Gürsel Korat'ın yeni romanı "Unutkan Ayna", 1915'e, tüm bakışların Anadolu'ya çevrildiği Ermeni Tehciri yıllarına götürüyor okuru.
ERAY AK
erayak@cumhuriyet.com.tr
-
Tarih, edebiyata nasıl bir alan açıyor sizce? Konusunu tarihten alan romanlar
yazan biri olarak bu konudaki düşüncelerinizi merak ediyorum. Aynı şekilde
romandaki tarihselliğin nasıl bir kurgu malzemesine dönüştüğünü ve bu bağlamda
gerçek ile kurgunun nerede başlayıp nerede bittiğini...
Tarihin edebiyata açtığı alan sezgidir.
Bilgiyi ya mantıkla ya da sezerek kavrarız. Mantıkla kavramak bilime, sezerek
kavramak sanata yakışır. Roman sezgiler ve heyecanlar boyutundan gelen bilme
biçimini okura taşır. Özneldir. Oysa tarih kavramlarla ve önermelerle kurulan,
heyecana kapalı, nesnel bilgidir.
Tarihin öznesi tarihi olaylar olduğu için, öznesi
insan olan edebiyatla tarih birbirine indirgenemez. Öznel yargılarla tarih tezi
yazılamadığı gibi, açıklama cümleleri kurularak da roman yazılamaz. Oysa bizim tarih
romancılığımızda birkaç istisna dışında tarihçilik tavrı yaygındır; roman bir
sanatsal yapıttan çok, bilgilendirme ve öğretme aracı olarak görülür.
Buna kesin olarak karşıyım. Yazar seçtiği
konuyla zaten yeterince kendini gösterir, anlattığı şeyin içinde de görünüp
akıl öğretirse bu zırvalık olur.
-Bundan
Unutkan Ayna’nın tezli bir roman olmadığı mı anlaşılmalı?
Evet. Yazarın siyasetçi ya da ideolog
haline geldiği tavırdan hoşlanmam. Bir
edebi yapıtın bütününde anlam gizlidir, anlamını göstere göstere konuşan yapıt
roman değil propaganda metnidir.
Sanat siyasal ideolojileri, dinleri,
sınıfları aşarak dinlerin, ideolojilerin ve sınıfsal aidiyetlerin yapamadığı
şeyi yapar: herkesin duygu dünyasına işler. Bunu yapabilen de yalnızca odur. Yazı
ahlâkı bunu bilmeyi gerektirir. İnsan ve insanlık hakkında yeni bir bilgi
içermeyen yapıtlar bu yüzden, -Kundera’nın o müthiş ifadesiyle- ahlak dışı
sayılır.
-Romanda
gerçek nerde başlar nerde biter, demiştik.
Roman tarihteki olayların ne olduğunu anlatmak,
doğrusunu göstermek gibi şeylerle çok dolaylı ilgilenir. Çünkü uydurmaktır işi.
Fakat tarihi olayları değil, kurmacayı uydurur. Nasıl bir hikaye anlatılacak,
kimler çatışmanın odağı olarak seçilecek, bu olaylar hangi düğümler atılarak
ilerleyecek, buna benzer sorular edebidir ve yazarın soruları bunlardır.
"GERÇEK KİŞİLERE KARŞI BİR SORUMLULUĞUM YOK"
-
Yeni romanınız Unutkan Ayna önemli bir tarihsel kırılmayı ele alıyor: Ermeni
Tehciri'ni. Ermeni Tehciri bağlamında tartışmak istediğiniz kavramın ise
"zaman" olduğunu düşünüyorum. Zamanın unuttukları ve
unutturdukları... Ne dersiniz? Ayna da bu noktada önemli bir imge olarak
karşımıza çıkıyor.
Başımıza gelen olaylar çok kısa bir
zamanda, kozmik zaman dilimlerinde gerçekleşir. Yaşamın uzun yıllar alan
kesitleri değerlidir ama günün her bir parçası da çok değerlidir. Zaman öyle
anlarda belleğe yazılır; herkesin gülümsediği yahut öldüğü zaman parçası kısa
bir andan ibarettir. Bu düşünceyi dondurup genişlettim. Zaman meselesi hakkında
daha fazla şey söylemeyeyim ki okurun kitaba baktığında göreceği şeyi gevezelik
ederek anlatmış olmayayım.
-
İlk soruyu da düşünerek: Unutkan Ayna'nın gerçek ve kurgu uzantılarından
bahsedebilir misiniz?
Romanı sürükleyen kişiler arasında hiçbir
gerçek kişi yok. Uzaktan sözü edilen tarihi kişiler gerçek: Talat Paşa, Enver
Paşa, Resneli Niyazi, Ankara Valisi Hasan Mazhar Bey... Yozgat ve Kayseri
olayları ve bazı Ermeni isimleri gerçek: Nazaret Dağavaryan, Krikor Zöhrab
gibi.
Bu, şu demek: Bu romanda her şey kurmaca. Gerçek
kişilere karşı bir sorumluluğum yok, çünkü onları romana hiç katmadım. Oysa
hakikat nedir sorusu önünde hem ahlaki hem de vicdani bir sorumluluk
altındayım.
-
Kahramanlarınız da sanki "gerçeklik" ve "hakikat"
arasındaki farkı vurguluyor. "Dünyanın gerçekleri" ile "insanın
hakikatleri" nasıl ayrışıyor Unutkan Ayna'da?
Siyasal atmosfer ve olaylar dünyanın
gerçekleridir; buna sıkı bir biçimde uymaya çalıştım. İnsan hakikatleri ise
“başına bir felaket gelmiş insanlar ve onların çevresindeki diğerleri”nin
mücadelesidir.
-
Bir coğrafyanın yazarısınız aynı zamanda: Kapdokya'nın. Unutkan Ayna da o
toprağın romanı. Kapadokya, yazdıklarınızda önemli bir yer tutuyor. Bir anlamda
edebi başkentiniz. Oradan bakıyorsunuz dünyaya. Nasıl bir önem taşıyor bu
topraklar sizde? Dahası edebiyatınıza nasıl etki ediyor?
Kapadokya’yı yazarken kendi içimde dolaşıyorum. Orayı anlatırken
ölümsüzlüğü sınamak kadar yanıltıcı bir duyguyla göneniyorum. Kapadokya’nın
ışığı, dokusu, kokusu, dili, tarihi, evleri, bulutları, otları, kayaları,
yolları, bu dünyanın hiçbir yerinde hissetmediğim bir “ben’e dönüş” yaratır
içimde. Kanımca yazar, kendi bedeninde ve ruhunda tüm insanlığı sınar; bunu
yapıyorum evet ama kendi bedenimi, aklımı ve düşlerimi de Kapadokya’da
sınıyorum. Bunu yapabildiğim tek yer orasıdır.
-
Tehcir üzerine konuşmak istiyorum biraz da. Halkın arasındaki tehcir anlayışını
detaylandırıyorsunuz romanda. Ana eksende ise fırsatçılığın, vurgunculuğun
karşısına koyduğunu insaf üzerinden yürüyor hikâye. Bu bağlamda da şu soruyu
soruyorsunuz bize: "Acılar üstüne kurulmuş bir mutluluk olur mu? Ya ölüler
üstüne kurulmuş bir yaşam?" Ben de size sorayım...
Olur mu?
-
Tehcir bağlamında Unutkan Ayna'nın tartışmak istediği en önemli konulardan biri
de devlet fikri şüphesiz ve bunun en güzel yansıması olarak Miralay Ziya Bey
var karşımızda. Devlet sırrı, vatana ihanet, teşkilat gibi kavramlar onun
üzerinden konuşuyor romanda. Devlet aklının nasıl çalıştığını mı göstermek
istiyorsunuz bize Ziya Bey'le? "Bu devletin hiç mi suçu yok lan!" diyen
kahramanlarınızdan Yuvanis'i nereye koymak gerekir peki Miralay Ziya varken?
Benim anlattığım hiçbir karakter yazarın
bakış açısından suçlu ya da suçsuz olarak yaftalanmaz. Herkesin öyküsünü kendi
açısından anlamlı bir bütün oluşturacak biçimde, meslekleri ve geçmiş
öyküleriyle birleştirerek anlatmayı seçtim; herkes kendince haklı ve doğru kişidir
bu romanda. Yazar bir kamera gibi davranmalıdır. Nasıl ki film izlerken
kamerayı unutursak, yazıda da –özellikle böyle bir tarafı tutma riski olan
romanlarda- anlatıcıyı yazarı unutacak biçimde kurmamız gerekir.
-
Devlet demişken... Bu kavramlar ışığında, yaşananların bugünkülere benzediğini
de görüyoruz sanki. Tarih bir şekilde tekerrür ediyor ve siz nasıl olur da
tarihle ilgilenmezsiniz değil mi?
Ben “tarih tekerrür eder” diyenlerden
değilim. Diyalektik olarak dönemlerin birbiri üzerine kapandığını düşünürüm.
Tehcir konusundaki devlet aklını da azınlıkları ve solu yok etme stratejisi
açısından tekrar eden değil, süreklilik gösteren bir şey olarak görüyorum.
"ÖZGÜRLÜK, ZİHİN HAPİSHANELERİNDEN KURTULMAYI GEREKTİRİR"
-
Miralay Ziya'dan devam edelim... "Ziya bir Hıristiyanın Türkçe konuşmasını
ve Türkçe yazmasını görmek bile istemiyordu: Ona göre Türkçe konuşan herkes
Müslüman olmalıydı," diyor anlatıcı. Nasıl oluşmuş böyle bir zihniyet
Ziya'da? Bunun tarihsel altyapısı nasıl gelişmiş?
Türk İslam sentezinin İttihatçılıktan gelen
bir düşünce olduğu çok açık. İttihat ve Terakki’nin merkez komite üyesi Ömer
Seyfettin gibileri özcüydü, doğuştan gelen din ve ırk terennüm ettiler, daha ne
olsun? Ayrıca genç Türkiye Cumhuriyeti de azınlıklardan kurtulup neredeyse
sadece Müslümanlardan oluşan bir devlet kurdu, Aleviliği “medenileştirmek”
(sünnileştirmek) istedi, Müslümanlığı reforma uğratacağını sanarak da bugünkü
fundamentalist çığırın temelini attı.
-Buna
karşın, tam da Ziya'ya cevap verir gibi derin bir kültür ağı kurulmuş romanda.
Türküler, atasözleri, ağıtlar... Bu bağlamda nasıl bir Anadolu ki anlattığınız
romanda Miralay Ziya, Trakya'dan gelip kendini sürgün saydığı bu topraklarda
Hristiyan ve Müslüman arasındaki farkın belirsizliğine şaşırıyor?
Romanda Nevşehir’deki Rumların ve
Ermenilerin Turkofon (Türkçe anadilli) olduğunu anımsattım. Örnek okura bir iki
ipucu bıraktım. Dileyen o izleri sürer. Ermenilerin Armenofon olduğu Yozgat
köyleri de vardı o zamanlar; Ermenice konuşuyor diye de kimse onlara yabancı
gözüyle bakmazdı. Başka dilden konuşmak
bugün bazılarına “ecnebilik” ve hattta “hainlik” gibi görülüyor. (Nedense?) O
zamanlar bu insanlara doğal gelirdi ve kimse de aldırmazdı. Demek ki bilinç
biçimlendirilen bir şeydir. Özgürlük gerçekten de zihnin hapishanelerinden
kurtulmayı gerektirir. Ben bu zihin hapishanelerimizi ürpererek hissettim
romanı yazarken.
-Nedir
bunlar?
Tarihi yeniden yazmak ve olayları buna göre
anlatmak. Örneğin Çanakkale Savaşlarına katılan gayrı müslimler şehitlik
edebiyatımızda yok. Ermeni partileri ve Ermeni dili ihanetle eşdeğer. Rum
korkak ve kalleş. Hıristiyanlar “bizden” değiller ve yabancılar hesabına
çalışıyorlar... Böyle şeyler söyleyince her şey doğruymuş gibi davranılıyor.
Oysa bunlar propaganda yoluyla kamuya mal edilmiş önyargılar.
"HİÇBİR ŞEY OLMAMIŞ GİBİ DAVRANAMAYIZ"
-
Kahramanlarınızdan devam edersek... Memet ve Kirkor'a gelmek isterim. Tümden
bir siyasetin çöküşü gibiler adeta; öylesine kardeş, iç içe...
Bugün Türkiye’deki Ermenileri Ermenistanlı,
Rumları Yunanistanlı “ecnebiler” olarak gören, onları düşman bellediği için
arkadaşlık ne kelime, gıyabında onlara düşman olan kollektif bilinçdışına bunu
söylemek inandırıcı bir şey gibi görünmüyor. Kalpleri mühürlenmek deyimini ben
bunlar için kullanıyorum. Bu ülkede radikal Müslümanlar ve ırkçılar doğrular
karşısında Kur’anın o ifadesine uygun davranırlar: Gözleri vardır görmezler,
kulakları vardır işitmezler. Kalpleri mühürlenmiştir.
-
Yaşanan günlerin tüm karanlığına rağmen renkli karakterler var romanınızda...
Yaşam öyle bir yer değil midir? Herkesin
aynı bungunlukla dolduğu, herkesin herkese benzediği ve aynı şeyi konuştuğu bir
roman yazmak düşmanımın başına bile gelsin istemem.
-
Kadınlık ve o dönemde kadınların, özellikler Ermeni kadınların yaşadıkları da
romanın aklımıza kazımak istedikleri arasında. "Olan kadına olur
zaten," diyor ya zaten anlatıcı da... Nedir kadına olan? Dün ve bugün...
Hepimiz bu olayları geçmişte rahatça
anlatabilirken zamanla susmayı öğrenmiş bir toplumun parçasıyız. Oysa herkes
konuşmaya başlasa sağda solda tanıdığı birilerinin Ermeni kızı olduğunu bildiği
görülecektir. Ben bütün sülalesi Yozgatlı olan bir kişiyim, bu hikayelere
yabancı değilim. İşte bu nedenle anlatmam gerektiğinin de farkındayım. Bu
ülkede azınlıklardan biri bu konuyu anlatmaya başladığı zaman gerçeği söyleyen değil
de devleti kötüleyen kişiler gibi gösterilir. Fakat tam tersine Ermenilere bir
kötülük yapmış olanların çocukları olarak, (Türk ve Sünni aileden gelme
Yozgatlı biri olarak!) konuştuğumuzda birden yüzler değişiyor, sağdan soldan
çekiştiriliyoruz: “Tamam” deniyor, “bunlar doğru ama bizi başkalarına anlatma!
Kol kırılsın yen içinde kalsın.”
“Hayır” demeliyiz; iğfal edilmiş bir kadın
bile olsa, yalnızca bir kadın için bile konuşmaya değer. Fakat bu öyle böyle
bir sayı değil, yüzbinlerce kadın, bir o kadar çocuk ve adamdan söz ediyoruz.
Hiçbir şey olmamış gibi davranamayız.
-
Anlatım üzerine de düşünen bir yazarsınız aynı zamanda. Yine Doğdu Tanyıldızı,
bu bağlamda özel bir yerde duruyor halihazırda. Unutkan Ayna'da nasıl bir
anlatım yaratmaya çalıştınız? Okuyanlar görecek ama sizden de dinlesek...
Bu romanda özellikle duyu organlarını öne
çıkaran bir dil seçtim. Bir de gün içindeki zamanın parçalara ayrılışını. Fakat
Yine Doğdu Tanyıldızı gibi bir üslup
romanı değil bu.
-
Kahramanlarınız tehcirden kaçış için bir yol arıyor doğal olarak. Bu yolu
unutmamak için de bir bellek taşına ihtiyaç duyuyorlar. Çok zengin bir imge
olarak öne çıkıyor küçücük bir sahneyle de olsa bellek taşı. İhtiyacımız olan
şey de bu sanırım. Ne dersiniz? Unutmamak için Unutkan Ayna gibi bellek
taşlarına ihtiyacımız var.
“Elbette” diyor, susuyorum.
-
"İyi roman, başka varlıkları, durumları, olayları anlamak ve anlatmak
içindir," diyorsunuz bir yazınızda. Unutkan Ayna'da anlatmak
istediklerinizi okuyacaklar muhakkak ve her okur da kendi meşrebince anlayacak
okuduğundan. Fakat merak ettiğim şu: Siz neyi anlamak için yazdınız Unutkan
Ayna'yı?
Bir örnekle yanıt vermeye çalışayım. Bir
şiir yazıyoruz diyelim. İçinizde şiirin sezgisi var, bazı sözcükleri de var ama
henüz kendisi yok. Yazdıkça çok etkili bir şey ortaya çıkıyor ve şiirin duygusunu
inşa ediyoruz. Başta gözlerimiz parlayarak heyecanla kurduğumuz şiiri artık
ağlayarak okuyoruz. Ağlayarak. Niye? Çünkü yazıncaya kadar fark etmediğiniz
şeyler birden önümüzde belirmiştir.
Ben neyi anlamak için yazdım, ne bileyim.
Yazar her şeyi bilerek yazan kişi olsaydı o edebiyata katlanmak zor olurdu.
Yazdım ve anladım bir şeyler. Benim anladığımı belki başkaları anlamayacaktır.
Başkalarının anladıklarını da ben anlamıyorumdur. Hatta romanda söz ettiğim
şeylere hiç düşünmediğim anlamları verenler çok olur, bunda da öyle olacaktır.
Ama şu kadarını söyleyeyim, bu romanda insanlığın vicdanına değen bir şey var,
herkes nasıl anlarsa anlar bilemem ama o vicdanı ruhunda hissetsin, bu bana
yeter.
Cumhuriyet Kitap, 14 Nisan 2016
0 yorum:
Yorum Gönder