“Her insanın hem yüce hem de
sefil bir ruh düzeneği içinden hareket edebildiği fikriyle masanın başına
oturuyorum,” demişti vaktiyle Gürsel Korat, kendisiyle yaptığımız bir söyleyişinde.
Bu kez 1915’te yaşananlara ayna tutuyor yeni romanında. Bu toprakların
kapanmayan yaralarından birisidir Ermeni tehciri. Kapanmadığı gibi hâlâ kanayan
bir yara bu. Üzerinden bir asır geçmiş olsa da… Gürsel Korat, zamanı 101 yıl
öncesine götürüp, on günlük bir felâketin açtığı yarayı anlatıyor “Unutkan
Ayna”da. Korat’la son romanı üzerine konuştuk…
Çağlayan Çevik
“Unutkan Ayna” gibi bir roman söz
konusu olduğunda ve diğer romanlarınızla birlikte düşündüğümüzde,
"zaman" mefhumundan uzun uzadıya söz etmek gerekiyor... Bilhassa
"beklerken genişler zaman" sözü (sabah 8.40) bu yönden çok şey ifade
ediyor... Yaklaşan bir "felaket"in yarattığı ruh halinin simgesi bu
söz. diğer taraftan, diğer romanlarınızdan farklı olarak 10 günlük bir zaman
dilimini anlatıyorsunuz bu kez. Ama bütün genişliğiyle...
Diğer romanlarımda sözü
edilen zaman uzun, öykü zamanı kısa olurdu. “Rüya Körü”nde 220 sayfada kırk yıldan
fazla zamanı anlattım ama okura baştan hangi hızla gideceğimin işaretini verdiğim
için bu bir sorun oluşturmadı. “Kalenderiye”de anlatıyı yüzyıllara
böldüm! Doğrusu, benim zamanla derdimin anlatıya yansıyan cilveleri
bunlar. Bu kez yazdığım en oylumlu roman olduğu halde “Unutkan Ayna”da hepi
topu 12-22 Haziran 1915 tarihleri arasını anlattım ve üstelik onları kozmik
zaman parçalarına böldüm: Kuşluk 10.40 ya da Yatsı 21.00 gibi. Çünkü tam da isabetle
yaptığın alıntıda olduğu gibi deneyimlerim aklımdaydı, felaketi veya acıyı
beklediğim zamanlarda o zamanın nasıl genleştiğini bilmekteydim. Bunu romana taşıdım:
“Unutkan Ayna”da insanlar bir felaket beklentisi içindeler; felaketin geldiğini
de görüyorlar ve üstelik kaçamayacaklarının farkındalar. Böyle durumlarda
"Dur bakalım" denir de o gelen şeyin dokunmayacağı varsayılır ya, o
duygunun da etkisi altındalar. Bu çok trajik bir haldi. Acı verici ve
umutsuzluk dolu. Yazarı da kıskacına alan bir durum. Bu nedenle felaketi
bekleyenlerle bekledim felaketi. Romanı yazarken, romanın yazıldığı zamanı ve
kişileri tek tek kendi dünyamda deneyledim. Zamanın giderek duracağı ve donacağı
bir halin peşindeydim çünkü. Böylece karakterlerin bitmek tükenmek bilmeyen
bekleyişleri sırasında okur için zamanın nasıl da koştura koştura gittiğini
gösterme fırsatı buldum. Okur romanı bitirmek istemesin, bittiğinde de çok
kısa bir şey okumuş gibi doyamadan kitaba baksın istedim. Oysa kısa bir roman
sayılmaz “Unutkan Ayna”.
Unutkan Ayna" özelinde bakınca,
üzerinden 100 yıl geçmiş bir vak'adan söz ediyoruz burada. Bu vak'anın yaşandığı
'an'ların hikâyesi bu. O yüzden gerçekten kısa bir roman değil, kapağını kapatıp
düşündüğümüz zaman çok şey sökün ediyor. Örneğin, yıllarca yeni seçilen ABD başkanlarının
"Ermeni Soykırımı"nı tanıyıp tanımayacağı üzerine tartışmalar kopardı
ve kısa süre sonra unutulurdu. Daha çok "politik" düzeyde gündeme
gelirken 2000'lerde meseleyi derinlikli sorgulamaya başladık ülkece. Ne yazık
ki Hrant Dink'in öldürülmesinden sonra ise "farkındalık" daha da yaygınlaştı.
Ancak hâlâ bir hesaplaşmadan söz edemiyoruz. “Unutkan Ayna”ya Gürsel Korat'ın
hesaplaşması demek ne kadar mümkün?
İki türlü mümkün: İnsan
olarak ve yazar olarak.
Öncelikle kıyımı yapanların
safında doğmuş, öyle büyümüş, Sünni ve Türk ideolojiye göre yetişmiş biri olduğum
için bununla insani açıdan hesaplaşmak zorundaydım. Küçük bir kızgınlıkta
"Ermeni tohumu" "gâvur çocuğu" hakaretlerini sağa sola
savuran benzerlerimin başka coğrafyalarda "Türk tohumu" olarak aşağılanabildiği
hiç aklıma gelmemişti. Bunu yirmili yaşlarımda fark ettim. Demek ki bu konuda
uyanmam bir hayli zaman almış. Empati gelişmeye başladı yavaş yavaş. Öte yandan
içimizden birilerinin aslında Ermeni yahut Rum olduğunu kanıtlamaya çalışanların
sinizminden eh yetti artık diyerek çıkmam da gerekiyordu. Çıktım ama bu kez de
sol jargon da uyuttu bir müddet beni: "Galata bankerleri Rum'dur, hmm
burjuva. Ermeniler ise Fransızlarla işbirliği yapmış. Hmm. Hain."
"Yahu arkadaş bunların içinde hiç mi fakir köylü yoktu?" sorusu
sorulmalıydı elbette.
Sordum. O zaman da aklıma
derhal annemin anlattığı 'damda öldürülen Civan'ın öyküsü' geldi. Şöyle anlatırdı
annem: "Damda Civan'a diyorlar ki, oğlum kelime-i şehadet getir, oğlanın
anası babası yeni ölmüş ne edecek ki kelime-i şahadeti. Ağlıyor, anamı isterim
babamı isterim diyor. On iki yaşında bir sabi. Sıktılar kafasına, küllüğe düştü."
Bu hikâye hiç aklımdan çıkmadı.
İlk işittiğimden bu yana neredeyse elli yıl geçti. Bu olayı ağlayarak anlatan
annem de aklımdan çıkmadı. Çünkü anneannem de ağlayarak anlatırmış. Baktım ki sıra
bana geliyor, "yok yeter bu kadarı" dedim.
İki türlü hesaplaşabiliriz
demiştim, bu insani olanı. Öbürü ise yazar olarak hesaplaşmamdır.
Olayları insan öyküleri
olarak anlatmamız gerekiyordu, bunun peşinde yıllarca dolaştım, kafa yordum.
Aslında ilk küçük denemeyi 1996'da basılan “Çizgili Sarı Defter”de yapmıştım,
orada "Ve Sonra İnsanlar Ölür"de Ermeni kıyımında annesinin eteğinin
altına saklanarak kurtulan Hatice'nin öyküsünü anlatmıştım. Fakat karmaşık ve
büyük, hepimizi kapsayan, biz gibi olan bir şey yazmalıydım, öykü bana
yetmezdi.
Öyle bir konu ki bu, herkesi
kızdırabilirsin. Yaptığın iş beğenilmeyecek; bu neredeyse en azından yüz
üzerinden elli kesin, gerisi ise şansa kalmış.
Bunun için şu düşüncelerle
hareket ettim:
1) Bizimkiler ve ötekiler
yok,
2) İyiler ve kötüler yok,
3) Hainler ve vatanseverler
yok. Yalnızca insanlık ve halleri var.
