Gürsel Korat*
Sanatın üzerinde bir hayalet dolaşıyor: Bu hayalet, muhafazakar patronajı sanatın efendisi haline getirmek isteyen ve çoktan mezara gömülmüş olan totalitarizmin ruhu gibi topraktan fışkırmıştır. Bu hayalet, sanatın özerkliğine karşı “işe gir ve ses çıkarmadan çalış” diye özetlenebilecek bir “zenaat özgürlüğü” vaat etmektedir.
Sanatın siyasal, dinsel veya ideolojik patronajın vesayeti altına girmesi, acaba onun Stalinist, Kemalist veya faşist olduğu hallerde mi reddedilmesi gereken bir durumdur? “Sanat, toplumun öz değerleriyle barışmış estetiktir” tanımını yapıp, bunu fikir diye ortaya sürmek için insanın bunca yıldır yapılmış sayısız tartışmaya bakması, sonra da birazcık olsun tereddüt etmesi gerekmez miydi? “Sanat toplumun kimliğinden kaynaklanır” diyen bir manifestonun, “toplumun kimliğiyle bağdaşmadığı” iddiasıyla meydanlarda kitap yakan birilerini anımsaması kötü mü olurdu? Bir milletin, bilmem kaçıncı gelişmişlik sırasından bilmem kaça çıkması için gereken yapısal değişiklikte sanatın ifade imkanı bulacağını söylerken bunun sanatsal izanla ilgisi olmadığını bilmek yerinde olmaz mıydı?
Acınası bir hal: Sovyetik veya Kemalist anlamda devlet patronajına itiraz eden manifesto yazarı, devleti sanata sponsor olarak önerebilmektedir! Bu koşullarda tarihimizin derinliklerinde saklı duran saray patronajının görmezden gelinmesinin gerekçesi nedir? Sponsor, yalnızca kendi çıkarına uygun bir eyleme destek veren iktisadi bir otorite değil midir? Bu otoriteye acaba gözü kapalı, severek evet denebilir mi? Sponsor, devletle kıyaslandığında daha az toplumsal fayda konseptine bağlı iktisadi bir çıkar güruhu olduğuna göre, hele hele devletin sponsorluğu, siyasi bir vesayet odağı olarak sanatı tümüyle kulluk düzenine bağlamaya varmaz mı?
O zaman “Sovyet devlet sponsorluğu” neden kötüydü? Anlaşılan o ki sponsorluğun, baskının, patronajın komünist olması kabul edilemezdir; Müslüman olması ise tartışmasız bir biçimde iyidir!
Sanatın sivil olması ne demektir? Bir siyasetbilim kavramı, sanatı neden tanımlamaktadır? Shakespeare’den Moliere’e kadar birçok insanın adını anan ve dünyayı kapsamaya çalışan Muhafazakârın Sanat Manifestosu, daha adından başlayarak kategorik olarak yanlıştır.
Çünkü öncelikle "muhafazakâr sanat" kavramı yanlıştır. Entelektüel akıl, "sosyalist sanat" "devrimci sanat" "faşist sanat" gibi kategorileri, sanatın siyasal, toplumsal, ahlaki veya dinsel normlarla temsilini savunmak anlamına geldiği haller için reddeder ve yine bu nedenle "muhafazakâr sanat" kavramını kabul etmez. Sanatın siyasal bir eylemin dönüştürücüsü ve sözcüsü olmak anlamındaki "devrimciliği"ni (bu yanlış iddiayı) eleştirenlerin aklına nedense hep sanatın "değerlerin sözcüsü olduğu" veya "gelenekle uzlaşması gerektiği" gelir. Bu, sözcüğün has anlamıyla gericiliktir; o zaman da geriye Mc Carthy, Stalin veya Mao gibi, devletin onay verdiği bir yazarlar birliği oluşturmak, siyasal görüşleri nedeniyle sanatçıları sorgulamak ve "milli normlara uymadığı için" bazı sanat yapıtlarını engellemek ve yok etmek kalır ki, bu konuda alınan mesafe zaten göz kamaştırıcıdır: Heykel yıkan, yazılmamış kitabı yasaklayan ve tiyatroları kapatan anlayışın sözcüsü olarak, Kemalizmin otuzlu yıllarda yaptığını yöntem olarak tekrarlayan bu anlayış, Yakup Kadri ve onun Kadro hareketine rahmet okutacak bir dargörüşlülükle sanat alanını işgal etmiş görünmektedir.
Sanatın devrimci olduğu ("devrimci sanat" tezi değil, sanatın devrimciliği) tezi, sanatı dönüştürebilen bir eylemi savunduğu için doğru; sanatın muhafazakârlığı ise hiçbir sanatsal dönüşüm önermediği, eklektik olduğu ve yalnızca "dini hassasiyetleri" korumak istediği için yanlıştır. Sanatçının siyasal görüşleri veya dinsel inançları, sanat yapıtını doğrudan ilgilendirmez; sanat yapıtı her çağda başka bir içerik ve bağlam üzerinden okunabilir; siyasal yapıt ise yalnızca çağında, taraftarları tarafından algılanabilir. Bu nedenle sanat sözkonusu olduğunda onu "özerk bir toplumsal alan" olarak görmeyen anlayışların, kategorik olarak kavramlaştırma sorunu vardır.
Çünkü öncelikle "muhafazakâr sanat" kavramı yanlıştır. Entelektüel akıl, "sosyalist sanat" "devrimci sanat" "faşist sanat" gibi kategorileri, sanatın siyasal, toplumsal, ahlaki veya dinsel normlarla temsilini savunmak anlamına geldiği haller için reddeder ve yine bu nedenle "muhafazakâr sanat" kavramını kabul etmez. Sanatın siyasal bir eylemin dönüştürücüsü ve sözcüsü olmak anlamındaki "devrimciliği"ni (bu yanlış iddiayı) eleştirenlerin aklına nedense hep sanatın "değerlerin sözcüsü olduğu" veya "gelenekle uzlaşması gerektiği" gelir. Bu, sözcüğün has anlamıyla gericiliktir; o zaman da geriye Mc Carthy, Stalin veya Mao gibi, devletin onay verdiği bir yazarlar birliği oluşturmak, siyasal görüşleri nedeniyle sanatçıları sorgulamak ve "milli normlara uymadığı için" bazı sanat yapıtlarını engellemek ve yok etmek kalır ki, bu konuda alınan mesafe zaten göz kamaştırıcıdır: Heykel yıkan, yazılmamış kitabı yasaklayan ve tiyatroları kapatan anlayışın sözcüsü olarak, Kemalizmin otuzlu yıllarda yaptığını yöntem olarak tekrarlayan bu anlayış, Yakup Kadri ve onun Kadro hareketine rahmet okutacak bir dargörüşlülükle sanat alanını işgal etmiş görünmektedir.
Sanatın devrimci olduğu ("devrimci sanat" tezi değil, sanatın devrimciliği) tezi, sanatı dönüştürebilen bir eylemi savunduğu için doğru; sanatın muhafazakârlığı ise hiçbir sanatsal dönüşüm önermediği, eklektik olduğu ve yalnızca "dini hassasiyetleri" korumak istediği için yanlıştır. Sanatçının siyasal görüşleri veya dinsel inançları, sanat yapıtını doğrudan ilgilendirmez; sanat yapıtı her çağda başka bir içerik ve bağlam üzerinden okunabilir; siyasal yapıt ise yalnızca çağında, taraftarları tarafından algılanabilir. Bu nedenle sanat sözkonusu olduğunda onu "özerk bir toplumsal alan" olarak görmeyen anlayışların, kategorik olarak kavramlaştırma sorunu vardır.
Çünkü bir manifesto özgürlük kavramını anarken “ideal” tanımı yapamaz! Bunun saçmalık olduğunu söylemek bile üzücü; yazarlara nasıl yazılacağını söylemek, Orhan Kemal’le Şeyh Galib’i, Dostoyevski ile Dante’yi harmanlamayı önermek bir edebi reçete icat etmektir; böyle bir cüret hiçbir manifestonun haddi olamamıştır. Hatırlayın, Jdanov “şöyle yazacaksınız” dediğinde ona komünist olduğu için değil, yazma özgürlüğünü yok edip, sanatsal eyleme bir reçete önerdiği için karşı çıkılmıştı.
“Sanatın bir madde-mana medeniyeti üreteceğini” savunmak için hakikaten sanatçı olmaya gerek yoktur. Çünkü sanatı bir batı doğu mücadele sahası gibi gören bu anlayış, batılı ve kötü niyetli birilerinin erken davranıp “bize ait olanı” yağmalayacağını düşünür. Bu, orientalist bir zikirdir; kendini batının bakış açısından görür ve sanat ürününe bakışıyla bor madenine bakışı arasında bir fark yoktur.
İskender Pala'nın manifestosundaki “biz” söyleyişi, "çokluğa" dayalı bir özgüven patlamasına benzemektedir. Siyasal anlamda çokluğu ele geçirmenin özgüveni her satırından bellidir ama nedense yine de dünya entelektüel birikimi karşısında acz içinde kalmış görünmektedir. Entelektüel açık, siyasal hegemonyanın söylemi ile dengelenmeye çalışılmıştır. Sanatı açıklamada kullanılan görüşler “Batının ilim ve fennini alacağız, kendi milli kültür benliğimizi koruyacağız” önermesinden ibarettir. Bilineni tekrarlamaktan öte hiçbir tez öne sürmeyen ve adı "manifesto" olan bu yazıda yeni hiçbir şey bildirilmez!
Manifestonun saldırdığı zihniyet ise, entelektüel sebatı ve zihin açıklığını, içinden geldiği geleneği teşrih masasına yatırarak elde etmiş görünmektedir. Bildirinin tek doğru önermesi “Muhafazakarların sanat anlayışı ve estetik seviyeleri yoktur” sözünü yanlış bulmasıdır. Çünkü ülkemizde ve dünyada estetik görüşe sahip muhafazakârlar olduğuna şüphe yoktur. Fakat bu bildiri bir muhafazarlık değil taassup önerdiği için, İskender Pala'nın muhafazakârlık iddiasında bulunması hayret uyandırıcıdır.
___________________
(*) Bu yazı İskender Pala'nın "Muhafazakârın Sanat Manifestosu" başlıklı yazısına karşı yazılmıştır.
___________________
(*) Bu yazı İskender Pala'nın "Muhafazakârın Sanat Manifestosu" başlıklı yazısına karşı yazılmıştır.
1 yorum:
İnsanlığın var olduğu her çağda sanat, eğitim ve basın, iktidarlar tarafıdan el altında tutulmaya çalışılmıştır, çünkü her iktidar bu üç araçtan korkar, bu üç aracı yönlendirmeye çalışır. Türkiye'deyse bir iktidar hiçbir dönemde bu kadar mutlak ve hakim olmamıştı, önünde ne darbeci askerin ne de hukukun duramadığı iktidar, sanatı da ele geçirecek, eğitimi de kendi istediği gibi düzenliyecek, sonuçta darbeleri savunanlar da ahlar vahlar arasında ancak izlemekle yetinecek...
Yorum Gönder