Ülkemiz tarihinde biri Karamanoğulları Beyliği, öteki ise Karaman Beylerbeyliği olmak üzere iki “Karamanlı” vardır. Bunlardan ilki Selçuklu ve Osmanlı ile çarpışan asi bir beylik, öteki ise Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı siyasi bir bölgedir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun geç dönemlerinde veya cumhuriyetin ilk yıllarında “Karamanlı” dendiği zaman çoğu kez Türkçe konuşan Hıristiyanlar kastedilirdi. Buna özellikle edebi yapıtlarda tanık oluruz.
Hal böyle olunca Karamanlı olmanın ne anlama geldiği konusunda bir kargaşa yaşandığı söylenebilir.
Karamanoğulları
Anadolu tarihinin en ele avuca sığmaz beyliği sayabileceğimiz Karamanoğulları, iki yüz yılı aşkın uzun ömrünün yanı sıra, siyaseten oynadığı rol nedeniyle de azımsanmayacak derecede önemlidir.
Karamanoğullarının hükümran oldukları bölge tam olarak neresiydi? Bunu, tarih içinde ortaya çıkan değişiklikler nedeniyle bir bütün olarak göstermek zor; ama sınırlarının içinde değişik zamanlarda Anamur, Niğde, Karaman, Ermenek, Konya, Kayseri, Seydişehir, Aksaray ve İçel’in yer aldığı biliniyor.
Karamanoğulları 1473’te yıkıldığı zaman Osmanlı tahtında veraset iddiasında bulunan, Venedikliler, İlhanlılar ve Akkoyunlular ile işbirliği yapan bir siyasi gücün de sonu gelmiş oldu.
Karamanlı tarihçisi Şikari’ye göre Karamanlıların ataları Azerbaycan ve Arrân’da oturan boylardı ve Moğol istilası üzerine Sivas yöresine inmişler, Baba İshak ayaklanmasına katıldıktan sonra Ermenek-Mut yöresine yerleşmişlerdi.
Baba İshak olayı ile ilgili genel kanı, bu isyanın Selçuklu’yu zayıf düşürdüğü ve bunu gören Moğolların Anadolu’ya girebildiğidir. Öyle anlaşılıyor ki, Moğollar ve Baba İshak asileri birbirini güçlendiren iki etken olarak Anadolu’da yayılmıştır. Selçuklular Baba İshak isyanını Kıbrıs Frank Krallığı’ndan kiralanan dört bin zırhlı askerle bastırınca isyancılar darmadağın bir halde Toroslar’a çekilmişler, Moğollar ise yorgun ve borçlu Selçuklu Sultanı’nı tam da bu güçlükler altındayken sıkıştırmayı başarmışlardır.
Selçuklular bu olaylar patlak verdiğinde en parlak dönemlerini yaşıyordu. Selçukluların mimari atılımı, şüphesiz Türk tarihindeki en önemli sanatsal çıkışlardan biridir. Bu parlak yıldız, doğudan gelen ve Selçuklu’nun Anadolu’da kurduğu ticaret düzenine el koymak isteyen Moğollar tarafından kısa bir sürede söndürüldü. Karamanlılar ise hem Moğollardan kaçtıkları, hem de Selçuklu tarafından hırpalandıkları için, isyancı ve ayrıksı kalmayı sürdürdüler.
Nasıl oldu da küçük bir boy, Moğollara ve Selçuklu’ya rağmen kendini böylesine öne çıkartabildi? Bu sorunun yanıtı Memlûklarda gizlidir. Ayn Calût’ta Moğolları perişan eden ve bundan cesaret alarak Anadolu’ya giren Memluk Sultanı Baybars, Karamanlılara cesaret verdi. Bunun üzerine Toroslara yuvalanmış, Ermenek’te beylik kurmuş olan bu beylik, biraz da intikam duygularıyla olsa gerek, Konya’yı kuşattı, Selçuklu Sultanı Keykavus kaçtı ve Latin işgalinden yeni kurtulmuş olan İstanbul’a sığındı. Çünkü Keykavus ve Palaeologos, hanedan evlilikleri nedeniyle akraba olmuşlardı.
