“Unutkan Ayna vicdanla yoğrulmuştur.”




Cevat Dereli, Hasat, Resim ve Heykel Müzesi Ankara


Söyleşi: Sarkis Güreh 

1915 üzerine bir roman yazma düşüncesi nasıl ortaya çıktı?
Tahmin edebileceğiniz üzere böyle bir şey yazmanın cesaret isteyen bir yanı var. Edebi ve politik açıdan demir leblebi bir konu. Hem Türk olacaksınız, hem “biz” ve “onlar” demeyeceksiniz, alışılmış bir şey değil.  Öte yandan dünya edebiyat birikimini gözetecek, olan bitene olabildiğince nesnel yaklaşacaksınız ama bunları  insanlık sevgisiyle anlatmanız gerekecek. Aslında benim yazarlık tutumum zaten sadece Unutkan Ayna’da değil bütün kitaplarımda böyledir. Mesela Rüya Körü’nde hep dışardan anlatılan Bizans’ı içerden anlattım ve oradan Türklere baktım. Kapadokya konulu romanlarımda İç Anadolu’nun tarihsel birikimine bakarken de etnik yapılara çoğulcu bakış açısıyla yaklaştım. Yani böyle bir terbiyeyi uzun zamandır edindiğim için Unutkan Ayna’nın yazılış sürecinde önceki yazınsal yolculuğum bana yol gösterdi.
1915 üzerinde uzun zaman düşünüyor ve her düşündüğümde de üzülüp, öfkeleniyordum. Çünkü sonuçta böyle bir olay var. Adına ne derseniz deyin. İnsanların bir şekilde Tehcir ya da Soykırım olarak isimlendirdiği bu olayların siyasal boyutu romancı için estetikten uzağa düşürücü duygusal tehlikelerle dolu. Böyle bir konuyu yazarken duygulara kapılmak yahut “kanıtlama” çabasına düşmek estetikten uzaklaşma sonucunu doğurabilir çünkü. Sanatın görevi oldu/ olmadı meselesini tartışma konusu yapmak değil, olaya insan odağından bakabilmektir. Hal böyle olunca kişisel olarak bana düşen şuydu: Boynumun borcu olan bir ödevi yerine getirmek.
Tezli bir roman değil sizinki…
Doğru. Ben tezli roman sevmem. Çünkü roman mantık ve bilgi değil, duygu ve sezgi işidir. Roman, “soykırım olmuştur” ya da “olmamıştır” demez. Bunu söylerseniz siyasi bir temellendirme yapmış olursunuz. “Olayların gerçeğine birebir uymak”, “yaşanmış bir olayı dile getirmek” bir romancının sözleri değildir, bunları genellikle roman yazdığını iddia eden ideologlar söyler.  Okuyucu edebiyatı edebiyat olarak görmeli ve romandaki bir insanın kaderiyle özdeşleşerek düşünse bile nasıl bir büyük olayın yaşandığını hissetmelidir. Benim için gerçekten çok önemliydi, böyle düşündüm ve bir çözüm bulabildim. Bu sayede daha çok insana ve vicdana ulaşabileceğimden emindim.
Kitapta anlatılan hikâye ve karakterler gerçek değil. Ama yaşananlarla pek çok açıdan örtüşüyor.
Kurmacada, gerçeği anlatmaktan daha çok bir “ölçek” bulmak önemli. Raymond Kevorkyan’ın kitaplarını okurken özellikle İç Anadolu’daki nüfus dağılımı üzerinde çok düşündüm. Yozgatlı olduğum için ailemden işittiklerimle birleştirerek haritaları inceledim. Ermeni demoğrafyasında en az Ermeni nüfusun yaşadığı yerleri özellikle arıyordum. Çünkü ben Boğazlıyan ve çevresini çocukluğumdan beri dinlediğim için bilirim. Satır, tüfek ve olmadık araçlar… Yani olayların vahşet düzeyine tırmandığı yerleri anlatmak istemiyordum. Yüreğim kaldırmıyordu. Öyle yazsam Unutkan Ayna okunmaz hale gelirdi. Çünkü acıklı olayları okumak da anlatmak da zordur. Bir anlatırsın iki anlatırsın ama üçüncüde sen de bozulursun, anlatamaz hale gelirsin. Önce böyle yazdım çünkü, denedim. Oradan biliyorum. Yozgat ve çevresinde olanları anlatmayı denedim ama yazamayacağımı anlayarak bıraktım. Aradan zaman geçtikten sonra, Boğazlıyan’a yakın, atla gelinebilecek, henüz tehcire başlanmamış ve Ermeni nüfusunun az olduğu bir yer aradım. Nevşehir’i öteden beri bildiğim için o bölgenin yapısını inceledim. Bu şehre ilişkin fazla bir tehcir anısı da yok. Dolayısıyla birinin haklı bir şekilde çıkıp  olayların o şekilde yaşanmadığını söylemesini istemedim. 
Böylece Unutkan Ayna’da dönemin Türkiye’sinin küçük bir modelini kurdum. Türkleri, Ermenileri ve Rumları aydınlar ve halktan insanlar olarak iki katman halinde kurguladım. İstanbul’dan farklı olarak iç Anadolu’nun Türkofonluğunu gösterebilmek, insan tiplemesi açısından benzerliklerin altını çizmek çok önemliydi. Yani “ötekileştirdiğiniz insanlar da bizim gibi Türkçe konuşan insanlar, bu milliyetçilik de neyin nesi?” sözünü söylemeyi bu nedenle çok önemsedim.  
Unutkan Ayna, çok katmanlı, pek çok konuyu ele alan bir kitap. Aynı zamanda ezber bozan bir tarafı da var
Türk şöyledir, Ermeniler böyledir, Rum öyledir diyerek kalıpyargıları yinelerseniz karakter yerine karikatür yaratırsınız. Bütün şehvetli kadınlar Rum, bütün kötü adamlar Ermeni ve Türkler hep iyiler olacak! Böyle bir şablon gerçekçi değildir, Edebiyat da insanlık da bu noktaya çok uzaktır.
Unutkan Ayna’yı vicdanla, duyguyla ve estetikle kavranabilecek bir çizgiye çekmem ve politik bir tez öne sürmekten kaçınmam burada çok yerinde ve doğru bir davranış oldu. Bütün büyük yapıtlar böyle yazılmıştır, Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı ve Kazancakis’in Zorba’sı tam da böyledir. Kanımca zaten Rumları ve Ermenileri anmadan Türk tarihinin eksiksiz yazılması olanaksızdır.
Tarih sonradan yeniden ve yeniden yazılır. Böyle bir şeye vicdanı olan herkes itiraz etmelidir. Bellekte duranı ve aslına uygun olanı düşünerek sanatı oraya bir ışık olarak tutabilir miyiz sorusunu çok düşündüm. Unutkan Ayna, temelde estetik bir yapıttır ama vicdanla yoğrulmuştur diyebilirim. 
Bu açıdan hazırlığı çok uzun süren, santim santim yazdığım bir kitap oldu Unutkan Ayna. Asıl amacım, Kitabın tek politik içeriği şudur: “Ey Türkler, burada böyle bir şey oldu, dönüp bir bakın!” 
Kitapta kadınlar ve kadın sorunu çok ön planda…
Kadın sorununu o dönemin koşulları açısından düşünerek ele aldım. 1900lerin başında sosyalizm fikri Osmanlı’yı yeni yeni etkiliyordu; feminist düşünce ise henüz billurlaşmış değildi. Osmanlı entelektüelleri özellikle sosyalizm, özgürlükler gibi konularla daha çok ilgiliydiler. Bunda da genellikle Müslüman olmayan topluluklar öncülük ediyorlardı.
Dini, milleti fark etmeden kadın sorununa nasıl bir çıkış yolu buluruz, sorusuna hep bir yanıt aradım kitapta. Ve Zabel karakteri bu konuyla ilgili olarak çok değerli bir çıkış sağladı. Kitabın sonlarına doğru “Bir dünya kurulmalı ve çocuklarımız bizim bilmediğimiz kadınlık ve erkeklik bilgisiyle yetişmeli” dediğinde bu söz sosyalizm kadın özgürlüğü tartışmaları açısından döneme ışık tuttu. Üstelik bu söz günümüz açısından da çok yaşamsal önemde bir açıklamadır bana göre.
Kitabın bir film proje olarak başlaması, kurguyu ya da hikâyeyi etkiledi mi?
Film olarak yazmaktan kurtulduğumda roman ortaya çıktı. Film olarak yazarken hikayeden bunaldım desem yeridir. Bir yönetmenle çalışıyorsunuz ve sürekli olarak onun müdahalesiyle karşılaşıyorsunuz. Roman yalnızca yazarındır ama film değil. Yönetmen hikâyeye müdahale ettikçe öykü kayboluyor. Zaten sonunda dayanamayıp “Hikâyeyi yazayım sonra senaryoya dökeriz” dedim. Çünkü yazdıklarım hiç içime sinmiyordu. 
Aileniz 1915’i nasıl anlatırdı?
Doğrusu bu kitap çocukluğumda annemin içime düşürdüğü ateşle yazıldı. Ona da annesi anlatırmış: “İğdeli’de Civan’ı dama çıkardılar. Başına tabancayı dayadılar. Kelime-i şahadet getir dediler. Biraz önce gözünün önünde annesini ve babasını vurdular. Ağlaya ağlaya annemi babamı isterim diyor. Onlar hala kelime-i şahadet demesini bekliyorlar. Baktılar diyeceği yok, kafasına sıktılar. Damdan düştü fesi de yuvarlana yuvarlana gitti…”  
Fesin yuvarlanması beni çok o kadar etkiledi ki, ben bu hikayeye fesin önünden kaçan tavuk koydum fazladan. Fes giyen Türkçe konuşan insanlar beni küçüklüğümden beri öyle etkiledi ki tarihin bildiğimizden farklı olduğunu işte ilk o zaman düşündüm. Anneannemin ağlayarak anlattığı bu hikayeyi annem de ağlayarak anlatırdı. Baktım ki ben de bunu ağlamadan anlatamayacağım, yazdım. 
Türkiye’de her ailede böyle hikâyeler vardır, kuşaktan kuşağa aktarılır. Herkesi aile içinde bunları konuşur ama dışarıya “böyle bir şey olmadı” deriz. Bu ikiyüzlülüğü ne zaman yok edeceğiz? Anneme ve vicdan sahibi büyüklerime şükran duyarak, yazdıklarımı İğdeli’deki, Boğazlıyan’daki tüm Ermenilere, evlatlık olarak büyütülmüş tüm yetimlere adıyorum. Ailemden zarar görmüş bir Ermeni varsa ondan özür dilerim. Bütün insanlığın gözü önünde. Unutkan Ayna doğrusu yalnızca Ermenilerden değil, bütün insanlıktan özür dilemek için de yazıldı. 
Faros, Temmuz 2018

0 yorum: