Kiyoshi Ikezumi, Restaurant
Aldous Huxley.- Doğrusu, gelecek zamanın siyasal despotizmin ve devlet otoritesinin karanlığına
gireceğini söyleyerek ruhumuzu daraltan George Orwell’in yanında Huxley,
devletten değil iktisadi süreçlerden çekinir ve “önlenebilir bir gelecek korkusu”
içindedir. Huxley, uygarlık adına insanlığın yarattığı ilerlemeden iktisadi ve
politik gidişat nedeniyle karamsardır. O, yaşamın boşluğuna ve önemsediğimiz
şeylerin gülünçlüğüne inanmış kibirli bir adama benzediği için can sıkıcı bile
olabilir.
Romanlarında yüzeyde duran
bu sıkıntılı hal, derinlere inildikçe kaybolur ve hayatı gözleyen, bunları
kâğıda geçiren ve olayları akılla sıraya dizen bir yazar karşımıza çıkar.
Doğrusu Huxley hemen keşfedilemeyecek yoğunlukta, “yüksek konular”ı yazan bir
yazardır ve düşünce edebiyatı denildiğinde onu okumadan bir yargı üretmek
yetersiz kalır.
Huxley gibi yazarlar,
edebiyatın, insan neslinin kavranması konusunda nasıl ışıltılı bir kaynak
olduğunu anlamamızı sağlar. Onun Ses Sese
Karşı adlı romanı bu nedenle içinde bütün insanlığın dolaştığı bir bahçeye
benzer ve aynı zamanda İngiliz olan neyse onu tüm açıklığıyla gösterir. Onun
sesi sınıfları, dinleri ve ulusları aşar; bu romanda Proustvari bir varlıklar
gözlemi vardır, yazar Balzacvari bir kişiler galerisi yaratır; üstelik
entelektüel kişiliğiyle her yerden çıkıp gelir ve belki de sonunda insanın
önemsiz bir hayat sürdüğünü hissettirir. Fakat içimizi derin bir sızıyla yakan
bu düşüncenin, o anda önemsiz olduğu söylenemez.
Lawrence
Durrell.- İskenderiye
Dörtlüsü, bir edebi yapıtın kuruluşu hakkında düşünmek isteyenlere çok
önemli ipuçları verir. Özellikle sanat ve yaşamın zihinde kurgulanışıyla ilgili
derinlikler içeren bu yapıt, “birlikte çokluğa ve çoklukta birliğe” en uygun
roman tasarımıdır diyebilirim.
L.Durrell,
dörtlünün ikinci kitabı olan Balthazar’a
bir açıklama yerleştirerek, “roman zamanı”na ilişkin yaklaşımını açar. Burada,
yer-zaman ve hareket birliği olarak tanımlanan üç birlik kuralı’nın çağdaş
edebiyatta artık yeri olmadığını belirtir ve bilime yöneldiğini, dört katlı bir
roman yazdığını açıklar: Üç ölçek uzama karşılık, bir ölçek zaman. Bunu “sürem”
olarak adlandırır; sürem, sürelerin,
uzamın ve zamanın oluşturduğu bir bütündür.
Yani aynı süreler içinde sayısız eylem vardır ve olaylar aynı süreler
içinde bireylere farklı haller içinde etki eder. Bu, işte “zaman” denilen
sonsuz çeşitliliğin anahtarıdır. Yaşam böyledir ve roman da bu gerçeğin
sonsuzluğunu algılayabileceğimiz bir ip ucudur yalnızca.
İskenderiye Dörtlüsü’nde
aynı uzam içindeki olaylar bir bakıma “durdurulmuş” ve değişik öznelerin
algısına göre yeniden anlatılmıştır. Bu durum göreliliğin
belirginleştirilmesidir; Durrell’ın söyleyişiyle “romanı hem öznel, hem de
nesnel biçemlere yöneltmek”tir.
Durrell
bu dörtlüyü yazarken, belli ki yaptığı
şeyin Joyce ve Proust’u akla getireceğini düşünmüş ve yolunu ayırmış görünüyor:
“Onlar bence Bergson’ın ‘süre’sini açıklayan örnekler ortaya koymuşlardır. Uzam
ve zamanı değil.”
Bu
durumda Durrell’ın aslında Beckett’in geçmiş ve gelecekle ilgilenmeyen, amaçsız
şimdilikle ilgili metnini reddettiği de akla getirilmelidir.
Bütün
bunların yazınsal ifadedeki karşılığı, bütün büyük yapıtların aslında yalnızca
olay ve kurgu esasına göre değil, roman zamanı üstünde düşünmek esasına göre de
kurulduğudur.
İskenderiye
Dörtlüsü, belki de bu yüzden, sonuncu kitabıyla, okurunda ilk kitaba dönme
isteği yaratan bir dönme dolabı andırır. Hem de aynalı bir dolabı; birden çok
aynalı dolabı.
John Fowles.- Fransız Teğmenin Kadını’nı iki bilincin göstergesi üzerine kurduğunu
düşündüğüm John Fowles, birinci bilinç biçiminde gözlemci gibi anlatır, Modern
Viktoryen Çağ’ın şimdisindedir. İkinci bilinç biçiminde ise yirminci yüzyılın
şimdisindedir ve oradan on dokuzuncu yüzyıla bakarak romanın algılanma zamanını
ikiye böler.
Böyle bir
tekniği kullanmak bakımından benzeri olmadığını düşündüğüm bu roman, insana bir
tıp doktorunun kesinlemeli, deneysel ve mantıksal soğukkanlılığı içinde
yaklaşır. Yine de Sarah ve Charles ikilisinin aşk gerilimini gösterdiği andan
itibaren duygusal açıdan da yüksek bir kıvama ulaşır.
Öte
yandan Fowles’un olay kahramanı olmasa bile bir futbol yorumcusu gibi romanın
içinde gezinip durması, kendi konumunu görünür hale getirmesi ve “yazarın
sesini” sürekli duyurması, çok eskide kalmış bir romancılık tekniğiyle modern
eleştirmenlik tavrını birleştiren özgün bir davranış sayılmalıdır.
“Eğer şimdiye kadar karakterlerimin zihinlerini ve en gizli
düşüncelerini biliyormuşum gibi davrandıysam, bunun sebesi, hikâyemin geçtiği
zamanlarda dünya çapında kabul gören bir tarzda yazıyor olmam; romancının
Tanrı’nın hemen yanıbaşında görüldüğü bir tarz bu. Her şeyi bilmeyebilir, yine
de biliyormuş gibi davranır. Ama ben Alain Robbe-Grillet ve Roland Barthes’ın
çağında yaşıyorum; bu bir romansa bile, kelimenin modern anlamıyla bir roman
sayılmaz. Bu yüzden belki de üstü örtülü bir otobiyografi yazıyorum.” (XIII.
S.91)
Karakterlerinin
durumunu okurla tartışan bu yazarlık çağları da tartışmaktan geri durmaz:
“Her çağ, her suçlu çağ, kendi
Versailles’ının etrafına yüksek duvarlar çeker; ben şahsen bu duvarları en çok
edebiyat ve sanatın çekmesinden nefret ediyorum.” (XIX. S. 148)
Bütün
bunların mantıksal sonucu olarak romancının, romanın finalini iki ayrı şekilde
yazması artık bizi şaşırtmaz. Bu roman aslında bu ikili olasılıktan daha
fazlasını kabul edeceğimiz bir zenginliğe ulaşır da, ondandır bu.
Lakin
bu ikiye bölme işleminde sanki zaman da iki çağa bölünür: Birinci finalde Sarah
içe dönük hastalıklı bir kadınken ikinci finalde ulaşılması güç, yırtıcı ve
etkili bir dişi olur. Yani roman zamanı Sarah’da bölünür: Viktoryen çağın
kadını ile neredeyse 1960’ların özgürlükçü kadını bu iki olasılık tarafından
paylaşılmıştır.
İlginç
bir biçimde bana sorarsanız ben yaralı ve özürlü Viktoryen çağ Sarah’sından çok
etkilendim, öbürü ise bana “bas bleu” denen kadınları esinledi ve onu içim
kabul etmedi.
0 yorum:
Yorum Gönder