“Edebiyatçılar Buluşması” vesilesiyle
Oya Baydar ve Gürsel Korat ile söyleşi
Piyasaya Teslim Olmayan Bir Edebiyat İçin…
Tanıl Bora
TB- Girişiminizin çok önemsediğim bir yanı: Yazarların birbirlerinin eserlerini okumasını ve eleştirmesini ‘örgütlemesi’, deyim yerindeyse. Zira, düşünenlerin, yazanların belirli bir ‘izler-kitle’lerine hitap ettikleri ama kendi ilgi alanlarıyla doğrudan doğruya kesişse bile başkalarının üretimlerini pek kaale almadıkları (ya da almıyor görünmeleri), onlarla ‘yüzleşmedikleri’ bir düşünce ortamında bulunduğumuzdan söz edebiliriz. Birikim oluşumunu, fikirlerin/eserlerin birbiriyle etkileşim içinde gelişmesini ketleyen bir ortam bu. Eleştirinin –en azından yeterince- işlev görmemesi de bununla ilgili. Bu alış-verişsizliği, paylaşımsızlığı, belki de eleştiriden ‘kaçmayı’ demek lâzım, nelere bağlıyorsunuz?
GK- Rus edebiyatını demleyen düşüncelerin hep bir bahçede yeşerdiğini imlemişimdir. “Vişne Bahçesi”nde ve “Martı”da böyle bir bahçe atmosferi vardır, orada insanlar hep bir şeyleri tartışırlar.
Rus edebiyatı denince aklıma bahçe geldiğini bununla mı açıklayayım?
Kuşkusuz, hayır. Çünkü Rus edebiyatçıları gerçekten tartışırlar, hatta birbiriyle kapışanlar da vardır. Dostoyevski ile Turgenyev arasındaki çatışma böyledir. Haklı haksız, ama Rus edebiyatçılarının diğerleri hakkında söyleyecek bir sözü olduğu görülür.
Bir evde toplanarak tartışan, yazdıklarını birbirine okuyan, görüş bildiren, örgütlenen, sürgüne giden bu yazarların bu kadar politize bir sürece karşın, edebiyatçılığı elden bırakmayışlarını ben bu bahçe söyleşilerine bağlarım. Bu yazarların en hastalıklısı, en yalnız görüneni veya dindarı olan Dostoyevski, Yeraltından Notlar’da oteldeki bir toplantıya gitmek konusunda iç gerilimler yaşayan kahramanını, oraya gittikten sonra tartışmaya dahil ediş biçimiyle bile aslında sözünü ettiğim tartışma edasına çok aşina olduğunu gösterir. Yine Budala’daki uzun diyaloglar bu gergin tartışma tutumunun bir yerleşik davranış kalıbı olduğuna işarettir.
Kanımca Rus yazarları, yalnızca edebiyattan edinilen insani deneyleri büyük bir bireysel ve toplumsal kurtuluş savaşıyla birlikte yürütmüş ama öte yandan da tek ve özgün kalmayı başarmışlardır.
Devrimden sonra neredeyse özgün Rus yazarının kalmayışını, aralarındaki tartışmanın “bitmesine” bağlıyorum. Bir tür Gorkicilik diyebileceğim Sovyet Yazarları Birliği yazın ideolojisi, yazarların tek ve özgün kalmasının önüne geçti. Toplumsal kurtuluş savaşının sosyalizmde biteceği, artık yazarın muhalif değil, sisteme entegre bir “aydın” haline geleceği peşinen kabul edilince deniz bitti.
Ben bir evde toplanıp tartışamayan, yazdıklarını birbirine okumaktan korkan, görüş bildiremeyen, partinin buyurduğu örgüte katılmak zorunda kalan, sürgüne gitmemek için boyun eğen yazarların bu kadar edebiyat verisi ile dolu bir sürece karşın, politik papağana dönüşmelerini, bahçesiz kalmalarına bağlarım.
