Hasan Ali Toptaş'la Söyleşi




GK- Senin, mekânın ve zamanın sözü edilmeyen hallerini somutlaştırdığını ve özgünlüğünün temel noktasının bu olduğunu hep düşünmüşümdür. Boşluğu gösterirsin meselâ; kâğıdın formuna giren zamanı, iki kişinin arasında somut bir varlık gibi duran uzayı. Öte yandan ilk romanın hariç mekânın duyularla kavranabilir bir tanımından uzak durduğun söylenmeli. Bu neyin, nasıl bir sentezidir?

H.A.T- Bu soruyu cevaplamak benim için bir hayli güç. Aslında, itiraf edeyim, kendi yazdıklarıma ilişkin her türlü soruyu cevaplamak güç. Arada bir söylediğim bir şey var, o da şu; ben ne yaptığımı tam olarak bilmiyorum. İlk romanım Sonsuzluğa Nokta’dan sonra, mekânın duyularla kavranabilir bir tanımından uzak durduğumun farkında değilim sözgelimi. Bununla birlikte, daha birçok şeyin de farkında değilim. Bilinç olarak adlandıramayacağımız bir bilinçle, ya da bilinçsizlik kılığına bürünmüş uzak bir bilinçle yazılıyor sanıyorum. En azından ben bunun böyle olması gerektiğine inanıyorum. Zira unutulmuş bilgi muteberdir bana göre; unutulmayanlar, biz farkında olmasak da, metin için birer baş belasıdır. Başka bir deyişle, bir metinde her şey yazılmadan önce düşünülmüşse, her şey aklın menzilinde olup bitiyorsa o metin sağlıksız bir metindir. Bu durumda, metnin iç aklı bile hiçe sayılmıştır çünkü… Ben de Cioran gibi, bir hareketin bilincinde olunduğu zaman o hareketin artık yapılamayacağını, ya da yapılsa bile kötü yapılacağını düşünüyorum. Bu nedenle, önceden plan yapmadığım gibi, diyelim mekânı şimdi şu şekilde anlatayım diye bir karar da almıyorum.


-Ben “metinde şunu yapacağım” bilgisinden çok “galiba şunu yapıyorum” sözünün farkında olduğumuz anlardan söz ediyorum. Yazarın kendi yazısını tanımlaması doğru değil, bundan uzak durduğunun farkındayım. Ama yazarın ortaya koyacağı bir tavır da varsa sormak lâzım. Bazı yazarlar “farkında oldukları bir şey doğrultusunda” hareket ederler. Örneğin, L. Durrell açıkça zamanla uğraştığını söyler ve Bergson’a karşı çıktığını, Proust ve Musil’in zaman anlayışından farklı durduğunu belirtir, yazı tekniğini buna göre kurduğunu açıklar. Ben “zaman” kavramıyla uğraşıyorum, sen de öyle. Bu kavramın metafizik yükü bile, ne yaptığımızla ilgili bir soruyu aklımıza getirebilir de, bunun için soruyorum.

-On altı, on yedi yıl önce yazdığım bir öyküyü hatırladım şimdi; adı “Zaman Kimi Zaman”dı. Salt zaman kavramıyla uğraştığımı düşünmüyorum tabii. Zaman zaman, zaman kavramını didikliyorsam, bunu hem keyif aldığım, hem de o sırada çalıştığım metin için bir tür gereklilik olarak gördüğüm için yapıyorum. Sözgelimi, Uykuların Doğusu’nu yazarken, günlük güneşlik bir günün ceberrut bir bölüm şefi, koskoca bir ayın gülüşe gülüşe geçip giden bir grup çocuk, başka bir günün çınarın dalında haftalarca duran bir kuş şeklinde göründüğü bölümde keyiften uçmuştum. Tabii, sırf keyif alıyorum diye yazmadım o paragrafı; aynı zamanda bu zaman çeşitlemelerinin roman kahramanının ruh haliyle de ilgisi var.

-Peki o zaman biraz ben didikleyeyim bu konuyu. Yazarlığının ilk dönemlerinde dramatik gelişimi belli olan bir anlatım yolun vardı. Özellikle Bin Hüzünlü Haz’dan itibaren anlatma biçimin anlattığın şeye göre daha belirgin bir biçimde öne çıktı. Zaten Uykuların Doğusu’nda Bin Hüzünlü Haz’a göndermeler yapıyorsun. Bin Hüzünlü Haz’dan beri başka bir tür anlatıcılık yoluna girdiğin söylenebilir mi?

