Kalenderiye'nin yeni kapağı Ezel Akay tarafından yapıldı
Kalenderiye,
tutkuyla, hastalanmış gibi yazdığım tek romandır. Özellikle üçüncü bölümde
kullandığım anlatıcı dilini "ben" anlatıcı yapmakla kalmayıp bir de
bütünüyle "Kayserilice" bir ağıza döndürmüştüm ve bunun anlatı değerini keşfedince adeta kendimden geçmiştim. Yazarken o kadar da farkında değildim: anlatıcının Orta Anadoluluca konuşması, anlattığı şeyi o kadar "yaşanmış" hale getiriyordu ki, dilin nasıl da coğrafyanın ve insan ilişkilerinin somut pratiğine
yaslandığını, nasıl da somut bir varlık olduğunu yıllar sonra kavradım. Kalenderiye'den sonra "Vatanım dilimdir" sözünü
söylemek bana bir yazarın konumunu açıklamak için başvurulacak temel bir
argüman gibi göründüyse, bundandır.
Şu alıntıya
bir bakalım:
Gayseri’den yola çıkdıktan soğna üçüncü gunümüz başlıyorudu,
horuzlar dillendi, gunüñ başladığı yirler güllendi, hanın damında gice gozcülüğüm
tam bitti diyorudum ki Yusuf Pîr’i gordüm. Guççük abdesini yapmaya çıkıyorudu.
Ne takkesi varıdı başında, ne de hırkasın giymişidi. Avluyu geçdi, çatalgapıyı
açdı, hevanın topak topak bulutlandığını gorüb niyledi bilmem, depeden yüzünü
seçemedim. Gapınıñ oğündeki torlakları elini goğsüne bastırı bastırı selamladı,
daz depesinden bakıncı, toparlak bir daşın üsdüne iki kalın gıl komuşlar gimi
bir hali varıdı. Toramanlardan biriniñ uyuz iti pîrime yaltaklandı, Yusuf Pîr
yörüdü, köşüyü dönüp kederleni kederleni işedi. “Nirden biliyoñ” dirseñiz,
herif ikide bir iç geçiriyorudu.
Buradaki ses
tekrarları çocukluğumun yaşlılarını düşündükçe yakaladığım bir buluştu doğrusu.
Bu anlatım biçiminde öylesine bir coğrafi insan yaşıyordu ki, yazı dili
olmaktan çıkıp sözlü bir dilin anlatıcısına benzemişti adam. Üstelik sözlü
kültürün çağında yaşayan, okuma yazma bilmez bir adamdı yazdığım. Yani yazı ölmüş sözlü kültürü yeniden canlandırıyor fakat bunu yazıyla yapıyordu!
Bir de, olayı bağladığım
yer çok derindi. Edebi metinde felsefi argümanların nasıl da yaşayan bir ses
kazanacağını bu kitapta gördüm. Teozofi, bu kitapta insanın etine kemiğine
büründü; icat ettiğim anlatı dili bu kez kendi başına hareket eder gibi,
kendince şeyler icat ediyordu:
“Bak” didi
sertahrir, “Aslında insan bir’den fazla insandır, bunu hiç aklına getirdiñ mi?”
Yusuf Pîr “yok” didi, nasıl olduğunu sordu.
“Çocuğuduñ bir zamanlar. O çocukluk niriye gitdi? Delâğannıydıñ,
o delâğannılık niriye gitdi? Şinci de goca bir herifsiñ, ihtiyar olub beliñ
bükülüncü, bu pelvan niriye gidecek?”
“Tamam da, ne bu şinci?”
“Şu ki, bir insanda dört beş ayrı zaman var.”
Aklım fırlayacağıdı. Pîrime bakdım, o da hayretinen donağalmış,
sertahrire bakıyorudu: “Çok yaman bir adam olduğuñ belliydi de, pes Paşa, sen
aklımı şinci copur copur copulatdıñ” deyu atın gemine asıldı.
Sanırım, ben
edebiyatla felsefenin ilişkilerini ilk kez bu kitapta derin bir yerden düşündüm.
Edebiyatı ve felsefeyi birbirinden ayırabilmeyi ilk kez bu kitabı yazarken öğrendim.
"Alışılmışın dışında düşünerek" yazmanın anlamını da.
Kalenderiye bir roman olarak, diliyle hep
önde giden, “dil otu yemiş” hergeleleri akla getirir; şüphesiz o hergeleyi
içimden çıkarıp orta yere koyan benim fakat kendimi yine de onun kadar ayrıksı
bulmuyorum. "Yapıt
yazarından öte ve başka bir şey midir?" sorusunu bir soran çıkarsa, "Kalenderiye’ye bakmalıdır" derim. Fakat, yine
de “o, bütün kitaplarımın en bana benzeyenidir. O en çok benimdir” sözünü söylemeden duramayacağım.
YKY tarafından Ocak 2017'de yapılan yeni
baskısı güzel yollarda yürüsün.
0 yorum:
Yorum Gönder