Bunu güzel kotarılmış bir
hikâyeye bağlamaktı zor olan. Dengeli, hareketli, merak dolu. Aslolan iyi bir
hikâye anlatmaktır, bunu hep böyle bildim ben. İlk defa değil. Hatırlarsın,
“Yine Doğdu Tanyıldızı”nda hikâyeyi kendi kurduğum biçimiyle anlatabilmek için
Celaleddin Rumi'den vazgeçtim, Niğde'de Nizamüddin Dârâ'yı yarattım.
Böyle bir şeydi işte bu
hesaplaşmanın iki ayağı.
En önemlisi de Ermeni kıyımına
sessiz kalmamış bir yazar olmaktı. Sessiz kalamazdım ben. Ben, ben isem, bu
olmazdı.
Yaklaşan felaket dedik başlarda. “Yine
Doğdu Tanyıldızı”nda da yaklaşan bir felaket temel dinamiği oluşturuyordu.
Fakat bu seferki felaket “içeriden” çıkıyor. Bir ay öncesine kadar birbirine
selâm veren insanların birden bire birilerinin malına mülküne hatta karısına
bile göz diktiğini görüyoruz. Bu açıdan insan doğasındaki hoyratlığı bütün
çıplaklığıyla ortaya koyuyor aslında…
İnsanlar hakkında
genelleyici bir yargıya varmak bir roman yazarı için sıkıntılı bir durumdur. İnsanlar
kötüdür, hoyrattır falan diyemez bir yazar. Özel koşullara bakar ve insanların
özel durumları karşısındaki halleri hakkında aforizma söyler.
Ermeni kırımı günlerinde yaşadığımızı
bir an düşünelim: Birileri gidecek ve bu önlenemeyecekse, içimizden bazıları o
gidişe sevinecektir. Bundan çıkarı olanlar sevinebilir mi evet. Fakat bu çıkarı
reddedenler ve bununla asla bağdaşamayacak kişiler de olur. Romancı bunu görmek
zorundadır.
Diğer taraftan meselenin "insanlık
hali" ile ilgili olduğunu en iyi gösteren örnek kanaatimce Miralay ile
Binbaşı'nın aynı orduya mensup iki insanın kasabalıya ve Ermenilere olan yaklaşımı
olsa gerek. Bu durum biraz da tarafsızlığın(ızın) bir tezahürü sanırım.
"Yazarın nesnelliği"
daha iyi bir ifade olur, "tarafsızlık" biraz yargıçlık yahut hakemlik
gibi bir konuma denk düşüyor. Siyaset dışılık gibi anlam da içeriyor. Romanında
nesnel olabilir yazar. Fakat romanı bitirip de kapağını kapattığınızda yazara
sorun bakalım, bu olaylar karşısında tarafsız mıdır, hayır. Ben Ermeni
meselesinde mazlumlardan yanayım, kim acı çekmişse ondan yana. Kitabım dışında
bunu söylerim, kitabımdaki yazar sesi bunu dile getirmez.
Peki bu açıdan bakınca, romandaki
kahramanların kaderini belirleyen kişinin büyük ölçüde bir "çoban"
olması da bu nesnel duruşun bir tezahürü sanırım.
Bilmem, bunu böyle düşünmedim.
Belki de çobanın biraz dengesiz ve heyecanlı biri olması bunu akla getiriyor.
Bir de öyle kritik anlarda ve durumlarda ortaya çıkıyor ki, okurun yerinde
olmak istemem. Yürek sızısı bir adam. Benzeri yok bir fenomen. Onun edebiyatta
bir benzeri olmadığının yazarken farkındaydım. Kıvançlıyım insanlığa onu
gösterdiğim için.
Romanlarınızın alıştığımız coğrafyası
Nevşehir ve havalisi… Bu romanda da bütün kozmopolit yapısını görüyoruz bütün
unsurlarıyla. Üstelik en küçük kasabada bile… Haliyle durup baktığımızda, aslında
bu çoklu kültürü yitirdiğimizi görüyoruz üzülerek. Bugün baktığınızda bir
kuraklık hissi veriyor mu size?
Hem de nasıl. En büyük kaybımız
Hıristiyanlarımızdır. Burada olsalardı da keşke onları sevmeseydik. Öyle de
olurdu zaten; pis şişkolar derdik bazılarına, kapatın şu manastırları diye
haberler çıkardı, yahut paskalya bayramı trafiğinden söz ederdik, kafası açık
başı açık konusu bu kadar dert olmazdı, kapalı olmak da aynı. Çok ileri bir
toplum olurduk, aynı zamanda gerilimli ve çelişki dolu olurduk. Hıristiyanlar
Türkçe ibadet ederdi, Müslümanlar Arapça, buna gülerdik. Dünyamızda böylesi
çocukça nefretler olmazdı, kiliseleri yıkıp onların taşıyla kurulmuş imam
hatipler olmazdı en azından. Kiliseler ahır olmazdı, esnafımızın ahlakı tümüyle
selefi ahlakına dönmezdi. Yazık oluyor halen, korkarım daha da çok olacak.
Belki yanılıyor olabilirim ama, en
kalabalık “kadın kahraman” kadrosu sanki “Unutkan Ayna”da karşımıza çıkıyor. Diğer
taraftan bütün varlıklarıyla en az erkekler kadar etkinler. Hatta Zabel
özelinde değerlendirecek olursak en kilit noktada yine kadınlar yer alıyor…
Ermeni sorunu yalnızca
ekonomik ve insani bir sorun değil aynı zamanda bir kadın ve çocuk
sorunudur. Hatta bazıları için cinsel sorundur. Bu söylediklerimi tam açıklayabilmem
için o zamanın sürgün havasına bir bakmamız gerek: "Ermenileri
sürdük" diyorlar birileri; katletmediklerini söylüyorlar ama diyelim ki
öyle, sürülmek az şey mi? Çoluğunla çocuğunla hop diye bir sürgüne git bakayım
ne oluyor? "Onlar öldürülmedi, sürgüne gitti" deyince her şey
hallolmuş gibi konuşanlara bakıyorum da Ermeniler tatile gönderilmiş gibi
davranıyorlar. Ermeni sorunu kadın sorunudur demiştim, bu yüzden. Adamları
öldürüp yahut sürgün edip kadınları seçiyor adam, sabileri de. Kimi kız kimi oğlan.
Bunları ya ikinci karı olarak alıyor, ya hizmetçi ya besleme. Ucuz işgücü.
Bedava cinsel köle. Beğenmediğinin de artık nesini alıyorsa alıyor,
gönderiyor. Bir arkadaşım "herkes kadınlara ne kadar sulanıyor bu
romanda" dedi, erkek olmadığı için böyle dedi, biliyorum. Erkeklik
bilgisiyle düşünse böyle demezdi. Bu yüzden bu romanın kahramanları gerçekten
seven erkeklerle, kadınlara göz diken erkeklerin karşısında ne yapacağını
bilen, derin düşüncelere sahip kadınlar oldu. Bunu hep ürpererek düşündüm romanı
yazarken, kadınlığın hallerine onlar adına çok üzülerek. Bir kız babası olarak.
Bu nedenle bu romanda kadınlar benim kahramanımdır, o kadınlara tutkun erkekler
ise ancak kadın dolayımından kahramanım olabilirler.
Bir şey daha var ki, romanda çok göz
önünde olmasa da tuhaf bir yere sahip olan şey "at" imgesi. Başından
sonuna askerden sivile, bir metafor olarak karşımızda dikiliyorlar. Felaket de
iyi haber de at sırtında geliyor... Atla başlayan roman yine atla bitiyor.
Atın o dünyada işlevini çok
düşündüm elbet. Bir de çerçinin atı çok özel bir şey; kabul edelim ki boyunduruğunda
fenerle dolaşan bir at imge olarak güzel. En azından bunu tasarladığımda beni
çok etkiledi. At bütün insanların sevdiği bir hayvandır aynı zamanda, görsel
bir işlevi vardır. Bu roman bilinçli ve apaçık bir biçimde, görselliği, bir
perdeyi ansızın açar gibi kullandım. Varlıkları hışımla ortaya getirip koyduğum
bir teknikle yazabildiysem, hayvan varlıklara yakından bakabildiğim içindir.
Bunda yazarı yalnız insan dolayımından değil hayvanlar ve nesneler dolayımından
da düşünen bir kişi saymamın etkisi de vardır.
Söze zaman mefhumundan girdik, yine
onunla tamamlayalım. Genel olarak "tarihsel roman" söz konusu olduğu
için zaten zaman ile ilgili bir şeylerin peşine düştüğünüz ortada. Öyle veya
böyle artık "değiştirilemeyecek" şeylerin, "geçmişte kalmış"
hadiselerin yeniden kurgulanması bir roman zamanı içinde ele alınmasından söz
ediyoruz. Tem nesnelliğe ve diğer yaklaşımlara rağmen yine o "zamanı"
bükme aslında zamanla bir alıp veremediğiniz olduğunu göstermiyor mu?
Zamanla sorunum olduğunu
söylemek hoşuma gitmiyor. "Kavgam var" demiş gibi oluyorsun. Ben zamanla
uğraşmayı bir zihin eğlencesi, bir keşif gibi gördüğüm için "zamanla bir
dostluğum var" demeyi yeğlerim doğrusu. Şüphesiz zamanla ilgili bir yığın
gönderme yaparım, her zaman yapmayı da severim. Fakat bunu felsefi bir olanak
gibi değil, artistik bir olanak gibi görmekten yanayımdır. Sonuçta zaman
metafiziğin ve felsefenin alanına giriyor. Romanda felsefe yapmak hoşuma
gitmez, romanda felsefi çıkarımların yolunu açmak doğru görünür gözüme. Yani
ben her türlü sözü öncelikle artistik-estetik düşünce için bükerim; bundan
isteyen felsefi, siyasal ve hatta isterse dinsel sonuçlar çıkarır. Bir de zamanı
niye eğip büküyoruz, bugün için. Bugüne yazılır roman çünkü, kalabilecekse de
yarına. 1915'te günün kozmik dilimlerini gösteren dijital saat yoktu, ben o
yüzden bugünün okurunun anlayacağı dille, kozmik saatlerle anlattım dünü. Bu,
çok kıymetli olan zamanın önemini göstermek için gerekiyordu. Anlattığımız şey,
yaşamak için en kör umuttan bile kazanılmak istenen bir zaman parçasıydı çünkü.
Tam burada araya gireceğim, bu romanın
diğerlerinden önemli farklarından birisi şu; her ne kadar bir asır geçmiş olmasına
rağmen üzerinden hâlâ güncelliğini, etkisini koruyan, öyle veya böyle adam akıllı
hesaplaşılmadığı için tartışılan bir mesele bu. Bu açıdan baktığımızda da
"zaman" olgusunun devamlılığı karşımıza çıkıyor. Her ne kadar romanda
bölüm adlarını zamana dair cümlelerle oluşturmuş olsanız da...
Onu okurun çağrışımına bırakmayı
yeğledim. Ermeni sorunuyla hesaplaşmadık doğru, ama bunun yeri roman değil.
Siyaset hesaplaşır, sanat yüzleşir. Ben yüzleşmeyi öne çıkardım. Roman dünyayı
değiştirmek için yazılmaz fakat eminim ki iyi bir roman dünyayı değiştirme
arzusu uyandırır.
Istanbul Art News
(IAN) Haziran 2016
0 yorum:
Yorum Gönder