-Söylenebilir hiç kuşkusuz, çünkü Bin Hüzünlü Haz benim yazarlık serüvenimde önemli bir nokta. Neden önemli? Galiba, o romanı yazarken roman sanatına dair bir aydınlanma ânı yaşadım ben. Başka bir deyişle, kendi çizgimde kendi halimce bir sıçrama yaşadım. Bu sıçramanın, bu aydınlanma ânının verdiği hazla Bin Hüzünlü Haz’ı yazarken, parmak uçlarımın karıncalandığını ve bu uyuşma halinin damarlarımı izleyerek beynime doğru tırmandığını hatırlıyorum. Roman sanatıyla haşır neşir olmanın şehvetini en geniş haliyle ilk defa o zaman yaşadım sanıyorum; baş dönmesi gibi, uçmak gibi, gövdenin sınırlarından çıkıp zamanın dışında bir yerde her şeyi içeren hiçbir şey kılığında gezinmek gibi bir şeydi bu… Anlatılması bile imkânsız görünüyor şimdi bana. Elbette, Bin Hüzünlü Haz’la birlikte roman sanatına bakışım ve ondan ne anladığım da değişti. Benim için o roman, çok özel bir okuldu, harikulâde bir deneyimdi. Sanıyorum, bilgiden sonraki bilgisizlikle katıksız bilgisizliğin karışımından oluşan cehaletin nasıl bir cevher olduğunun bilincine de o romanı yazarken vardım. Bu daha önceki yıllarda olsun isterdim aslında.


-Yazarın sezgileriyle bir bilinç halini temsil ettiğini söyler gibisin. Bunu da, yazıya imgelem ve duygu yönünden vurgu yapmandan çıkarsıyorum. “Bilgiden sonraki katıksız bilgisizliğin cevher oluşu”, “unutmanın metinde geçerli söz düzenini sağlayacağı” ancak imgelemle kavranabilen sözler. Buna imgesel olarak bir değer yükler ama kavramsal olarak tanım bulmakta zorlanırız. Şart değil! Bu bir bakıma verili biçimsel eğilimlerin dışına çıkan bir tavrı işaret etmiyor mu? Senin metni kurarken yaşadığın heyecanın okura geçmesini salt heyecanla ilgili bir şey olarak göremediğim, bunun bir bilgisinin olduğunu düşündüğüm için bunları söylüyorum.

-Dediğin gibi, aşağı yukarı, yazarın sezgileriyle bir bilinç halini temsil ettiğini söylüyorum. Metni kurarken yaşadığım heyecanın okura geçmesi salt heyecanla ilgili bir şey olamaz, bunun bir bilgisi vardır elbette ve elbette ben metinlerimi yazarken her cümlemi unutulmuş olan o bilginin buharından geçiriyorum.


-Erken yapıtlarında duyu organlarımızla kavradığımız, daha kırsal, kasabamsı, küçük şehir kokan bir çevre içinde dolaşırdık. Bin Hüzünlü Haz’la birlikte şehri ana eksen haline getirmekle kalmadın, duyu organlarımızdan uzaklaşıp akla ve çağrışımlara doğru çağrılar yapan bir metni benimsedin. Masal dili gibi oyunlu ve simge ağırlıklı bir dili, Uykuların Doğusu’nda imgeselliğe götürdün. Masal diliyle roman dili arasında kurulacak sentez sorunlu bir ilişkiyi denemek olmadı mı?

-Biraz öyle oldu açıkçası. Ama ben bunu keyifle yaptım. Gene de, masalsı bir söylemi içermesine, sözlü anlatılardaki kimi kalıplara yer verilmesine rağmen Uykuların Doğusu’ndaki dilin bir roman dili olduğunu ve bunun o romanın ruhuna uygun olduğunu düşünüyorum. Romanın adında Doğu kelimesinin olması da buna denk düşen bir şey bence. Ayrıca, kimi zaman söylediğim gibi, ben yazarken bir elimle Şehrazat’ın sesine dokunmayı seviyorum. Elbette o romandaki dil o romana özgü.


-Şiirsel metin yazdığını söylüyorlar. Bu konudaki düşünceni merak ediyorum.


-Bu tanımı ben sadece Yalnızlıklar için yaptım, çünkü o çalışma şiir değil. Öykü de değil. Roman zaten değil. Hiçbir kalıba girmeyen, hiçbir etiketin altında rahat durmayan, tuhaf bir metin. Fi tarihinde yapılan ilk baskısından sonra bu yüzden şiir olarak adlandırılmasını istemedim. Dolayısıyla, şimdi kitabın herhangi bir yerinde “şiir” ibaresi yoktur. Zaman zaman, peki o halde bu metin nedir, diye soranlar oldu. Ben de, şiire daha yakın durduğunu, ille de bir adlandırma yapılacaksa belki “şiirsel metin” denebileceğini söyledim. Bunun ötesinde, yazdığım romanları ve öyküleri kastederek şiirsel metinler yazdığımı söylüyorlarsa, bunun tam olarak ne anlama geldiğini gerçekten bilmiyorum. Şiirsel metin tanımlamasının doğru olup olmadığını da bilmiyorum. Kaldı ki, bana göre, metinlerin derinliklerinde şiir her daim vardır. Hemingway’in Beyaz Fillere Benzeyen Tepeler adlı öyküsünde de vardır sözgelimi, Kafka’nın İmparatorun Haberi adlı öyküsünde de. Ya da, senin Zaman Yeli’nde de vardır. Birinde günlük yaşamın kesintili konuşmasından, küçük sessizlik gölleri halinde doğar bu şiir; diğerinde sonu gelmeyecekmiş gibi gözüken uzun mu uzun bir soluktan, bir diğerinde de yalın bir söylemden… Şiir anlatı sanatının çekirdeğidir bir bakıma.

