısal bir mucize barındırmayan hikayesini çıkarmıştı. 

 

11a

Sanat tanrıdan insana değil, insandan tanrıya uzanan bir yoldu artık. 

 

 

11b

İşte bu yüzden Goethe'nin Faust'u öğretiye meydan okumaktadır, ben'in başka bir duruşudur bu artık. Schiller ile dostluğu onun kentli ve aristokrat bir ben edinmesini sağlamıştır. Zaten 19. yüzyıl pikareskten klasiğe doğru evrilen roman sanatının da çağıdır; bu çağda ben'in kentli açılımları ve insanın iç dünyasının keşfi başlamaktadır. Anna Karenina, Suç ve Ceza ve Goriot Baba bu çağda yazılmıştır. Üstelik bilim insanlarının doğa olayları karşısındaki tarafsızlığı fark edilmiş, sanatçının ben dediği şey nesnelliğe evrilmiştir. Başka deyişle edebiyattaki nesnellik bilimsel laboratuvarların meşru çocuğudur.

 

12

İnsanın bilinçaltının keşfi de ben'le ilişkilidir. Freud'la birlikte, bütün eylemlerimizin bilinçli olmadığı, eylemlerimizi bilinçdışının da yönettiği gibi bir acayip çıkarımla karşılaşırız. 

 

12a

Ancak ne var ki gelişmeler her zaman iyilik yüklü olmuyor. İnsanlıkdışı dürtülerin, karanlık isteklerin ve acı çektirmenin işbölümü derinleşip uygarlık geliştikçe hayatımıza dolaysız girdiğini görüyoruz. İnsan şehirli oldukça başka insanlara zarar vermeye ve ben dediği şeyin hastalandığını anlamaya başladı.

 

12b

Ben değilken bireysel vicdana sahip olmayan insan en azından kolektif vicdana sahipti. Ben haline geldikten sonra, çok geçmeden kolektif vicdana aykırı düşen, ben yaptım oldu ile anlam bulan bir acımasızlığa doğru yürüdü.

 

 

13

Çok yakın zamanda bir dostumdan zenginlerin demans ya da başka hastalıklara yakalandığı zaman bundan kurtulmak istediklerini ama orta halliler ile yoksulların olayı daha çok kabullenen bir tarzda olaya yaklaştıklarını öğrendim.

Yani insan zenginleştikçe bireysel olarak var oluşundan daha çok zevk alıyor ve dünya nimetlerini terk etmek istemiyor. 

 

13a

Ben'in farkına varmakla bireyci faydacılığı benimsemek arasında bir bağıntı mı var acaba?

 

14

Başka bir dostumun yaşadıklarını anlatarak buna yanıt vereceğim: Arkadaşımın önemli ameliyatlar geçirdiği bir dönemiydi. Her operasyonda yaşamaktan ümidinin olmayabileceğini düşündüğünü, hayati tehlikeyi atlattıktan bir süre sonra bana anlatmıştı. Pandemi dönemiydi ve yaşamak aslında bir bakıma şans işiydi.

"Yaşamı yiğitçe terk edebilmek erdemdir" dedi bana, "Bunu böyle düşünebileceğimiz zaman geldiğinde öyle davranmalıyız."  

 

14a

Ne pahasına olursa olsun yaşamak düşüncesi belki ömrü uzatır ama uzayan ömrün yaşayana ait olmadığı kesinlikle söylenebilir.

 

 

15

İnsanın zaman algısı da onun ben denen içsel oluşumla ilgisini gösterir. Çocuklukta ölüm yoktur, çocuk ve tanrı aynı şeydir. O yüzden ben de bulunmaz çocukta. Daima anne ve baba vardır.

 

15a

Ergen de zamanı bilmez. Ölümü anlasa da başka benliklerin farkı hakkında düşünmemiştir. O nedenle daima başkalarının iç dünyası ona bilinmez yahut gülünç görünür. Ergenlik kendini tanrı sanan budalalığın çağıdır. Gelişmemiş insanların, bencillerin ve softaların sürgit ergenler olduklarını düşünüyorum. Bu dönemde ben fikriarkadaşlık ve çevre ile sınırlıdır.

 

15b

Birilerini vuran ya da yaralayan insanlar işitiriz. Ne kendilerinin cezaevinde geçireceği zamana acırlar ne de başkalarının benliğine. Bu durum asıl kendi benliği hakkında bir fikir sahibi olmamak demektir. Suç, çevreyi kuşatan algıya hesap vermek için işlenir. Böyle insanlar kuşatılmış bir sosyal benlik içinde yaşar. Bunların ben dediği şey herkestir.

 

15c

İti ite kırdıran nice azmanlar gördüm. Kendi çıkarları için şahin, başka çıkarlar için serçeydiler. Çok kurnazdılar. Onların ben dediği şey herkesten üstün olandı.

Yani kendilerini öyle görürlerdi.

 

15d

Böylece anladım ki ben denen kimlik katmanıyla kurulan ilişki hem zekâ hem de vicdan gerektirir.

Ben kalmak ve vicdan sahibi olmak iyi insan eyleminin tam karşılığıdır.

Bu da şu yaşadığımız çağda iyi bir çevreyle, sarıp sarmalayan eğitimli yetişkinlerle ve insanca okumalarla mümkün olan, çoğu zaman da aramakla bulunmayan bir şeydir.



Kitap-lık sayı 235

Ocak-Mart 2025

 

 

Bende Kalmasın 5



BENDE KALMASIN 5
Kapadokya'da Kimler Yaşadı?



Beşinci Bölüm özellikle burada daha önce yaşayanlarla ve bu toplulukların coğrafyada oluşturdukları değişikliklerle ilgilidir.

Bu bölümde Kapadokya'da dolaşarak bölgeyi anlatıyorum. Kapadokya'da kimler yaşadı, göçler sonucunda neler oldu? Moğolların ve Hititlerin Kapadokya tarihindeki yeri neydi?

Bilinmeyenler üzerinde durmaya çalıştığım bu bölüm ilgilenenlerin çok önemseyeceği türden.

İyi seyirler

İzleyenler için link aşağıda:


https://www.youtube.com/watch?v=sYVwXtH_mYQ

Paragraflar 5

 

 

 

 

 

KÖPEK


Victor Brauner 1956, (Paris Modern Sanatlar Müzesi 2014 G.Korat)


1.

Köpek bir hakaret ünlemidir, kimse köpek yerine konmayı istemez. Çünkü birine "köpeklik ettiğini" söylemek,"sen yaltaklanan, karaktersiz bir yaratıksın" demeye gelir. İnsanların köpekle ilgili benzetmelerinde hep aşağılama bulunur. Oysa aynı kişilerin köpekle ilgili anıları ayrışır: Bazıları nefret ederler köpekten; fakat bazılarının onların hakkında konuşurken bile gözleri yaşarır. 

 

  

2.

Annemin babası çobanmış. Bana köpekle ilgili pek çok iyi şey anlattı gençliğimde. En çok çoban çadırında ailecek kaldıkları yaylalar, köpeklerle ilgili anıları aklımda kaldı. Yavru köpeklerin şirinliklerini anlatışı da bir başkaydı. O yüzden köpekten hiç korkmaz ve hatta tüm köpekleri "aileden sayan" bir yakınlık gösterirdi. Şaşılası şey: İnsanın korkacağı büyüklükteki köpeklerin hırlayışına aldırmazdı hiç, onlarla bir insan gibi konuşur ve pamuğa çevirirdi. Onların soyuyla ilgili bir sırra ermiş gibiydi.

Sanırım en çok onun hayvanların insan sevgisindeki eşsizliği anlatışını unutamıyorum.

 

 

3.

Türkçeye "Sevginin Katıksızı" adıyla çevrilmiş bir Jack London romanı anımsıyorum. Bu romanı gencecikken okumuştum ve o zamandan beri bizi hiçbir çıkar duygusu gözetmeksizin sevenlerin hayvanlar ve bir de annemiz olduğunu anlıyorum. Bu bahiste babaları ayırdığım sanılmasın; bir baba olarak kızımı her şeyin üstünde ve amaçsızca sevdiğimin farkındayım. Fakat insanlığın genelinde fedâkar baba olmak ve çocuğunu çıkarsızca sevmek, anne olmaktaki adanmışlığın yanında biraz sönük kalır gibime geliyor. 

 

 

4.

Köpek, sevgi tarihimizin olduğu kadar korku tarihimizin de en çok konuşulan hayvanıdır. Akrabası kurtlar gibi, uzak bir söylence değildir: Köpek, yaşamımızda her an bulunuşuyla ya sevgi ya da korku uyandırır.

Jack London Vahşetin Çağrısı'nda saygı duyduğumuz, doğaya kökten bağlı onurlu bir köpeğin hikayesini anlatmıştır. Köpekle bilinçaltı ilişkimiz aslında budur: Günlük yaşamda beğenilmeyen ama tarihsel arka planına bakınca hayranlıkla izlenen bir varlıktır o.

  

 

5.

Dinlere ve söylencelere konu olmuştur köpek. Yedi Uyurlar’ın köpeği Kıtmir’i herkes bilir. Mitolojide üç başlı köpek Kerberos yeraltının belalı koruyucularından biridir. Avcı Artemis hep ünlü köpeğiyle birlikte düşünülür. Eski Mısır çağında Osiris’in simgesi köpekti. Ortodokslukta Köpek Kafalı Andrea nedeniyle özellikle Anadolu’da özel yeri vardır. Hatta bazı uyanıkların köpek iskeletini Aziz Andrea'nın kutsal kemikleri (ayia lipsanaları) diye dolaştırdıkları çok olmuştur.

 

 

6.

Dino Buzzati Tanrıyı Gören Köpek'te, bir köye uğrayan ermişi anlatır. Ermiş olayları anlatırken eski zaman hikayelerinin yapısına uyarak sanki oradaymış gibi konuşur. Bu yüzden köylüler ermişin tanrıyı gördüğünü düşünmeye başlarlar ama adam aniden ölür. Bunun üzerine ermişin tanrının yanındayken köpeğinin de orada olduğunu düşünerek köpeği bir aracı varlık gibi görmeye başlarlar. Bu durum bizim biraz "şeyh uçmaz mürit uçurur" deyişimize uygundur.

 

  

7.

Barak, Anadolu Şamanlığında doğurulmayan, yumurtadan çıktığına inanılan köpek cinsiydi. Atalarımıza göre Kerkes adlı varlık iki yumurta bırakırdı ve bu yumurtaların birinden kuş çıkardı öbüründen ise Barak.  Barak avcıydı, uzun tüylüydü. Uçan kardeşinin peşinden (belki de ruhları kovalayarak) dolaşır dururdu. Bu efsanevi köpek, ruhlarla bağlantı kurduğu zaman havlıyordu, o nedenle özellikle proto islam çağında bazı dervişlerin köpekle gezdiği, Baraklu adını aldığı bilinir. İlginç olan ise bark (havlama) sözcüğü ile Barak sözcüğünün benzerliğidir: Bu da bize Kelt druidlerinden kalma ritüellerin de tarihimize karıştığını işaret etmektedir. Anadolu’da Kelt yerleşiminden ötürü Danimarkalı gibi kızıl saçlı ve çilli insanların, Eskişehir, Ankara, Yozgat, Kırşehir ve Kayseri hattında dip, bambıl arı, peyik, hayli gibi Baltık denizinden geldiğini imleyen sözcükleri halen kullandığını anımsatmam gerekir.

 

  

8.

Çocukluğumda köylü kadınların köpek dışkısından yapılmış bir şeyi hastalara yedirdiğini işitmiştim. Bu iğrenç davranış Hititlerden kalmaydı ve köpek dışkısına birtakım bitkileri katarak oluşturulan macunu yaralara süren hekimler olduğu Akad ve Hitit metinlerinde varmış meğer. Mezopotamya inançlarında tanrıça Gula köpeğiyle yan yanaymış hep. Doğrusu Yunan uygarlığının neden bütün kültürlerin tepe noktasındaki bir kesişme olduğunu bundan bile anlamak mümkün ama, köpek dışkısına bu kadar önem verilmesine nicedir hiçbir anlam veremedim. Ne ki, günümüzde şeyhlerin çoraplarının suyunu içen, deve idrarında derman arayan fetişistlere bakarak üç bin yıl önce köpeğe tapınanları daha akıllı bulduğumu söylemeliyim.

 

 

9.

Çocukluğumda köpeklerin anlayışının yüksek olduğunu babamın bir köpeğe ekmek verdikten sonra, "Hadi bunları al git" dediği zaman anlamıştım. Köpek yemeyi bırakmıştı, çünkü babamın beden dilinin olumsuz olduğunu kavrıyordu. O nedenle bütün ekmekleri ağzına almaya ve ekmekleri götürmeye çalıştı, fakat yapamadı. Bu durumda babama ne yapayım der gibi baktığını anımsıyorum. Babam "Ye de kalanını götür" dedi, köpek bu sözleri de anlamış gibi oturdu, yedi ve kalan ekmeği götürdü. 

  

 

10.

Köpek, anlayışsızlığın kurbanı olur genellikle. Çocuktum, komşumuzun bahçesinde kazdan kediye, köpekten keçiye pek çok hayvan bulunurdu. O evin köpeği hayvanlarla hiç kavga etmeden yaşamaya alışık olduğundan, bizim kediyi gördü bahçede. Oysa bizim kedinin anıları yalındı, orada çoğu zaman kediler bile yoktu. Köpek bizimkini görünce sevinçle kulaklarını dikti, koşarak gelmeye başladı. Biliyordum, oyun oynamaktı niyeti. Fakat kedimiz maskeli bir haydutu andırıyordu, siyah beyazdı ve tatlıydı gerçekte. Köpeğin koşarak geldiğini görünce tanınmaz oldu, filmlerdeki kaplanlar gibi tısladı, kamburlaştı ve köpeğin düğme gibi burnuna öyle bir vurdu ki, zavallı hayvan bunun neden olduğunu bile anlayamadan ağlayarak kaçtı.

O gün bugündür, niyetimi anlamayan insanların bana da böyle davrandığını anladım. Yani demem o ki, bazı hayvan davranışları, insanlarınkiyle neredeyse aynıdır.

 

 

11.

İnsanların köpek sevgisi kadar, köpekleri sevmeyişleri de dinlerin konusu olmuştur. Şafiler köpeğe abdestliyken dokunmazmış, bir de kadın erkeğe değerse abdesti bozulurmuş. Doğrusu eskilerin konuya nasıl baktığını gösteren cinsiyetçi ve garip bir durum bu. Tüccarlıktan tarıma kaydıkça köpeğe bakış da değişiyor anlaşılan. Maliki mezhebi köpeği temiz bir hayvan olarak görüyor örneğin. Bu çelişki, bir zamanlar yerginin bile konusu olmuş görünüyor: Şair Nef'i'ye, Tahir Efendi adındaki bir kadı "köpek" diye hakaret edince cevabını (bu köpek sevgisindeki kargaşa yüzünden) ağır bir şekilde almışa benzer. Çünkü Nef'i Maliki mezhebinden olduğu için köpeğin temiz (tahir) olduğunu söyler ama bir yandan da Tahir Efendi'nin köpek olduğunu çok çelebice anlatır. Eğlenceli bir dörtlüktür bu:

 

Tahir Efendi bana kelp demiş

İltifatı bu sözde zahirdir 

Maliki mezhebim benim zira

İtikadımca kelp tahirdir

 

  

12.

Babam, bir seferinde bana askerliğini yaptığı zaman yaşadığı bir olayı anlattı: "Kuduz bir köpek vurdum" dedi üzülerek. "Jandarmaydım. Bu su kenarında oturuyorduk. Dev gibi bir kangaldı. Kuduz köpek suya giremediği için yağmurdan kalan göllenmiş suları dolaşarak geliyordu. Çaresiz tüfeğimi doğrulttum, vurdum hayvanı." 

Babam içtenlikle üzülüyordu. Çünkü "Kuduz köpeği görürsen unutamazsın" diyordu: Onun bambaşka, tanınmaz, kıyıcı ve ne yaptığını bilmez bir hale gelişine şaşıyordu. Çünkü kuduz, ben çocukken insanlığın kırsal bölgelerde henüz üstesinden gelemediği bir belaydı: Çok sevdiğiniz bir varlığın tanınmaz bir hale gelişi gerçekten de iç acıtıcıydı ve insanların da tıpkı köpekler gibi yırtıcı hale geldiği nice hikayeler duymuştum.

 

  

13.

