12 Mart ve 12 Eylül döneminin olay ve insan tiplerine verdiği yerle edebiyat ve toplumsal hayat arasındaki ilişkiyi bir kez daha hatırlamamıza vesile olan Ay Şarkısı, 1998 yılında yayımlanmıştı. Sözünü ettiğim tarihsel dönemlere bakarak kolay bir çıkarımda bulunmak ve romanı 'politik' ön yargılarla kuşatmak mümkün. Ay Şarkısı en geniş anlamıyla düşündüğünüzde elbette politik bir roman. Ama bu onun ne edebi değeri ne de söyledikleri üzerinde olumlu ya da olumsuz bir yargıda bulunmak hakkı tanıyor bize. Üstelik sadece 12 Mart ve 12 Eylül'ün devrimci gençleri değil, Özal döneminin köşe dönmeci zihniyet biçimlerini de gözler önüne sermesiyle bugüne kadar uzatılabilecek bir hikâyesi var. Hikâye, 1980 Ağustos ayında Mamak Cezaevi'nden kısa bir kesit verdikten sonra 1985 yılına, bir reklam şirketinin genel müdürü Semih'in odasına uzanıyor. 12 Mart'ta başı beladan sıkıyönetim komutanı olan paşababası sayesinde kurtulan ve kapağı TRT'ye atan 68 kuşağının hızlılarından Semih, şimdi mafyöz patronunun himayesinde, iktidar partisine yakınlığının getirdiği güç ve güven duygusundan memnun, yükselen değerlere tutunmuş bir işadamı. 80'darbesinin mağdurlarından asistanı Altan ise hapisten çıktıktan sonra hızla akan hayatı yakalamaya çalışan, ama bu hayatla inandığı değerler arasındaki çatışmadan rahatsızlık duyan bir genç.
80'lerin gerçeği Ay Şarkısı bu girişiyle, 80 sonrası yürürlüğe konulan serbest piyasa ekonomisinin ilk kuşağını eski solcular üzerinden anlatacak gibi görünüyor. Ama ansızın yön değiştiriyor hikâye; zengin ve güçlülerin dünyasından 80'lerin bir başka gerçeğine, davaları cazaya dönüşen tutsakların mekanına, hapishanelere yollanıyoruz. 1985 yılının Metris'ine. Burada durmak gerekiyor. Tusaklara insanlık tarihine geçecek gaddarlıkla uygulanan sistematik zulüm ve şiddetin mekânındayız artık. Tektipe direnenlerin, açlık grevlerinin, ölümlerin ve insanlığını yitirmiş hapishane görevlilerinin mekânındayız. Hapishane koşullarının bütün zorluklarına rağmen, Altan, kendisini boğan iç çatışmasından eski bir dosyanın yeniden açılmasıyla, yeniden tutuklanması, işkence görüp hapishaneye yollanmasıyla kurtulacaktır. Dışardakilerle içerdekiler birbirini hiç kesmeyen iki dünyanın insanlarıdır sanki. Ne var ki sonda bu dünyalar bir kez daha kesişecektir... Sistem karşıtı hareketlerin büyük yara aldığı 80 sonrasının bütün bir panaromasını çizmese bile, bir dönemin muhaliflerinin sistemin dışından içine doğru yaptığı yolculuğun rotasını çıkarıyor Ay Şarkısı. Mafyöz patronun reklam şirketinde genel müdürlük yapan Semih, devlet için cezaevi planları çizen mimar Tuğrul, sendikasız işçilerin verimi hakkında araştırma yapan sosyal bilimci Cahit, gemisini kurtaranın kaptan olduğu köşe dönmeci sistemin talipkâr kadrolarıdır artık. Ve bu kadrolar 80'li yıllardan başlayarak eski konumlarını büyük ölçüde terk edecek, bunun yerine yüksek ücretli danışman, yönetici, vs. olarak holdinglere, kitle iletişim araçlarına ve reklam şirketlerine yerleşeceklerdir. Gürsel Korat, sonuçları bugünlere uzanan bir dönemin toplumsal hafızadan silinen ilk evresini hikâye ederken hiç güçlük çekmiyor. Farklı bakış açılarını ve farklı anlatım tekniklerini kullanmış, zamanlar arasında gidip gelmiş, sözcükleri yerli yerine oturtmasını, politik söylemden uzak durmayı başarmış. Yazarın tutsaklara ya da 80 sonrasının kültürel iklimine teslim olmayanlara yakınlık duyduğu ya da onlara sıcak baktığı söylenebilir. Ama yazarın perspektifini ortaya koyan, yakınlık bildiren ifadeleri değil; Semih ile Kemal, Altan ile Tuğrul ve Cahit gibi, zıt karakterler üzerinden yapıyoruz çıkarımımızı. Korat, 80'lerin serbest piyasanın, zenginliğin, nesnelerin pırıltısının çekiciliğin kapılmış Türkiyesini, bir tiyatro sahnesi gibi canlandırıyor. Tutsaklar, sisteme yamanan eski solcular, muhbirler, cezaevi görevlileri oynanan bu oyunun aktörleri. Ve hapishanenin o en güç koşullarında bile mizahla trajedi bir arada. Ama hem gülüşün saçmalığına hem de umutsuzluğa güldüren sahneleriyle kurtarılmış bir mizah; tarihsel bir felaket, büyük bir travma sonrasında bile insanı ayakta tutan yaşama umudunu, bir indirimle sunuluyor.