-Şiirde “tahkiye” denilen öyküleme en azından günümüz sanatı için şart değil. Ayrıca şiir imgelemle kavranabilir ama bir romanı salt imgelemle kavrayamayız. Senin metnini salt imgelemle açıklamaya çalışanlara itiraz ederek söylüyorum bunu. Çünkü bütün bu romanları şiire indirgemek, kanımca onların roman olmadığını söylemektir.

-Haklısın, salt şiire indirgemek bir anlamda onların roman olmadığını söylemektir. Gene de ben, bunu kastetmediklerini ümit ediyorum.


-Uykuların Doğusu’nda kendi yazı estetiğini “Dayı”nın konuşmalarıyla tanımlayan sözler ettiğin görülüyor. “Görünmeyeni anlatmak hüner değildir, tam tersine bir çeşit kabalıktır ve ayıptır, görünmeyeni sadece görünür kılacaksın” “Akıldan uzak duracaksın” “Kelimeleri kusmayacak, birçoğunu yutacak ve kâğıda yuttuğun kelimelerin boşluğunu bırakacaksın” gibi. Metni “romanın kişilerinden biri” haline getiren bu durum, “Hasan’ım Ali” diyerek seni de oyuna sokuyor. Kitabın son cümlesi ile ilk cümlesi arasındaki döngüsel bağ da tüm metni çember içinde başı sonu belli olmayan öyküye dönüştürüyor. Burada bir yazı estetiği iddiası görüyorum.

-Sonuçta yazılan her metin bir iddiadır elbette ama Uykuların Doğusu senin belirttiğin gibi bir iddiayı taşıyor mu bilmiyorum. Kendi halimce roman yazmaya çalışan biriyim ben, kendimi hep böyle görüyorum. Bir romanın değeri ona verilen emekle hiçbir zaman ölçülmez, bunu biliyorum ama doğrusu Uykuların Doğusu’na çok emek verdim. Öteki romanlarımdan daha farklı bir roman olsun diye, kendi bütünlüğüne ulaşsın diye ve de ruhuyla, yapısıyla, iç örgüleriyle, bu örgülerin birbirlerine olan konumlarıyla, seslerinin dağılımıyla ve daha başka ayrıntılarıyla tastamam bir romana dönüşsün diye emek verdim. Ne kadar başarılı oldum bilemem tabii.


-Bir edebi yapıt akla, duyguya veya sezgiye ne kadar seslenir?

-Bunu hiç düşünmemiştim doğrusu. Herhalde her yapıt kendi gücüne göre, bunların hepsine birden seslenir. Ama, yapıt seslenecekken tutar da yazar seslenmeye kalkarsa sonuç felaket olur sanıyorum. Tabii, bir yapıt akla ne kadar, duyguya ne kadar, sezgiye ne kadar seslenir bilemiyorum. Bunu yazarı da bilemez bence. Çünkü bu biraz da o yapıtı algılayanla ilgili bir şey. Yapıt kendisini algılayanın hayatına seslenir aslında; bir bakıma onun o ânına, geçmişine ve geleceğine seslenir.

-Metinler arası metinler yazmak, örneğin Fuentes ve Borges’ten söz ederek metinler kurmak ilk öykülerinde rastlanan bir durum. Buna bugün nasıl bakıyorsun?

-Öyle bir öyküm var evet, adı Beyaz Karanlık. Adları anılmaz ama öyküdeki kahramanlar Borges, Fuentes ve Cortazar’dır. Bakış açımda bir şey değişmiş değil. Uykuların Doğusu’nda, iş verilmediği için ne yapacağını bilemeyen, bu yüzden de kendini kitaplara vuran ve okuduğu kitapların içinde uçsuz bucaksız yolculuklara çıkan o uzun kuyruklu adam, Mısır’a doğru giderken, bir keresinde Borges’in kitaplarından (Düşsel Varlıklar Kitabı) birinin içinden geçer sözgelimi. Başka bir yerde de, anlatıcınım dayısı, hikâyeyi, kurabiye kokularının içinde gezinen hastalıklı bir ata benzetir ve onu bize kendisinin değil, içinde gezindiği bu kokularla kokulardan doğacak çağrışımların ya da varlığından bile haberdar olmadığımız bazı sezgilerin yazdırabileceğini söyler. Dolayısıyla, Proust zımnen anılmış olur. Bunlar benim küçük selamlamalarımdır. Bu selamlamayı gören okur biraz daha keyif alır belki, görmeyen de bir şey kaybetmez. Çünkü roman o sayfalardaki gücünü bu küçük selamlamalardan almaz. Kaldı ki, bu selamlamayı bile kendinin kılmıştır ve bunu yapmak zorundadır. Yoksa, bunlar orada yama gibi sırıtır durur.
Radikal, 21 Haziran 2007

0 yorum: