ZAMAN
1
1980 Ocak ayında Muş’un Bulanık ilçesinde gencecik bir öğretmenken gözaltına alındım ve hücreye kapatıldım. Eksi yirmilerdeki soğukta beni götürecek ekibi beklerken zaman geçmek bilmiyordu, çok soğuktu. Duvara -kibrit çöpünü tebeşir gibi kullanarak: “Başladı…” sözünü yazdım. Oraya benden sonra kapatılan biri, yazdıklarımı okursa ne demek istediğimi tahmin edebilirdi elbette. Duvara tarih yazmamıştım ama bu söz, anonim okuyucuya belirsiz bir zamanın duygusunu verecek cinstendi.
Belirsiz bir zamanın.
Söylemek ne kolay!
Oysa o hücrede “şimdi” ve “gelecek” benim için belirsizdi ve bu hal mahvediciydi.
İşte “zaman” üzerine ilk düşüncem budur ve bendeki etkisi yıkıcı olmuştur.
2
Augustinus “Bana zaman nedir diye sorulmazsa bildiğimi sanırım. Fakat bir soran olursa bilmediğimi anlarım” diyor.
3
Gençliğimde zamanı mutlak kabul ettiğimi, o değiştikçe her şeyin değiştiğini sanırdım. Şimdi, nesneler değiştikçe zamanın değiştiğini anlıyorum.
4
Zamanı doğduğumuz günden başlayarak, günden güne geçilen, şimdi’den yarına uzanan düz bir çizgi gibi düşünürüz.
Oysa ben bulunduğum noktadan geriye düştüğümü sandığım, bugünden geçmişe doğru savrulduğumu hissettiğim bazı kırılmalar da yaşadım. Sanırım ki ara sıra benim zamanım ileri akmadı; yerinde saydı ya da geri dönmüş gibi oldu.
4b
Zaman ölçümlerinde hep ileriye akış düşünülmüştür. “Zamanın dönüşleri” akla gelmiş değildir. Bunun böyle olabileceği görececilik sonrasında dillendirilmeye başladı: Yani yeryüzündeki zamanın başka bir ağırlık ve çekim merkezinde olabileceğini yüz yıldır tartışıyoruz henüz.
5
Augustinus zamanı gelecekten gelip şimdiye değen ve geçmişi oluşturan bir şey olarak görür.
Gelecek A ise şimdi B’dir, geçmiş C’dir. Ölçmek için bu noktalar arasında çizgi çizmek zorunludur. Fakat olmayan geleceğe de olmayan geçmişe de nokta konulamaz. Yani A ve C maddi gerçeklik olarak yoktur. Geriye yalnızca “şu an” kalır. Yani B. Tek noktayla ölçüm olmayacağına göre (Yani yalnızca B noktası var olduğuna göre) zaman ölçülemez.
6.
Zamanı kendi bilişimize göre ölçeriz; ölçtüğümüz için de demek ki zaman vardır çıkarımına ulaşırız.
6a
Augustinus süre ve zaman ayrımı yapmadığı için, ölçtüğümüz şeyin süre olduğunu aklına getirmez. Sözgelimi “Yirmi dört saat önce Ankara’daydım” dersem bir ölçüyü dile getirmiş ve “olan bir şey” hakkında konuşmuş olurum.
6b
Bunu nasıl anladığımı bilmem. Sanırım bir süre önce.
6c
“Süre” gerçeklik içinde her an vardır. Süre azalır da artar da. Çoğu zaman kendini yineleyerek ileri giden bir tekerleği andırır. Yokuşlar çıkar, düzlükte ilerler, daralır, genişler. Fakat zaman, geçtiği anda varlığından da şüphe ettiren bir eksilmedir. Zaman sürekli yok olur.
Zamanı düşünmezsek yoktur, düşünürsek var olur ve düşündükçe de hep yok olduğu anlaşılır.
Zaman budur.
6d
Zaman geçince yitip gider. Oysa süre yirmi dört saattir, somuttur, yitip gitmez.
Hatta olmayan geleceği süreler içinde ölçtüğümüz de doğrudur: “Otuz saat sonra Palermo’da olacağım” diyebiliriz. Bu nedenle sürelerden bakınca zamanın akışını bildiğimi, zamandan bakınca bilmediğimi söyleyebilirim.
7
Augustinus’u düşündükçe anlıyorum ki, kadercilik geçmişin belirlenmiş bir şey olduğunu değil, geleceğin belirlendiğini düşünerek kadercilik oldu. Bu ilginç düşünür, gelecek zamanı hep geriye akan bir şerit gibi düşünmese kaderin varlığına inanamayacaktı.
Oysa olgu halinde, değiştirilemez bir gelecek yoktur. Belirsizdir. Bir kaderci bile onun görünebileceğini iddia edemez. Gelecek bilgisinin yalnızca kahinlere görünebileceği düşünür, bu konuda özel yeteneği olan insanlar tarafından “sezildiğini” öne sürer. Kaderci, geleceği bilmeye ve değiştirmeye de yalnızca tanrının gücünün yeteceğini söyler.
Yani gelecek, kader olarak kurulmuş ve sabitleşmiştir; insanlar onun ne olduğunu bilmese bile tanrının değiştirilemez hükmü tıkır tıkır gerçekleşmektedir.
8a
O halde şu karşı önermeyi, hem de çok inanmış Augustinus’un ağzından yazmam kaçınılmaz olacak: Ne gelecek ne de geçmiş, somut varlıklar olmadığına göre, bunların değişeceğini de değişmeyeceğini de söylemek anlamsızdır. Çünkü olmayan şeylerden somut bir varlık olarak söz edilmesi mantığa sığmaz.
9
Augustinus’a katılmasam da zamanın gelecekten geçmişe doğru kaydığı ifadesini bir olgu değil, bir imge olarak şairane buluyorum.
10
Bazen “geriye savrulduğumuz” bilinç kopmaları, anımsamalar yaşasak bile bu durum zamanın geriye doğru aktığının kanıtı değildir. Fakat kaderin varlığının yalnızca bu yoldan ispatlanabileceğini, oysa bunun da olanaksız olduğu esinini verir.
10b
Ne demek istiyorum?
Kaderi kanıtlamak için “sağlama yapmak” gerek. Yani en azından değişik sınamalarda, bir şey en az iki kez gerçekleşebilmeli. Örneğin A’dan Z’ye giden hayatı, bir de Z’den A’ya tersten gözden geçirmek şahane olurdu. Aynadaki görüntü gibi: Görüntü nesnenin tam tersiyse gerçekliğin sağlaması eksiksizdir.
10c
Böyle bir şey, Platon’un “Zamanın akıştan sonra durduğunu ve sonra geriye döndüğünü” söylediği bir örneği akla getirir. Platon’un anlattığı bu öyküye göre zaman akışı çift yönlüdür: Varlık itici gücün etkisiyle devinir ve sonra durur, bu duruştan sonraki hareket ters yönedir: Her şey geri gider, kaynağına.
11
Platon’un anlattıkları fantastik dünya için altın değerindedir fakat maddi varlıkların konuşulduğu bir düzlemde işe yaramaz.
Bu bahiste Aristo’yu seçmekte bir sakınca yoktur. Büyük filozof zaman kavramıyla ilgili müthiş çözümlemesinde onun nesnelerin hareketiyle ölçüleceğini ama zamanın kendisinin bir hareket olmadığını anlatır.
12
Oysa Paul Ricœur, hareketin dursa da zamanın durmayacağını, hareket etmeyen şeyleri de ölçüye kattığımızı söyler.
Aristo ile Ricœur’ün yargısı çelişir: Aristo eylemin ölçülebileceğini söylerken, Ricœur duran bir şeyin hareket olmaksızın ölçülebileceğini öne sürmüş olur.
13
Bence Ricœur yanılıyor. Akan zamanın ölçülmesinde duran şey esas alınamaz.
Ölçmek, hareketli iki şeyin varsayımsal olarak durduğu kabul edilen iki noktası arasındaki mesafeyi belirlemekten başka nedir?
Öyleyse zamanın hiç durmadığı, geçmişin ve geleceğin ise zaten ortada olmadığı bu düzlemde, ölçme tamamen imkânsız değil midir?
Bu durumda, zamanı yok saymaktan başka ne yapabiliriz?
15
Gazetecilik yaptığım sıralardı, görkemli ve sert dağların tepesinde iki metre karla kaplı, buzlu fırtınalı bir yerlerden geçmiştim. Köylülerle birlikte dağda odun kesmeyi ve bunları kızaklarla aşağı indirmeyi yazmaya gittiğimde, buradaki uygarlık araçlarının beş yüz yıl öncesiyle aynı olduğu aklıma geliyordu. Zamanda geriye gitmiş gibiydim. İstisnasız, beş yüz yıl önce yaşamadığımızın tek kanıtı üstümüzdeki tişörtler ve saatlerdi.
16
Uygarlıklarda da bu durum yaşanıyor mu acaba? Yüz yıl önceki New York eğer bilimsel gelişmişliği ve insanlığa evrensel değerler katmayı bir ölçü olarak ele alacaksak, bugünkü Dubai’den, Kuala Lumpur’dan, Doha’dan yahut Wuhan’dan ileride sayılmaz mı?
16a
Fakat öbür yandan da Avustralya yerlileri yahut yok olan Kızılderili kültürü sözkonusu olursa, zamanı o eski bozulmamış çağlara çevirmenin olanaklarını arama arzusu duyabiliriz. Acaba uygarlık ileri veya geri ölçütleriyle çalışmıyor mu? Doğrusu şu internet çağında fazlasıyla beton ve azalan su kaynaklarıyla başımız derttedir, ilerlediğimiz şüphelidir ve dünyayı bitiren bir üretim süreci içinde olduğumuz da doğrudur. New York’un kendine benzeyen tüketim şehirleri yaratması bu açıdan gelişimsel zorbalık olarak da ele alınamaz mı?
17
Öyleyse geri dönmek iyi bir şey mi sayılmalı?
Yoksa uygarlık bütün araçlarıyla battığında zaten zaman kendiliğinden mi geri dönmüş olacak?
18
Zamanı ölçemez olursak çözüme kavuşur muyuz?
Bu durumda geçmişle şimdiyi karşılaştırmak konusunda sorun yaşamaz mıyız? Farklı olayların aynı zamanlarda yaşandığını iddia eden toplumsal hayalperestleri baştâcı etmemize böyle bir durumda kim itiraz edebilir?
Bu, insanlığın ağır bir tutuculuğa düşmesi demektir. Eğer insanlık akan zamanın derinliğini bilmezse, yani artzamanlı düşünemezse gelişmemiş olur.
Peki bunu nasıl sağlayacağız?
19
İnsanlara zaman ölçülebilir görünmesinin nedeni zihindeki “önce” ve “sonra”dır. Bergson’un deyişiyle sürelerbuna olanak verir. Süre, zaman değildir, metronomun vuruşu asla zamanı açıklamaz. Süre aritmetiktir, zaman ise soyut matematik. Aynı süreyi ruhsal yapımıza göre uzun ya da kısa sanabiliriz. Oysa zaman somut olarak ölçülemediği için varlığı ölçülmeden hissedilen, varlığı bilinen bir yokluktur.
20
Süreleri ölçerken “hareket sırasını” ölçeriz, zamanı değil.
21
Sürelerde “iki dakika öncesi” vardır ama zaman söz konusu olduğunda her ânımız hem önce hem şimdi hem de sonra olur. Benim şu yazdıklarım yazıldığı anda şimdidir, 20. maddeden sonradır ve henüz yazılmamış 21. maddeden öncedir.
Soru şu: O halde “önce” denen şey geçmiş olması bakımından somut, “sonra” denen şey de henüz yaşanmadığı için soyut olsa da nasıl oluyor da bunların yokluğundan söz edilebiliyor?
22
Muş’ta hücreye kapatılmamdan bu yana kırk dört yıl geçti. Şimdi bulunduğum zamandan bakarak “Bu olay yaşandı mı?” diye soruyorum. Şüphesiz yaşandığını da ama artık yok olduğunu da biliyorum. Bir de geçen süreyi hesaplıyorum fakat evrenin hesaplanamaz yaşı karşısında bu sürenin zamansal değerini kavrayamıyorum.
Şöyle bir iç konuşma tasarlıyorum durumu daha iyi anlamak için:
22a
Yaşadıklarım artık yok.
Ne yani hiç yaşanmamış mı diyeceğiz olana bitene?
Yaşanmışlığından da bir iz kalmadı. Sanki yok.
Belki de “Başladı” yazısı duruyordur orada.
Diyelim duruyor. Oraya gitsem, yazı yok olmamışsa görsem, elimle dokunsam ne olacak? Yalnızca şimdiki halimi oraya götürmüş olacağım. Hücredeki geçmişim görünmeyecek.
Geçmiş nereye gitti peki?
Gelecek geliyor mu ki, geçmiş bir yere gitmiş olsun?
“Kader nedir” dersek hep “Gelecek zamanın mutlaklığı” diye yanıtlanır. Oysa yaşanan olayları düşündükçe içinden geçilen halin kader olmasına hep öfkelenmek, bunun mutlak olmadığını iddia etmek çok sık görülen bir durumdur. Fakat ağır kaderciler “seçilemeyen eylemleri de” kadere dahil eder ve “Yalnız yapılanlar değil yapılmayanlar da kaderdir” demeye getirirler.
24
Bunu Rüya Körü’nü yazarken çok düşündüm. Bir kişinin çeşitli olasılıkları yaşayabilecekken bu olasılıklardan sadece birini yaşaması, kader oluyordu. Öncelikle “kaderin, yapısı gereği değiştirilemez bir şey olduğunu” anlamam gerekti. Muzip bilinç yapacağını yaptı bana: Değiştirilemeyen olayların yalnızca geçmişte kaldığını hayretle fark ettim. Kesilen elmayı kesilmemiş yapmak, geçilmiş yolu geçilmemiş hale getirmek mümkün değildi.
24a
Bir şey yaşanıp kesinleştikten sonra ona kader dediğimizi anlıyorum.
O halde kader yaşadıklarımızdır, yaşayacaklarımız değil.
24b
Bu nedenle Rüya Körü’nde “Kader yoktur, kaderin olabilmesi için şimdiki zamanla gelecek zamanın iç içe yaşanması gerekirdi” diye yazdım.
25
Dönüyor Zaman’ı çalıştığım sıralarda da geçmişi sürekli yanlış anımsamaya takıldı zihnim. İnsanlar geçmişi söyleye söyleye değiştirebiliyor, başından geçenlerin A gibi değil de B gibi olduğuna kendini inandırabiliyor.
25a
Bu durumda geçmiş değişiyor mu? Hayır, yalnızca söylence değişiyor, hepsi bu.
25b
Platon’un döngüsel zamanını anımsayarak şunu gönül rahatlığıyla yazabilirim artık: Kader yoktur. Kaderin olabilmesi için olaylar önce bir kez baştan sona yaşanmalı ve sonra sondan başa doğru yeniden yaşanarak olanın bitenin (tersten) sağlaması yapılmalıdır.
0 yorum:
Yorum Gönder