En garibime giden şuydu: Yaşamında hiç kimseye saldırmayan, ısırmayan, tırmalamayan bir insanın kuduz olunca bilincini yitirmesi ve saldırganlaşması nedendi? Bu durum insanın bilincini yitirince köpeksi bir yırtıcılığa sahip olduğu anlamına mı gelirdi? O halde bütün yırtıcılar "bilinçsiz bir köpek" mi sayılmalıydı? Bu çocuksu düşünceler beni hayrete düşürür, olağanüstü bir keşif yapmış gibi, bu en yakınını bile tanımayan saldırganlığa bir anlam veremezdim. 

 

  

14.

Şüphesiz hayvanlar insanlarla tanıştıkça insansı kodları da anlamış ve değişim geçirmişlerdir. Fakat onların "vahşi" olarak tanımlanan yaşamda aklımıza sığmayan bir kötülük ve saldırganlık içinde yaşadığına bazen itiraz edesimiz gelir. Sırtlanları ve yaban köpeklerini sevmeyiz örneğin. Tehlikelidirler, akılla bir şeyi onlara açıklamanın yolu yok gibidir. Laf anlatılamaz, üstelik dinlemezler. Oysa hangi yırtıcı olursa olsun, onun yavrusu karşısında elimiz kolumuz bağlanır, bütün bebeksi varlıkların tanrısal yalnızlığı karşısında tanımsız bir iyilik yaşarız. 

Bu nedenle bize hangi nedenle saldırdığını bilmediğimiz köpekler gururumuzu incitir. "Ben saldırılacak insan değilim, ben kötü biri miyim ki saldırıyorlar" gibi şeyler düşünürüz. Onları çok iyi bulsak bile orman yasalarının kesinliği yüzünden hayvan yaşamını itici bulduğumuz da olur. 

 

 

14a

Bir keresinde benim kedi sevgime bakarak dostlarımdan birinin Midas'la nasıl da böyle içli dışlı olabildiğimi merak etmişti, "Bir gün bu hayvan kudurur ve seni ısırırsa" diyordu, "O zaman ne yapacaksın?"

O zaman anladım ki "kudurmak" bazı insanların zihninde hayvanın içinde saklı duran bir vahşettir, insanlar arasında kuduzun mikrobik bir şey olduğunu bile düşünmeyenlerin çokluğu şaşırtıcıdır. Belki de bu, Anadolu'daki eski inançların bir tortusudur, bilemem.

 

 

15.

Hayvanların sevgi konusundaki üstünlüklerini bilir ve hissederiz. Başka insanlara hep onların iyiliğini kanıt gösteririz. Buna karşı, hiç de dostça davranmayan, ne zaman ısıracakları belli olmayan "laboratuvar köpekleri"ni örnek gösterenler hiç de haksız değildir. Doberman ve Pitbul gibi saldırganlığı apaçık teşhir eden hayvanların sahibinden başlayarak çevredeki bütün canlılara zarar verebildiği bilindiğinden köpek sevgisi adeta bir tasarım olarak yok edilmişe benzer. Hep şaşarım: Bir insan böylesine tehlikeli bir varlıkla niye dostluk eder? Ankara'da bir komşum vardı, Pitbul'la gezerdi ve yüzü gözü estetikle düzeltilmiş, tehlikeli yaraları atlatmış olduğunu adeta bağırırdı. Meğer Pitbul'un eseriymiş bütün bunlar. Yine de onunla yaşamayı sürdürürdü, çünkü anladığım kadarıyla belalı bir yaşamı vardı. 

Üzerinde kolayca laf edilecek bir şey değildir bu. Yine de bir şey söylemek gerekirse, böyle bir davranışın güvenliği bile aşan, tehlikeyle özdeşleşen karmaşık bir ruhsal duruma işaret ettiğini akılda tutmak gerekir.

 

15a

Sonuçta pek çok kişi insana saldıran olumsuz örnekleri düşünerek hayvanların yaşam hakkını elinden almayı hak görüyor. Oysa hayvanların dostluğuna yaslanan her kişi iyimser olur, candan gülümsemeyi, şarkı söylemeyi, yüreğini sınırsız açmayı öğrenir. Bu laboratuvarda yetiştirilen hayvanlar için bile böyledir ama yine de bir türü insan eliyle bozmaya karşıyım ben. Kangal veya Akbaş gibi dostluğuna şaştığımız doğal varlıklar yanı başımızdayken, laboratuvarda güç ve saldırganlık için köpek üretmek, gerçekte iyi niyetli bir çaba sayılamaz.

 

 

15b

Çinlilerin laboratuvarda "modifiye" köpekler üreterek onların akıllı olmalarını sağladıkları bir çağda, yapay zekâ ile desteklenmiş yaşamımızın bildiğimiz alışkanlıkların ötesine taşınacağı ve köpekleri duyguyla değil de akılla çevremizde toplayacağımız yeni bir sürecin başlayacağını da akılda tutmak gerekir. Laboratuvar canlıları konusundaki ahlaki duruşun sınırları üzerinde derhal düşünmeye başlasak yeridir.

 

 

16.

Sevgi ve akıl. Bu ikilinin yan yana gelişinde daima bir sorun vardır. Çünkü sevgi de akıl da duyguyu başka türlü tanırlar. Biz insan olarak aklın değil de sevginin duyguyla ilişkisini daha çok hissetmek isteriz. İnsanlığın köpek sevgisinde bunun payı çoktur. Oysa akıl duygusuz olabilir; çoğu kez de duygudan arındığı için ölümcül davrananların aklının duygulardan yüksek olduğu sonucuna varırız. Laboratuvardaki gelişmeler duygudan çok aklı hayatımıza çağırır. Bilmek her zaman heyecansal tepki göstermekten daha iyi görülmüştür. 

 

16a

Oysa İnsanlığın bilmek kadar önemli bir niteliği de duygulanmaktır.  Bu nedenle ne zaman mitolojilere baksam orada hayvanların özündeki iyiliğe inanarak tanrıların düşlendiğini görürüm: Kuş başlı, kurt gövdeli, şahin gibi atak, kerberos gibi üç başlı, aslan gibi, kartala benzeyen, pençeli, gagalı, uçan tanrılar insandan başka nitelikleri düşleyerek yaratılmıştı.

"Akılsızlar" ve "insanın hizmetindekiler" de tanımlanmıştı örneğin, bunun başını koyunlar ve inekler çekiyordu.

 

16b

Yaşadığımız çağ, eskiden tanrısal sayılan pek çok hayali tasarımı akılla yaratacak hale gelmiştir. Filmlerden tutun laboratuvar hayvanlarına kadar her varlık, tanrısallıktan uzak tutulmuştur. İneklerin ve koyunların eskiden tanımlandığı gibi aptal değil de zeki olabildiklerini, bunun propagandadan ibaret olduğunu yeni gelişmeler ışığında anlıyoruz. Eskiden tanrılar hayvanların insanlara kayıtsızlığı kadar uzaktı, o yüzden tapınılası özellikler içeriyordu. Oysa şimdi hayvanlar uzaklaşıp zeka ile yükseliyor. Yapay zeka gibi bir yapay gen dizilimiyle yeni canlıların üretildiği bir çağa girdik. Fakat burada yine de ideolojinin bir ürünü olarak "Bazı hayvanların daha az eşit" olduğunu anlatan Orwell'ın distopyası yolunda zorlayıcı gelişmelerin devreye girdiğini de düşünebiliriz. 

 

16c

Yani bazı canlılar insanların genleriyle oynayabildiği köleler haline geldi. Üstelik artık hayvanların hiçbir tapınılası ve üstün niteliği yok: Uçabiliyoruz, uzaktan görüntüler getiriyoruz, binlerce kilometre ötedeki insanlarla konuşuyoruz ve bu yüzden yalnızca hayvanların zarar verebildiği yalıtılmış, pamuklularda uyuyan, ölüme şaşan ve bir hayvandan zarar görünce taşıdığı tenin doğaya olduğunu hayretle anımsayan kişilere dönüştük.

Bu nedenle öznel olarak iyi olsak da objektif olarak iyi değiliz.

 

 

17.

Köpeklerin insandan üstün bir iyiliğe sahip olduğunu ilk kez filozof Diyojen öne sürdü. Sinizm adı verilen bu akım Yunanca "Kinos" kavramından türemiştir: Kinos, köpek demektir. Diyojen adı da takma olabilir çünkü Diogenes "iki analı" anlamına gelir ve sanırım Diyojen bir annem de köpeklerdir demeye getiriyordu. Böyle düşünmesinde şaşılacak bir şey yok, çünkü büyük bilgenin köpeklerin birbirinin sırtına binip gezmediğini, başkalarına gözyaşları içinde bir şey örmediğini ve satmadığını, üstelik başka bir varlığı köle etmediğini düşündüğünü hayal ederim hep. Bu nedenle "insan" arardı Sinop sokaklarında. Yaşadığı çağda gelişmeye başlayan ahlak felsefesinin temelinde duran eşitsizliğe vurgu yapardı. 

 

 

18.

Köpeğin eşsizliği, sevgisindedir. Bir insan, ondan daha fazla sevgi dolu canlıya rastlayamaz. Daha zeki olduğu halde maymunlar suratsızdır; kediler görsel bir şölen gibidir ama köpek gibi ayan beyan sevgiyi dışa vuran bir yüzleri yoktur. Diğer hayvanların insanla bir arada yaşadıkça insanlaştığı ve çok eğlenceli oldukları tartışmasızdır ama köpeği bunların en başına yerleştirebiliriz.

 

 

19.

Doğrusu şakacı koyunların, sevgi dolu atların, şakacı keçilerin ve bakmaya doyulmaz eşeklerle onların sıpalarının insana gerçek anlamda mutluluk verdiğine şüphem yok. Ne yazık ki insan tutku dolu inekleri besleyip kesiyor, atları uzakdoğuda yiyorlar, ne kadar inanmasak da köpeklerle kedileri de Çin'de yedikleri çok yaygın bir düşünce olarak görünüyor.

 

 

20.

Başka bir canlıyı öldürerek hayatta kalmak bir gün "alt düzeyde bir yaşam kültürü" olarak tanımlanacak. Bundan eminim. İnsanlığın gelecek büyük hayat atılımında bugünkü insanlık alt düzeyde bir uygarlık seviyesindeki varlıklar olarak anılacak. Bu nedenle sevgiyi öldüren bu çağda yaşadığım için bazen öfkelenirim. Fakat bu sevgisiz çağın, böyle giderse yapay şehirleri ve hayatı yok eden betonlarıyla hayat atılımı yapacak büyük insanlığa hayat hakkı bırakmayacağı aklıma gelir ve o nedenle gelecekte doğamayacağımı da düşünürüm. Yaşamak bir kazançtır, ona bakmalı. 

 

 

20a

Köpekler insanları ısırdığı için onları zehirleyen insanın acımasızlığı ne büyük! Oysa sen inekleri, koyunları, atları kıyma makinesinden geçiriyorsun. Develeri bağırta bağırta kesiyorsun. Bunu düşünerek diyorum ki, insanlığın ve gezegenin geleceğinde böyle bir vahşilik olmayacak. 

 

20b

İnekleri ve koyunları beslemek için kurulan endüstri şimdi ortadan kalkarsa vahşetin sona ermesinin bedeli müthiş bir işsizlik ve yok oluş olabilir. Bu durum tıpkı birinci yüzyılda Hieron'un buhar makinesini bulduğu halde bunun unutturulmasına benziyor. Buhar makinesi işe yarar hale gelinceye kadar bin beş yüz geçti. O nedenle James Watt tarafından üç yüz yıl önce geliştirildi. Bizim, insanlık olarak beslenme yolumuzu değiştireceğimiz bir geleceğin kapılarından girdiğimiz de söylenmeli. Bu nedenle başkalarının ölmesi karşılığında yaşamaya devam etmeyeceğiz, bir gün köpekleri ve tüm canlıları "hayvan hakları bildirgesi" yayımlayarak bağrımıza basacağız.

 

 

 YKY Kitap-lık

 Sayı 235 Kasım Aralık 2024



BENDE KALMASIN 4



Bende Kalmasın 4'te Kapadokya kiliselerindeki resimlerin anlamlarını ve yapılış özelliklerini anlattım. O nedenle Kapadokya'nın tarihsel bezeme özellikleriyle ile ilgili temel olarak öğrenilecek bir şeyler varsa bu bölümde yer alıyor.

Link burada.

Abone olmayı unutmayın.

 https://www.youtube.com/watch?v=ez_qGPo7aT4&t=14s