Moğollar hemen imdada yetişip kısa sürede Konya’yı geri aldılar, ancak İstanbul’a sığınan Keykavus’un Memluklarla işbirliği içinde olduğundan şüphelenerek tahtın öbür varisi Rükneddin’i desteklediler.[1]
Karamanlılar bir baskın yaparak, Moğolları bile hiçe sayarak Selçuklu tahtını ele geçirdiler ama bu durum “dağdan gelip bağdakini kovmanın” tam karşılığı idi. O dönemin “yasaları” ve mantığına göre tahta yalnızca Selçuklu soyundan birisi oturabilirdi. Karamanlılar bunun üzerine bir yalan uydurdular ve tahta Cimri adındaki bir kişiyi geçirerek bu kişinin o sırada Kırım’da bulunan Keykavus’un oğlu Siyavuş olduğunu iddia ettiler. Otuz yedi gün süren bu olay, sultan naibi Sahib Ata’nın müdahelesi ile son buldu, Karaman Beyliği yeniden Ermenek’e çekildi.
Konya ele geçirildiğinde Karamanlıların yöneticisi olan Mehmed Bey’in “Bundan sonra divanda ve mecliste Türkçe konuşulsun” buyruğunu[2] Türkçe konuşan Hıristiyanlarla ilişkilendirmek tümüyle yanlıştır. Çünkü Karamanlıca bu tarihten yaklaşık üç yüz yıl sonra ortaya çıkmıştır.
Öte yandan bu fermanı bir ulusal bilinç göstergesi saymak da şaçmadır. Selçukludan ve onun İranlı yöneticilerinden nefret edenlerin, elbette saray bürokrasisini yerle bir ettikten sonra bunu söylemeleri duygusal bir tepkiye benziyor. Çünkü “millet” kavramının olmadığı bir çağda “millet bilinci”nden söz ederek anakronizmaya düşmek saçmadır. “Neden olmasın?” denemez, çünkü bu Müslümanlığın ortaya çıkmasından önce Müslümanların varlığından söz etmekten farksızdır.
Zaten işlerin devamına bakmak bile olayı anlamaya yeter: Bu otuz yedi günlük iktidar döneminde bile devlet işlerini Türkçe yazarak yürütecek bir kadro olmadığı için zaten bu çıkışın boşa gittiği, İran kökenli bürokrasinin de yine her zamanki gibi yine Farsça yazdığı İslam Ansiklopedisi’nden anlaşılıyor.
1308 yılı Konya Sultanlığı’nın sonudur; son hükümdar III. Giyaseddin Mesut Kayseri’de öldü Selçuklu tarihinin son noktası bu şehirde kondu. Bu olaydan sonra Anadolu’da İlhanlı, Akkoyunlu ve Karamanlı devletlerinin sırasıyla çok etkili olduğu bir süreç başladı. Osmanlıların kendi geleceğini Anadolu yerine Balkanlar’da aramasında yalnız Timur İmparatorluğu’nun değil, Akkoyunlu ve Karamanlı devletlerinin de etkisi olduğu unutulmamalıdır. 16. yüz yıla gelindiğinde, Bursa’dan Macaristan’a kadar uzanan bir alanda, Anadolu’dan daha fazla klasik Osmanlı mimarlığının izleri görülüyorsa, bunun başka nasıl bir nedeni olabilir? Anadolu uzun süre Osmanlıların olamamış, Osmanlı da buraları 16. yüzyıla kadar bataklık olarak görmüş gibidir. “Anadolu korkusu” Timur İmparatorluğu’nun yıkılması, Şah İsmail’in yenilmesi ve Mısır’ın ele geçirilmesiyle bitmiştir.
1400 ortalarında, Osmanlıların Anadolu’daki en dişli rakibin Karamanlılar olduğuna şüphe yoktur. 1442’de Osmanlıların Macar seferi, Karamanlıların Anadolu’daki Hıristiyan beyleriyle ittifak yaparak Ankara ve Kütahya’ya kadar yağma hareketine girişmesi sonucu kesildi. Sultan Murad, Irak’taki İslam büyüklerine başvurarak Karamanoğulları hakkında fetva istedi ve dört mezhebin uluları bu isteği onayladı ama Osmanlılar Balkanlar’da bozguna uğrayıp Varna’ya kadar gerilediler.
Kızgın Osmanlı padişahı hışım gibi Karamanoğlu İbrahim’in üzerine yürüdü ve püskürttü. Ancak bir tahterevalli oyununa benzeyen askeri denge Osmanlı aleyhine Balkanlar’da bozulmaya devam etmekteydi; bunun üzerine Sultan Murad Karamanoğlu İbrahim’in anlaşma isteğine uydu; Akşehir, Seydişehir ve Beyşehir’i bırakarak çekildi.
Yenilgiden sonra pek de fena sayılmayacak olan böyle bir anlaşmayla güç bulan İbrahim Bey, Göksu Nehri’nin denize döküldüğü bölge olan Korykos’u alarak Kıbrıs Frank Krallığı’nın Anadolu kıyılarıyla bağlantısını kesti. Burası Hospitaler tarikatinin egemenliği altındaki bir bölgeydi. İbrahim Bey Osmanlıların en büyük rakibi Venediklilerle de anlaşarak onlara geniş ayrıcalıklar verdi.
İbrahim Bey 1464’te öldüğünde sürekli hak iddia ettiği Osmanlı tahtını ele geçirmek şöyle dursun, kendi oğullarının Karamanoğulları tahtı üzerindeki çatışmasını bile engelleyecek bir düzen kuramamıştı. Osmanlılara karşı gerçek bir diplomasi cambazlığı siyaseti geliştiren Karamanoğlu beyinin ölümü, Karaman Beyliği’nin de ölümü anlamına geliyordu.
Karaman Beylerbeyliği
1464’te ölen son büyük Karamanlı beyi İbrahim, Sultan Murad’ın kızlarından biriyle evliydi; siyaseten rakip olsa da hukuken Osmanlılarla akrabaydı. Oğulları, İbrahim Bey’in ölümünden sonra, Osmanlılarla tüm bağları koparıp Akkoyunlularla işbirliği yaptı ve Fatih Sultan Mehmed 1472’de bu karışıklığı gidermek üzere doğuya yürüdü. Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan yenildi, Davud Paşa Karaman’ı ele geçirdi ve Karaman isyancıları Toroslara çekildi.
Böylece Osmanlılar Karamanlıların varlığını sona erdirmiş oldu; Karaman Beyliği’nin sahip olduğu bütün topraklar Beylerbeyliği statüsüyle merkeze bağlandı. Ancak merkez artık Larende (Karaman) değil, Konya idi. Bunun hem sembolik, hem de siyasal açıdan önemi büyüktür, çünkü Karamanlıların yüz yetmiş yıl boyunca almak için çabaladığı, zaman zaman ele geçirse de kovulduğu bu kenti Karaman Beylerbeyliği haline getirmek bir güç gösterisi olarak düşünülmüş olmalıdır. Üstelik bu şehir bir şehzade şehri olarak da seçilmiş olmalı ki, Fatih’in en gözde oğlu Cem Konya’da yetiştirildi.
Gene de bu, Konya ve çevresinin Osmanlılar için güvenli olduğu anlamına gelmedi. Kanımca ilk nüfus mübadelesi bu tarihte gerçekleştirilerek Karamanoğulları tebaasının önemli bir bölümü Balkanlara sürüldü. Başıbozuk ve isyancı kalabalıkları Balkanlara sürmenin onları dağıtmak ve yalnızlaştırmak gayretinden doğduğu akla gelebilir. Ancak Osmanlıların kaygan bir zemin üzerinde durdukları Balkanlar'daki Hıristiyanları da Anadolu’ya sürerek bir taşla iki kuş vurdukları akla getirilmelidir. Bu Helenistik siyaset tarzı, İskender’in büyük devletlere öğrettiği bir yönetim formülüdür. Bunun sonucunda Balkanlar'da daha çok Bektaşilik gelişti, çünkü sürgüne gönderilen Karamanlı tebaası içinde Haydarilik gibi Horasan Melametiliğine yakın unsurlar ağırlıktaydı. Öte yandan Anadolu’da da Ortodoksluk ağırlık kazandı. Ne var ki buraya sürgün edilen Ortodokslar kendi aralarında bile anlaşma zorluğu çeken Sırp, Bulgar, Vlah, Elen unsurlardan oluştuğu için kendi aralarında anlaşmayı Türkçe ile sağladılar. Tuhaf bir biçimde Balkan Hıristiyanlarının Anadolu’daki Lingua Franca’sı o zamanın Türkçesi oldu.
Bunları yalnızca çıkarımlar yaparak söyleyebiliyorum. Bunlarla ilgili tarihsel kayıtlar bulunursa daha kesin bir şeyler ortaya konabilecektir.
Karamanlıca dediğimiz Yunan harfleriyle Türkçe yazma çabalarının, eldeki bilgilerden hareketle kesin olarak kiliseden doğduğuna eminim. Karamanlıca dinsel gerekçelerle doğmuştur. Çünkü ortaçağda yazı ile din arasında sıkı bir bağ vardır. Girit Müslümanlarının hiç Türkçe bilmedikleri ama Arap alfabesiyle Yunanca yazdıkları, yine Osmanlı Ermenilerinin de Ermeni harfleriyle Türkçe kitaplar bastıkları bilinmeyen şeyler değildir.
Karamanlıca dediğimiz Yunan harfleriyle Türkçe yazma çabalarının, eldeki bilgilerden hareketle kesin olarak kiliseden doğduğuna eminim. Karamanlıca dinsel gerekçelerle doğmuştur. Çünkü ortaçağda yazı ile din arasında sıkı bir bağ vardır. Girit Müslümanlarının hiç Türkçe bilmedikleri ama Arap alfabesiyle Yunanca yazdıkları, yine Osmanlı Ermenilerinin de Ermeni harfleriyle Türkçe kitaplar bastıkları bilinmeyen şeyler değildir.
1718’de Amsterdam’da basılan Gülzar İmanı Mesihi adlı kitap, B. Adında bir papaz tarafından yazılmıştır.
Adalialı Serafim’in 18. yüzyıla ait “Cemii Anadol etrafında sakin olan Hıristiannara” yönelik vaaz kitabı bu konudaki çalışmaların eskiliği bakımından ciddi bir örnektir. Yine Adalialı Serafim’in Psalterion kitabı Venedik’te 1782’de basılmıştır. 1826’da İstanbul’da De Kastro Matbaası’nda basılan Karamanlıca kitabın adı bile dikkate değerdir: “Rabbi İsa El Mesih’in Ahdi Cedidinin Yunani Lisanından Türk Lisanına Tercümesi”
Kayseri Metropoliti Paisios’un bu şehirde ilk matbaayı kuran kişi olduğu düşünülürse, neden Karamanlıca ile kilise arasında bir bağ kurmak gerektiği anlaşılacaktır. Paisios’un 1839’da basılan “Doğru Dinin Talimi” adlı çevirisi Moskova metropoliti Platon’un kitabından yapılmıştır. Bu kitaptaki dil, Karamanlıcanın yapısını bize gösterecek niteliktedir:
“Bazı taraflarında birkaç tenzil ve kitabıng maksadına mugair olmayan tedbilliklerinen okuyanlarıng kolay ağnaması içün”
1924 yılına gelindiğinde çok trajik bir nüfus mübadelesi yapıldı. Anadilleri Türkçe olsa da, yalnızca Hıristiyan oldukları için yedi yüz binin üstündeki Anadolulu Rum Yunanistan’a gönderildi. (Savaş nedeniyle kaçanlar da buna eklenince Yunanistan’a giden göçmen sayısı bir buçuk milyonu buldu) Bunun karşısında anadilleri Yunanca olan dört yüz elli bin Müslüman göçmen kabul edildi. (1878’den beri Anadolu’ya kaçan veya Balkanlarda öldürülen 4 milyonun üzerindeki Müslüman hariç.) Böylece sanki yüzyıllar öncesindeki ilk mübadelenin karşılığı gerçekleştirilmiş ve bir kez daha pek çok taş yerinden oynatılmış oldu.
Denebilir ki Türkiye, Balkan ülkeleri ve Yunanistan, aslında etnik olarak başka boylarla karışmış ama dinsel bakımdan aynılaştırılmış “ulus devletler”dir. Bugün ülkemizde büyük çoğunluğun dedesinin dedesine kadar uzanan bir aile soykütüğünü elde edemeyişi, bu topraklarda yaşadığımız kargaşanın bir göstergesi değilse, nedir?
Tarihe bakarken salt “onlar” ve “biz” kategorisinin basitliğiyle değil, “biz” kim, “onlar” kim, diyalektiğiyle bakma gereğini, Karamanlıların tarihini inceleyenler görecektir.
Bu yazı ilk kez yayımlanmaktadır.
Adalialı Serafim’in 18. yüzyıla ait “Cemii Anadol etrafında sakin olan Hıristiannara” yönelik vaaz kitabı bu konudaki çalışmaların eskiliği bakımından ciddi bir örnektir. Yine Adalialı Serafim’in Psalterion kitabı Venedik’te 1782’de basılmıştır. 1826’da İstanbul’da De Kastro Matbaası’nda basılan Karamanlıca kitabın adı bile dikkate değerdir: “Rabbi İsa El Mesih’in Ahdi Cedidinin Yunani Lisanından Türk Lisanına Tercümesi”
Kayseri Metropoliti Paisios’un bu şehirde ilk matbaayı kuran kişi olduğu düşünülürse, neden Karamanlıca ile kilise arasında bir bağ kurmak gerektiği anlaşılacaktır. Paisios’un 1839’da basılan “Doğru Dinin Talimi” adlı çevirisi Moskova metropoliti Platon’un kitabından yapılmıştır. Bu kitaptaki dil, Karamanlıcanın yapısını bize gösterecek niteliktedir:
“Bazı taraflarında birkaç tenzil ve kitabıng maksadına mugair olmayan tedbilliklerinen okuyanlarıng kolay ağnaması içün”
1924 yılına gelindiğinde çok trajik bir nüfus mübadelesi yapıldı. Anadilleri Türkçe olsa da, yalnızca Hıristiyan oldukları için yedi yüz binin üstündeki Anadolulu Rum Yunanistan’a gönderildi. (Savaş nedeniyle kaçanlar da buna eklenince Yunanistan’a giden göçmen sayısı bir buçuk milyonu buldu) Bunun karşısında anadilleri Yunanca olan dört yüz elli bin Müslüman göçmen kabul edildi. (1878’den beri Anadolu’ya kaçan veya Balkanlarda öldürülen 4 milyonun üzerindeki Müslüman hariç.) Böylece sanki yüzyıllar öncesindeki ilk mübadelenin karşılığı gerçekleştirilmiş ve bir kez daha pek çok taş yerinden oynatılmış oldu.
Denebilir ki Türkiye, Balkan ülkeleri ve Yunanistan, aslında etnik olarak başka boylarla karışmış ama dinsel bakımdan aynılaştırılmış “ulus devletler”dir. Bugün ülkemizde büyük çoğunluğun dedesinin dedesine kadar uzanan bir aile soykütüğünü elde edemeyişi, bu topraklarda yaşadığımız kargaşanın bir göstergesi değilse, nedir?
Tarihe bakarken salt “onlar” ve “biz” kategorisinin basitliğiyle değil, “biz” kim, “onlar” kim, diyalektiğiyle bakma gereğini, Karamanlıların tarihini inceleyenler görecektir.
Bu yazı ilk kez yayımlanmaktadır.
Başvuru Kaynakları
Janos Eckmann Anadolu Karamanlı Ağzına Ait Araştırmalar AÜ DTCF Dergisi Cilt VIII sayı 1-2 Mart Haziran 1950
Claude Cahen Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, Çev. Yıldız Moran, e Yayınları İstanbul 1979
İ.Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri, TTK Yayınları VIII, İstanbul, 1989
İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları Cilt 24 ss 454-462
Şikari, Karamanoğuları Tarihi, Yeni Kitap Basımevi Konya 1946
Şikâri, Karamannâme, Zamanın Kahramanı Karamanilerin Tarihi, (ed.) Metin Sözen, Metin Sakaoğlu, ÇEKÜL, İstanbul, 2005
İ.Hakkı Konyalı, Abidelerle ve Kitabelerle Karaman Tarihi, Baha Matbaası Ankara 1967
Zeynep Korkmaz Türk Dili Üzerine Araştırmalar TDK Yayınları Cilt I s.248
[1] Keykavus’un daha sonra buradan ayrılıp güç toplamak amacıyla Kırım’a doğru gittiği biliniyor. Hatta şimdiki Gagavuzların Keykavus’un soyundan geldikleri söylencesini bu yolculuğa dayandıranlar vardır.[2] Osmanlı kaynaklarına göre 13 Mayıs 1277 tarihli ferman şöyledir: “Şimden girü hiç kimesne kapuda ve divanda ve mecalis ve seyranda Türki dilinden gayri dil söylemeye. Defterler dahi Türkî yazıla.”İ.Hakkı Konyalı, Abidelerle ve Kitabelerle Karaman Tarihi, Baha Matbaası Ankara 1967
Zeynep Korkmaz Türk Dili Üzerine Araştırmalar TDK Yayınları Cilt I s.248
KARAMANLICA
Türkçe cümlelerin Yunan alfabesi kullanılarak yazıldığı yazı dilidir. Aslında bu yazı dili tümüyle Yunan harflerine dayanmaz; Latin ve Kiril harfleri de zaman zaman göze çarpar.
Karamanlıca yazıyı Türkçe yazıya çevirmede (transkripsiyonda) unutmamak gereken bazı noktalar vardır; yazının yazıldığı bölgenin yerel Türkçesini bilmek ve özellikle kitabelerin “sözcükler arasına boşluk koymadan” yazıldığını unutmamak gibi.
Karamanlıcanın Yunanca olduğu iddiası temelsizdir, Yunan kültürüne ait olduğu da safsatadır, çünkü bu yazıyı Türkçe bilen bir Yunan okuyamayabilir. Sekiz yüz yıl Arap harfleriyle yazan Türklerin kültürü nasıl Arap kültürü olmuyorsa, dört yüz yıl boyunca Yunan harfleriyle Türkçe yazmış Hıristiyanların kültürü de Yunan kültürünün malı olmaz.
Karamanlıca’da yazım birliği yoktur. Bölgeden bölgeye harf stilleri, harflerin içerikleri değişebilir veya yalnızca bir bölgede kullanılan harfe rastlanabilir. Bu açıdan Niğde Yeşilburç Köyü Ayios Theodoros Kilisesi yazıtı çok tipiktir: Yalnızca burada “i” sesi haç işareti kullanılarak verilmiştir.Ayrıca yerel söyleyiş tarzı çok belirgindir: Sille yazıtında “şefaati ile” ifadesi “şefaatıylan” biçiminde gösterilmiş, “hak taala” yerine “hak taale” yazılmıştır.[1] Yine Kayseri Endürlük’teki yazıtta “bin” rakamının ifadesi tam da Kayserililer gibi nazal n söylenişi ile yazılmıştır: Binn (BIGG).
Karamanlıcada yazım birliğinin olmayışının nedeni bu yazının belli bir ortak eğitimden geçen kişiler tarafından değil, kişisel çabalarla öğrenilen bir yazı oluşundandır. 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar örgün eğitim çok az olduğu için, nüfusun büyük çoğunluğu okuma yazma bilmiyor, bilenler de okuyup yazmayı ağırlıklı olarak din eğitimi veren kuruluşlarda öğreniyordu.
Karamanlıca da tam bu noktadan doğmuş gibidir; Kilisenin dua kitabı gereksinmeleri bugün Karamanlıca dediğimiz ve artık tarih olmuş o yazım tarzının nedenidir.
Yunan harfleriyle Türkçe yazmanın tarihi sanıldığı gibi pek yeni değildir. İstanbul Patriği Gennadios’un Fatih’e sunduğu Türkçe itikatname (bağlılık mektubu) Yunan harfleriyle yazılmıştı.[2]
“Karamanlıca” sözcüğünü “Caramanos” biçiminde ilk kullanan kişi 1553-55 yıllarında İstanbul ve Anadolu’da seyahat eden Hans Dernschuram’dır.[3]
Aralık 2002’de yayımlanan Tarih ve Toplum Dergisi’nin 228. sayısında Dean Sakel, Atina’daki American School of Classical Studies’deki Gennadius Kitaplığı’nda rastladığı 1570 tarihli bir vakayinameden söz etti. 820 sayfalık bu vakayinamenin günümüzden iki yüz yıl öncesine ait bir Türkçeyle yazıldığını ve kitapta ağırlıklı olarak Orta Anadolu lehçesinin kullanıldığını belirten Sakel, bu konuda kesin kaynak arayanlara önemli bir belge göstermiş oldu.[4]
Karamanlıca konusunda büyük emeği geçmiş olan Macar bilgin Janos Eckmann, XVI. Yüz yıl başlarındaki bir türkünün yine Yunan harfleriyle yazıldığını ve belgenin de Napoli’deki bir enstitü yayınında bulunduğunu yazıyor.[5] Ancak bu türkünün sözleri makalesinde yoktur.
Yunan harfli ilk Türkçe yapıtın 1718’de Amsterdam’da basılan B.İ adlı bir papazın Gülizar İman-ı Mesihi adlı ilmihaldir; Yunan harfli ilk Türkçe gazete ise Gazetai Anatoli adıyla 1840’da Evangelinos Misailidis tarafından yayımlanmıştır. [6]
Yunan harfleriyle Türkçe yazma gereği duymanın bazı gerekçeleri olmalıdır. Bunun birinci nedeni örgün eğitimin olmayışı olarak düşünülebilir; yerel topluluklar ve dinsel cemaatler kendi eğitimini kendi veriyordu ve Osmanlı döneminde bu dil ve yazı çeşitliliğini kullanmaya yönelik hiçbir engel yoktu. İkinci neden ise, Anadolu ortodoksluğunun kadim geçmişinden beri bu harflerin varlığıdır. Örneğin Kapadokya kaya kiliselerindeki bazı harflerin Yunancayla tam olarak çakışmadığı bilinmektedir.
Ortodoksların Osmanlılar gibi Arap harfleri kullanmayışı dinsel bir gerekçeyle açıklanamaz. Çünkü Arap harfleri Müslümanlığın sembolü değildir; eğer böyle olsaydı Süryani ve Ortadoğu kökenli Hıristiyan yazmalarında hiçbir Arapça metne rastlanmaması gerekirdi. Arap harfleri yerine Yunan harfleri kullanmanın nedeni anlaşılacağı gibi bütünüyle Anadolu tarihinin bir ürünüdür ve İncil’in Yunanca olmasıyla da ideolojik bir bağ içindedir.
Öyle anlaşılıyor ki Karamanlıca yazı, Türkçe konuşan yoğun Ortodoks nüfusun dinsel gereklerinden doğmuşa benzer. Bunun tamamen dinsel gerekçelere bağlı olduğundan emin değilim, ama en azından yaygınlık bulmasında kilisenin etkin bir rolü olduğunu gösteren belirtiler var. Bir de “Rum coğrafyası” adını verdiğimiz Anadolu’nun kendini yalnızca Arapça yazıyla ifade ettiğini düşünmek ciddi bir yanlışlık olur. Çünkü Ermeni külliyatına baktığımızda da, son yüz elli yıl içinde Ermeni harfleriyle Türkçe yazılmış kitap sayısının çokluğu şaşırtıcı miktardadır. Yani Anadolu coğrafyasında Türkçenin ifade edildiği alfabe tiplerini araştırmak, kayıp bir tarihin elde edilmesinde pek az başvurulmuş bir yoldur dersem, yanlış olmaz.
Osmanlı İmparatorluğu ile Selçukluların neden kendilerine Rum adını verdiklerini anlamak zorundayız; bunun etnik bir kavram değil, siyasal kavram olduğuna şüphe yok. Yani Romalı olmak, Roma İmparatorluk geleneğini sürdürmek demektir ki, Osmanlı da tıpkı “Pax Romana” gibi “Pax Ottomani”yi bir kültürler potasından elde etmiş görünmektedir. Bu nedenle dilin ifade araçlarından biri olarak Karamanlıcanın çok eski bir tarihinin olması “uyanık Rumların” boşluklardan yararlanarak böyle bir şey gerçekleştirmesi gibi görülmemelidir. Ana dili Yunanca olanlar zaten Yunanca yazabiliyordu, ortadaki durum tam bu işte: Ana dili Türkçe olanlar nasıl Yunanca yazacaktı? Yunan harflerini kullanmak Yunan olmak anlamına gelmiyordu, gelmedi. Arap ve Latin alfabelerini kullanan bizler nasıl Arap veya Latin olmadıysak, öyle.
Ona kalırsa Karamanlıcada Yunancada olmayan harfler var, öte yandan psi ve ksi gibi Yunan harfleri Karamanlıcada yok, çünkü Türkçede bu harfler bir sesi temsil etmez.
Karamanlılar ifade edebilecek özgün harfler de yaratmışlardır.
Türkçe’de 31 ses varken Yunan harfleriyle bunların 23’ü gösterilebiliyordu, bu da yazım sorunlarını gündeme getirmişti. Bugün bölgeden bölgeye, tarihten tarihe ve hatta köyden köye değişebilen yazılış farklarının nedeni Türkçe sesleri ifade etme güçlüğündendir. 1665 tarihli bir yazma eserde bu yazım sorununa değinilmiştir. [7]
Bu konuyla ilgili olarak başka dillerde çalışmalar yapılmıştır, Türkçe’de yapılan ilk çalışma ise 1764’te yayımlanan Mezmurlar çevirisidir. Adalialı (Antalya) Serafim’in 1782’de yayımladığı Psalterion’un (Mezmurlar Külliyatı) imlası gittikçe bu konuya hakim olunduğunu gösterecek niteliktedir. Türkçe’de sesleri gerçek değerlerine göre ayırt eden ilk girişim 1826’da İstanbul’da Dekastro Matbaasında basılmış olan Ahdi Cedit çevirisinde görülse de bu konunun en başarılı örneği 1840’da Atina’da basılan İncillerdedir; bu kitaplarda her ses için ayrı harf üretilmiştir.[8]
[1] Semavi Eyice, Anadolu’da “Karamanlıca” Kitabeler TTK Belleten, Ocak 1975 sayı 153
[2] J.Eckmann, bu konuyla ilgili olarak T. Halasi Kun’un “Gennadios török hitvallasa” başlıklı yazısını gösteriyor.
[3] J. Eckmann, Anadolu Karamanlı Ağızlarına İlişkin Araştırmalar, AÜ DTCF Dergisi, Cilt VIII Sayı 1-2 Mart Haziran 1950
[4] Sözü edilen Vakayiname Gennadius Kitaplığı ile yaptığım yazışmalara göre “Karamanlı Türkçesi” bölümünde korunmakta ve “Dünyanın Yaradılışından Bizans’ın Düşüşüne kadarki Vakayiname” adıyla Ms.94.3 fiş numarasıyla kayıt altında tutulmaktadır. Yunanca olarak sonradan verilen ad: Χρονικόν από κτίσεως κόσμου μέχρι πτώσεως του Βυζαντίου εις καραμανλίδικην γλώσσαν. 1570’dir.
[5] Bu konudaki kaynak E.Rossi Canto Turco del Secolo XVI in Caratteri Greci: Annali del R.Instituto Superiore Orientale di Napoli. Nuova Serie I 1940 237-39 olarak verilmiştir.
[6] J. Eckmann, aynı yerde.
[7] J.Eckmann, Yunan Harfli Karamanlı İmlası Hakkında, TTK Basımevi Ankara 1950 ss 27-31
[8] Aynı yerde.
Bu yazı Gürsel Korat'ın Taş Kapıdan Taçkapıya: Kapadokya adlı kitabından alınmıştır. Karamanlıcayla ilgili geniş referanslara ve bilgilere bu kitaptan ulaşmanız mümkündür.
2 yorum:
harika bi yazı olmuş okumaktan hem keyif aldım hemde birçok soruma yanıt kaleminize sağlık :)
Güzel bir çalışma...<teşekkürler...
Yorum Gönder