Erkekler hikâyeyi belirliyor Çok kez vurguladım; 12 Eylül'ün yarattığı kültürel iklim 12 Eylül 'edebiyatı'nın merkezine birey, cinsellik, özgürleşme gibi kavramları, aslında özel hayatları yerleştirmiştir. Elbette bütün bunlar romanın konusu olabilir. Ancak pek çok romanda bu kavramlar geçmişin değerlendirmesinden çok karalanmasına ya da geçmişle bugünün bugün lehine kıyaslanmasına araç ediliyor. Ay Şarkısı'nda da özel hayatlar önemli bir yer tutuyor. Ne var ki Korat'ın roman kahramanları bireysel özgürlüklerini tehdit eden 80 öncesinin ilişkileri değil, 80 sonrasında düşülen ortam nedeniyle saplanıyorlar batağa. Evet, yeni bir hayata başlamışlar, ezberlerini bozmuşlardır. Ancak ezberlerini bozmak hiç de mutlu etmeyecektir onları. Geçmişin değerlerinin atomize olduğu, evliliklerin aşkı öldürdüğü, özgürlükten söz edenlerin burjuva ailesinin tutucu eşlerine dönüştüğü, özel hayatların alenileştiği kaotik ilişkiler ağından ezberini hatırlayarak kurtulacaktır Altan. Tam bu noktada Ay Şarkısı'nın eksiklik hissi veren bir yerine geliyoruz. Hikâyede olayların akışını erkekler belirliyorlar. Politik tartışma ağırlıklı olarak erkek öznelerin kişilikleri ve eylemleri üzerinden yürürken kadın-erkek ilişkilerinin öznesi de onlar olmuş. Ne Selim'in ne Altan'ın karıları ne başka bir kadın karakterin erkeklerle olan ilişkilerinde etkin rolleri yok. Aslında kurtuluş imkânları hiç yok. Hatta Altan özelinde görüldüğü üzere, erkeğin özgürleşmesinde engel teşkil etmeleri de mümkün. Erkeklere bağlı kaderleri romanın iki görülen kadınını özneden çok, ideolojik ve sınıfsal çatışmaların üzerinde cisimleştiği birer alan olarak belirginleştimiş. Son bir eleştiri de romanın ele aldığı konuların genişliğiyle sayfa sayısı arasındaki uyumsuzluğa. Çok geniş bir zaman dilimine çok sayıda olay ve zıt karakter ekseninden yaklaşmak zamansal sıçramaların da çok keskinleşleşmesine neden oluyor. Ay Şarkısı, 80 sonrasında yazılan pek çok 12 Mart, 12 Eylül anlatısyla ortak bir kaderi paylaştı. Çok az gündeme geldi, çok az tartışıldı. Bunun en önemli nedeni toplumun 80 darbesinin şiddetinden ürküp politikadan uzaklaşmasıdır. Anlatılanların hepsi de bu ülkede yaşandı, 'Hayata Dönüş'lerle bugünlere taşındı, sorunlar hâlâ devam ediyor ve medyasıyla bütünleşmiş toplum görmezden geliyor. Bu ilgisizliğin nedenini sorgulamak zorundayız. Belki de Ahmet Tulgar'ın sözünü ettiği 'utanç'tandır. Hani o şahit olduğu ama kendisine de bir zarar geleceği korkusuyla, sokak ortasında işlenen cinayetlere, eşi görülmemiş şiddete sessiz kalmanın, darbecileri kahraman katına çıkarıp alkışlamanın tek tek bireylerde birikip toplumsallaşan utancı. Utancın günahını ödemek yerine ilgi alanlarını değiştiriyor insanlar. Politika dışında ne varsa onunla, borsayla, hayır işleriyle, sporla, magazinle ve dinle ilgileniyor. Politikanın içinde olma, dolayısıyla temsil edilme arzusu genel seçimlere endeksli. Romanımızın durumu da budur. Politik meselelerinin dışlanıp türsel çeşitliliğin öne çıkması aynı sürecin edebi alandaki tezahürüdür. Sadece tarih ve fantazya peşinde koşan genç kuşağın değil, 1970'li yıllarda 12 Mart'a ve o dönemin gençlerine dair romanlar yazıp övgüler düzen yazarların da artık siyasi konuların yakınından bile geçmemeleri, topluma egemen olan ideolojinin ve bu coğrafyada yaşayan yazar-birey psikolojisinin başka bir göstergesi olarak düşünülmelidir. 70'lerde yazılan 12 Mart romanlarında anlatılan devrimci öznelerin sınıfsal aidiyetiyle yazarların sınıfsal aidiyetinin örtüşmesi zor değildi. Yazarlar maskeli kahraman 'Zorro' gibi algıladıkları küçük burjuva devrimcilerini sevmiş ve benimsemişlerdi. Ancak 70'lerin ikinci yarısında çatışma şiddetlenip devrimci hareket kitleselleştikçe ortalama devrimci insan tipi küçük burjuva aydın tipinden uzaklaştı. Bu insan tipi ve mücadelesinin bir önceki kuşağın yazarlarının bakış açısıyla ne kavranması ne de romantize edilmesi mümkün olabilirdi. Sonuçta sanki çok gerilerde kalmış, arkaik bir anlatı gibi geliyor bu tarz romanlar. Peşin hükümlerle uzak durluyor. Oysa, edebiyat bireylerin ve toplumlarının geçmişi ve bugünü üzerine konuşmak, çatışan ideolojilerini ve yaşam biçimlerini kapsamak, iktidar, aidiyet ve cinsellik gibi sorunlarıla boğuşmak ve geleceğe dönük umutlarla hesaplaşmak zorundadır. Ve "estetik biçim yalıtılmış burjuva bireyinin sefaletine evrensel insanlığı överek, fiziksel yoksunluğa ruhun güzelliğini yücelterek, dış baskılara iç özgürlüğün değerini yükselterek karşılık verir." Ay Şarkısı da işte böyle bir anlayışın ürünü.
80'lerin gerçeği Ay Şarkısı bu girişiyle, 80 sonrası yürürlüğe konulan serbest piyasa ekonomisinin ilk kuşağını eski solcular üzerinden anlatacak gibi görünüyor. Ama ansızın yön değiştiriyor hikâye; zengin ve güçlülerin dünyasından 80'lerin bir başka gerçeğine, davaları cazaya dönüşen tutsakların mekanına, hapishanelere yollanıyoruz. 1985 yılının Metris'ine. Burada durmak gerekiyor. Tusaklara insanlık tarihine geçecek gaddarlıkla uygulanan sistematik zulüm ve şiddetin mekânındayız artık. Tektipe direnenlerin, açlık grevlerinin, ölümlerin ve insanlığını yitirmiş hapishane görevlilerinin mekânındayız. Hapishane koşullarının bütün zorluklarına rağmen, Altan, kendisini boğan iç çatışmasından eski bir dosyanın yeniden açılmasıyla, yeniden tutuklanması, işkence görüp hapishaneye yollanmasıyla kurtulacaktır. Dışardakilerle içerdekiler birbirini hiç kesmeyen iki dünyanın insanlarıdır sanki. Ne var ki sonda bu dünyalar bir kez daha kesişecektir... Sistem karşıtı hareketlerin büyük yara aldığı 80 sonrasının bütün bir panaromasını çizmese bile, bir dönemin muhaliflerinin sistemin dışından içine doğru yaptığı yolculuğun rotasını çıkarıyor Ay Şarkısı. Mafyöz patronun reklam şirketinde genel müdürlük yapan Semih, devlet için cezaevi planları çizen mimar Tuğrul, sendikasız işçilerin verimi hakkında araştırma yapan sosyal bilimci Cahit, gemisini kurtaranın kaptan olduğu köşe dönmeci sistemin talipkâr kadrolarıdır artık. Ve bu kadrolar 80'li yıllardan başlayarak eski konumlarını büyük ölçüde terk edecek, bunun yerine yüksek ücretli danışman, yönetici, vs. olarak holdinglere, kitle iletişim araçlarına ve reklam şirketlerine yerleşeceklerdir. Gürsel Korat, sonuçları bugünlere uzanan bir dönemin toplumsal hafızadan silinen ilk evresini hikâye ederken hiç güçlük çekmiyor. Farklı bakış açılarını ve farklı anlatım tekniklerini kullanmış, zamanlar arasında gidip gelmiş, sözcükleri yerli yerine oturtmasını, politik söylemden uzak durmayı başarmış. Yazarın tutsaklara ya da 80 sonrasının kültürel iklimine teslim olmayanlara yakınlık duyduğu ya da onlara sıcak baktığı söylenebilir. Ama yazarın perspektifini ortaya koyan, yakınlık bildiren ifadeleri değil; Semih ile Kemal, Altan ile Tuğrul ve Cahit gibi, zıt karakterler üzerinden yapıyoruz çıkarımımızı. Korat, 80'lerin serbest piyasanın, zenginliğin, nesnelerin pırıltısının çekiciliğin kapılmış Türkiyesini, bir tiyatro sahnesi gibi canlandırıyor. Tutsaklar, sisteme yamanan eski solcular, muhbirler, cezaevi görevlileri oynanan bu oyunun aktörleri. Ve hapishanenin o en güç koşullarında bile mizahla trajedi bir arada. Ama hem gülüşün saçmalığına hem de umutsuzluğa güldüren sahneleriyle kurtarılmış bir mizah; tarihsel bir felaket, büyük bir travma sonrasında bile insanı ayakta tutan yaşama umudunu, bir indirimle sunuluyor.
Erkekler hikâyeyi belirliyor Çok kez vurguladım; 12 Eylül'ün yarattığı kültürel iklim 12 Eylül 'edebiyatı'nın merkezine birey, cinsellik, özgürleşme gibi kavramları, aslında özel hayatları yerleştirmiştir. Elbette bütün bunlar romanın konusu olabilir. Ancak pek çok romanda bu kavramlar geçmişin değerlendirmesinden çok karalanmasına ya da geçmişle bugünün bugün lehine kıyaslanmasına araç ediliyor. Ay Şarkısı'nda da özel hayatlar önemli bir yer tutuyor. Ne var ki Korat'ın roman kahramanları bireysel özgürlüklerini tehdit eden 80 öncesinin ilişkileri değil, 80 sonrasında düşülen ortam nedeniyle saplanıyorlar batağa. Evet, yeni bir hayata başlamışlar, ezberlerini bozmuşlardır. Ancak ezberlerini bozmak hiç de mutlu etmeyecektir onları. Geçmişin değerlerinin atomize olduğu, evliliklerin aşkı öldürdüğü, özgürlükten söz edenlerin burjuva ailesinin tutucu eşlerine dönüştüğü, özel hayatların alenileştiği kaotik ilişkiler ağından ezberini hatırlayarak kurtulacaktır Altan. Tam bu noktada Ay Şarkısı'nın eksiklik hissi veren bir yerine geliyoruz. Hikâyede olayların akışını erkekler belirliyorlar. Politik tartışma ağırlıklı olarak erkek öznelerin kişilikleri ve eylemleri üzerinden yürürken kadın-erkek ilişkilerinin öznesi de onlar olmuş. Ne Selim'in ne Altan'ın karıları ne başka bir kadın karakterin erkeklerle olan ilişkilerinde etkin rolleri yok. Aslında kurtuluş imkânları hiç yok. Hatta Altan özelinde görüldüğü üzere, erkeğin özgürleşmesinde engel teşkil etmeleri de mümkün. Erkeklere bağlı kaderleri romanın iki görülen kadınını özneden çok, ideolojik ve sınıfsal çatışmaların üzerinde cisimleştiği birer alan olarak