Çarlık dönemi de, Stalin dönemi de baskıcı olduğuna göre, demek ki edebiyatı tekdüze hale getiren şey, baskı değil, yazarlar arasında tartışmanın olmayışıdır. Yazar kendi başına olmayı ve özgürlüğü terk ederse, ister istemez Gramsci’nin organik aydın dediği, sisteme entegre aydına dönüşür.
Ama günümüzle ilgili sorun bunların ötesinde ve bambaşka bir haldedir; günümüzde Stalinist bir baskı yaşanmadığına göre, neden canlı bir edebi tartışma yoktur? Demek ki, baskının olmadığı koşullarda insanların özgürce tartışacakları varsayımı da doğru değildir.
Ne Stalin ne de piyasa tanrıları yazar özgürlüğüyle bağdaşır; ama okurun düzeyinin de yazarın özgürlüğüyle sıkı sıkıya ilişkili olduğunu unutmamak gereklidir. Yazarın piyasa işi basit şeyler yazıp yazmamasını, “alıcı” dediğimiz bu amorf kütlenin beğenileri çok etkilemektedir. Yayıncılar zaman içinde neyin satıp neyin satmadığını anladıkları için has edebiyatı, okur denilen o korkunç canavar yüzünden “piyasadan” silmek üzeredirler. Şüphesiz bu kusurda yazarların da payı vardır. Eskiden piyasa için yazmak lanetlenirdi, şimdi “Ben şu kadar satıyorum” demek, yani piyasadaki “gücüne” işaret etmek, bir küçülme sayılmıyor. Üstelik piyasa işi olanla, piyasaya yazılmayan arasındaki farkı anlayacak bir okur eğitimi de güçleşti. Başka bir deyimle artizanal olan, artistik olanı “piyasanın dışına” sürdü.Yazar eskiden entelektüeldi; şimdi “duygu insanıyım” diyenler çoğunluğa geçti. Yazar eskiden yazılmış olanlar içinden seçilmeyi arzu eder ve edebiyatın yazı geleneğini bilirdi; şimdi ise geleneği bilmek kusur oldu.
Eleştiriden neden kaçılmasın? Tartışma neden sevilsin? Böyle bir fikir kuraklığında, edebiyatı tartışacak ve üzerinde kalem oynatacak kaç kişi var ve kaç okur bunu izleyebilir? Ya da medya diliyle söylersek, “Bunlar yazılacak veya tartışılacak da ne olacak? Kaç kişi izleyecek ve kaç satacak? Getirisi ne? Eğlencesi var mı? Konunun popüler bir yanı olduğu söylenebilir mi?”
Kısaca hayır.
O halde yanıt da açık: “Sizi gündemden düşürüyorum.”
- Bu bakımdan, piyasa dinamiğinin etkisi hakkında neler söylersiniz? Özellikle medyanın sürati ve tüketiciliği, sözlerin, konuşmaların birbirleriyle ve nesneleriyle temassızlaşmasına katkıda bulunuyor, kanaatimce...
Biraz önce söylediklerimle yan yana getirerek şöyle sürdürebiliriz bu konuyu: Medya yöneticileri edebiyata kesinlikle pazarlanacak bir ürün gözüyle bakan kişiler. Edebiyattan anlayanı yok; ama pazarlama denince kitabın niteliğini ve okur tipini tanıyor ve kaç satacağını aşağı yukarı kestirebiliyorlar. Bu açıdan herhangi bir yazardan on kat daha fazla sezgiye sahipler. Ürünün çok satılması, çeşidinin çokluğu ve kısa süre içinde tüketilip yeni ürünlere yer açması, yani “raf ömrü” denen şey, onlara, biçem, edebiyat tarihi veya yazar ahlakı gibi kavramlardan çok daha anlamlı görünüyor. Hatta çoğu kez yazarların gevezelikleri yerine, satış rakamlarını önemsemek onlara çok eğlenceli geliyor.
Bir kere edebiyatın pazarlaması, piyasa terimleriyle gerçekleştirildiği için, iyi edebiyatın yer alamadığı “çok satarlar” listesi temel ölçüt oldu. “Çok satan” kavramı, edebiyat alanını işgal eden bir iktisadi kavram olarak üzerinde çok düşünülmeden kullanılır. Bunda “iyi olan” anlamı da içerilidir; çünkü okur denen o ulvi güç kitabın değerini teslim etmiş, eleştirmenin işine son vermiştir. Bundan sonra eleştirinin değil, satış rakamlarının borusu ötecektir. Bu durum, bundan böyle, edebiyatın salt tüketen niceliğine göre ayıklanacağına işarettir. Artık “bırakın kitaplar birbiriyle satışta rekabet etsin” denmektedir ve ne ilginç, bunu yazarlar söylemektedir.
Tarihin hiçbir döneminde vasatların “hüner sahiplerine, hadi bakalım benim kadar vasat mısın, benimle bir vasatlık yarışına var mısın” dediği ve destek bulduğu görülmemiştir. Böyle bir haksızlık edebiyata reva görülebilir mi?
Görülmüştür.
Yazar artık “image maker”la yan yana geliyor. Yazarın bir magazini var, ama yazarın estetiğini, yazı dilini, dünyamıza estetik dolayımından yaptığı katkıyı soran ve tartışan yok. O halde yazarlık ne? Bir ün savaşı mı? Listelerde kimin adının üste yazılacağı kavgası mı?
Başkalarıyla piyasa savaşı veren yazarın derdi nasıl edebiyat olur?
Böyle bir ortamda kim edebiyat hakkında konuşursa havaya konuşmuş sayılmaz mı? Temassızlaşma, aslında piyasa ilişkileriyle kuşatılmış edebiyata sözün işlemesini engelleyen bir sanal duvardan kaynaklanıyor: Edebiyat paranın gücüyle kuşatılmıştır ve orada yaptığı işin bilgisiyle uğraşmak neredeyse ineklik düzeyinde algılanmaya başlanmıştır. Aslolan, derse çalışmadan ağzı laf yapan şımarık zamane çocuğu olabilmektir.
Temas? Kiminle ve nasıl?
- Bu eğilimin edebiyat dışı düşünsel üretim alanlarındaki tezahürlerine ilişkin neler gözlüyorsunuz? Politik düşünceleri, tartışmaları (veya tartışmasızlığı) da katıyorum...
Kanımca akademik düzeydeki çalışmalarda son on yılda büyük bir açılım ve sağlamlaşma var. Edebiyat dünyası piyasaya kapılandıkça, piyasa dışında kalan ve aslında çok olmasa da belli bir okur çevresi tarafından izlenen bir akademik yayın dünyası çok parlak ürünler ortaya koydu.
Popüler olmadığı ve kolayca tüketilemeyeceği için sermayenin gözünü dikmeyeceği bir alan. Bu nedenle hem ahlakı hem de eyleyiş biçimi çok sağlıklı.
Ama spekülatif tarih ve sosyoloji “yazıcılığında” medyatik ton giderek ağır basmaya başladı ve bir bakıma alanın algılanma zorlukları komplo teorilerinin diliyle, “paslarından arındırılarak” dolaşıma girdi.
Sol söylemde ulusalcılığın, anti-semitizmin, Ermeni düşmanlığının, Balkan ve Kafkas romantizminin belirmesi beni hayretlere düşürüyor. Gençliğimde Devrimci Yol Dergisi çevresinde “Modern Faşizm” tartışmaları yaptığımız dönemi anımsıyorum da o tartışmaların çok çok erken yapılmış, soyut bir laf kalabalığı olduğu sonucuna varıyorum. Ancak “modern faşizm” kavramı hala aklımı çeliyor ve sezgilerim bu tartışmayı aynı başlıkla yeniden başlatmanın zamanının geldiğini söylüyor.
Çünkü faşizm edebiyatın düşmanıdır; bir faşist edebiyatçı, olsa olsa edebiyatı araçsallaştırarak düşmanlık ideolojisini estetize eder: Marinetti’nin kadınları aşağılayan bildirisini anımsayalım. Faşizm edebiyatta katakulli arar, ihanet görür, satılık olma hali bulur. Bu kadar ideolojik, politik ve genel ahlak ölçütleri kullanarak edebiyatın üstüne gelen bir “eleştiri” olabilir mi? Sağda ve soldaki keskin kılıçlı silahşorların aynı dili kullanması korkutucu değil mi?
Öyle görünüyor ki, edebiyatçı hem iktisadi, hem de politik zorbalar tarafından kuşatılmıştır. Yapılan şey, özgür düşüncenin ve tartışmanın sona erdirilmesi için baskılı bir ortam yaratmaktır. Ne uğruna? Başkaları gibi düşünen bir yazar yaratmak uğruna.
Stalin hiç değilse, kendine benzetmek istemiyor, öldürüyordu.
Dönem ve içerik değişti, böyle oldu.
- Edebiyatçıların kendi kamu’larını oluşturmaları bakımından nasıl görürsünüz bu girişimin ufkunu? Edebî kamunun ‘klasik’ anlamı: Edebiyatçıların –etkin/meraklı okurların da katılımıyla- kendi dillerini ve iletişim ortamlarını kurmaları, böylece hem özerk bir alan hem de gereğinde ‘genel kamu’ya hitap edebilen bir tür otorite oluşturmaları... Aynı zamanda bir tür karşı-kamuoyu imkânı olarak düşünüyorum bunu. Böyle bir oluşumun zamanımızda, bu memlekette, yeri ve faydası var mı? İmkânı, ihtimali nedir? Varsa, yolu, yordamı, ilkeleri ne olmalı?
Doğrusu, ben hep böyle “edebi davaların adamı” olmak istedim; ama her girişimimden yaralar alarak çıktım. Edebiyatçı kamuoyunun oluşabilmesi için, edebiyatçıların birbirini okumaları gerek. Bu konuda ben pek iyimser değilim.
Şunu söylemeden geçemeyeceğim: Şairlerin kendilerinkinden başka bir şiirle bağdaşık olmadıklarını ve okumadıklarını söyleyen çok ciddi, aklı başında insanlar görürüz. Eleştirmenleri okumayan yazarlar zaten bilinen bir olay, ama bırakın başkasını okumayı, dünya klasiklerini doğru dürüst okumuş ve bundan kendi edebi yoluna ilişkin çözümler çıkarmış kaç yazar olduğu söylenebilir?
Birgün’de Ayça Atikoğlu bizim girişimimizden alaycı bir dille söz edecek, sağdan soldan bakalım ne zaman kavga edip ayrılacaklar dedikodusu gelecek, sonra da biz bu girişimin başarısından söz edeceğiz!
Girişimimiz niyetiyle ve yaptıklarıyla çok önemlidir, ama kamuoyu yaratma ve bu gidişata alternatif bir topluluk oluşturma şansı yoktur. Çünkü kamuoyuna bilgi taşıyan, olayı duyuran yazarlardaki alaycı eda,buna niçin başvurduklarını anlayamamak bir yana, insanı büyük bir umutsuzluğa sürükleyecek cinstendir.
Yazar derneklerinin bir tür yazar ve şair tanıtım ajansı gibi çalıştığı, yazar örgütlerinin Nobel pazarlaması yaptığı, yazarların “yazmak”tan önce “tanınmak” gibi bir ilkeyle hareket ederek fuar fuar dolaştığı bir ülkede yazıyı önemsemeye ilişkin her uyarı, önce bu büyük yazar bloğunun muhalefetine toslayacaktır. Çünkü edebiyat öncelikle yazı değil yazarın kişiliği ve ünü olmuştur. Bu ülkede yazarların edebiyat için bir umut olmaktan çıktığını düşünüyorum. Has edebiyatçılar az veya çok satanıyla bu topluluğun küçük bir bölümüdür; onlar da kıskanç eltiler gibi birbirleriyle çekişmeyi ve yarışmayı iş edinmişlerdir.
Geriye bir tek umutsuzluk kalıyor.
Her zorluğu yenme arzusu yaratan umutsuzluk.
Birikim Dergisi Kasım 2005 sayı 199 (Oya Baydar’ın yanıtları bu metinde yer almamaktadır.)
0 yorum:
Yorum Gönder