belirginleştimiş. Son bir eleştiri de romanın ele aldığı konuların genişliğiyle sayfa sayısı arasındaki uyumsuzluğa. Çok geniş bir zaman dilimine çok sayıda olay ve zıt karakter ekseninden yaklaşmak zamansal sıçramaların da çok keskinleşleşmesine neden oluyor. Ay Şarkısı, 80 sonrasında yazılan pek çok 12 Mart, 12 Eylül anlatısyla ortak bir kaderi paylaştı. Çok az gündeme geldi, çok az tartışıldı. Bunun en önemli nedeni toplumun 80 darbesinin şiddetinden ürküp politikadan uzaklaşmasıdır. Anlatılanların hepsi de bu ülkede yaşandı, 'Hayata Dönüş'lerle bugünlere taşındı, sorunlar hâlâ devam ediyor ve medyasıyla bütünleşmiş toplum görmezden geliyor. Bu ilgisizliğin nedenini sorgulamak zorundayız. Belki de Ahmet Tulgar'ın sözünü ettiği 'utanç'tandır. Hani o şahit olduğu ama kendisine de bir zarar geleceği korkusuyla, sokak ortasında işlenen cinayetlere, eşi görülmemiş şiddete sessiz kalmanın, darbecileri kahraman katına çıkarıp alkışlamanın tek tek bireylerde birikip toplumsallaşan utancı. Utancın günahını ödemek yerine ilgi alanlarını değiştiriyor insanlar. Politika dışında ne varsa onunla, borsayla, hayır işleriyle, sporla, magazinle ve dinle ilgileniyor. Politikanın içinde olma, dolayısıyla temsil edilme arzusu genel seçimlere endeksli. Romanımızın durumu da budur. Politik meselelerinin dışlanıp türsel çeşitliliğin öne çıkması aynı sürecin edebi alandaki tezahürüdür. Sadece tarih ve fantazya peşinde koşan genç kuşağın değil, 1970'li yıllarda 12 Mart'a ve o dönemin gençlerine dair romanlar yazıp övgüler düzen yazarların da artık siyasi konuların yakınından bile geçmemeleri, topluma egemen olan ideolojinin ve bu coğrafyada yaşayan yazar-birey psikolojisinin başka bir göstergesi olarak düşünülmelidir. 70'lerde yazılan 12 Mart romanlarında anlatılan devrimci öznelerin sınıfsal aidiyetiyle yazarların sınıfsal aidiyetinin örtüşmesi zor değildi. Yazarlar maskeli kahraman 'Zorro' gibi algıladıkları küçük burjuva devrimcilerini sevmiş ve benimsemişlerdi. Ancak 70'lerin ikinci yarısında çatışma şiddetlenip devrimci hareket kitleselleştikçe ortalama devrimci insan tipi küçük burjuva aydın tipinden uzaklaştı. Bu insan tipi ve mücadelesinin bir önceki kuşağın yazarlarının bakış açısıyla ne kavranması ne de romantize edilmesi mümkün olabilirdi. Sonuçta sanki çok gerilerde kalmış, arkaik bir anlatı gibi geliyor bu tarz romanlar. Peşin hükümlerle uzak durluyor. Oysa, edebiyat bireylerin ve toplumlarının geçmişi ve bugünü üzerine konuşmak, çatışan ideolojilerini ve yaşam biçimlerini kapsamak, iktidar, aidiyet ve cinsellik gibi sorunlarıla boğuşmak ve geleceğe dönük umutlarla hesaplaşmak zorundadır. Ve "estetik biçim yalıtılmış burjuva bireyinin sefaletine evrensel insanlığı överek, fiziksel yoksunluğa ruhun güzelliğini yücelterek, dış baskılara iç özgürlüğün değerini yükselterek karşılık verir." Ay Şarkısı da işte böyle bir anlayışın ürünü.
ÖMER TÜRKEŞ
Radikal Kitap 21 Eylül 2007
1 yorum:
Hocam sizi çok özledim.Sevgilerimle
Yorum Gönder