"Ben nasıl merkezin dışında duruyorsam, kitaplarım da öyle olsun"

Kalenderiye için kapak tasarımı,
Hannan Yedillioğlu 2008






Gürsel Korat:



'Kapadokya farklı halkların harmanlandığı bir yer. Yerellik ve milliyetçilik tuzağına düşmeden, kapalı bir böbürlenmeye girmeden gerçekte Anadolu'da ne olduğunu inceleyen bir yazarın günümüze çok şey sunacağına inanıyorum'




SEMA ULUDAĞ


Gürsel Korat'ın Kalenderiye adlı romanının tanıtım yazısında "aynı coğrafyanın farklı zamanlarına ışık düşürülüyor" cümlesine yer veriliyor. Korat'ın kitaplarına aşina olanların zihinlerinde belli bir yer edineceği varsayılarak söylenen bu cümle, Kalenderiye'nin satırları arasında dolaşırken anlamını değilse bile önemini yitiriyor. Çünkü Korat bol katmanlı, farklı bir dilli olan ve çağrışımlara açık bu romanda, okuruna keşfe açık bir alan sunuyor. Hangi okurun, romanın hangi noktasını keşfedeceği, bu keşif sırasında yazarın anlatmak istediğiyle yan yana düşüp düşmeyeceği bilenemez elbette, ama kesin olan bir şey var. Kalenderiye'yi okuyan herkes, hem satırlar arasında gezinirken hem de sonrasında zaman kavramı üzerine yoğunlaşacak...



Calendaria ve Kalenderiye sözcükleri arasındaki bağlantıyı biraz açar mısınız?


Takvime göre hareket etmek ve göğün cisimlerini taklit etmek Kalender zümrelerinin bir davranışıydı. Bu nedenle Calendar sözcüğüyle oynadım, takvim demekti, 'zamanı bildirir, ama bildiren zamandır' sözünü bu sayede söyleyebildim. Kalenderleri anlatmak asıl amacım değildi. Kalenderler, estetik sorunlarımın en köklüsü olan zaman kavramını didiklememi sağladı. İkinci bölümde tarihsel olaylardan yola çıkılıp iktidarın nasıl konumlandığını görüyoruz... Akkoyunlular'a karşı yararlılık gösteren Kayserililer, 1473'ten 1526'ya kadar Osmanlı'ya vergi vermez. Fatih tarafından af olunurlar, ama daha sonra vergiye bağlanırlar. Bu, çok çarpıcı bir bilgiydi. Ancak söz konusu durumdan tarihsel olanın bilgisini açığa çıkartmak adına değil, roman kahramanı yaratmak için yararlandım. Tarihsel zemine yaslanıp kontrol edilebilir bir sahne yaratmak, bugünkü derdimi o gün içerisinden söylemek için kullandığım bir yol. Bu açıdan Kemal Tahir'lerin Tağrık Buğra'ların açtığı çığırı reddediyorum.


Tarihteki olayları bilen ve açıklayan, bir tez geliştiren romancılara neden itiraz ediyorsunuz?
Roman yazarı, din ideoloğu veya bilici değildir. Bir roman yazıp tanrı, din, tarih, doğa, felsefe veya akla gelmedik her şey hakkında konuşan, ama edebiyat hakkında konuşamayan bu yazar bölüğünden sıkıldım. Resimli, fotoğraflı, dipnotlu tarih denemelerini 'roman' diye piyasaya sürenleri şikâyet edecek bir otorite arıyorum. Tarihsel roman denince bilgide ısrar eden ve estetiği dışlayan bir eğilim giderek baskın hale geldi. Tarihsel romanda bilgi teşhiri, bilgicilik, bilicilik, tezcilik, siyasetçilik, ideologluk eğiliminin hızla yükseldiği bir dönem yaşıyoruz. Bu, Kemal Tahir tavrının pes perdeden tekrarıdır. Akortsuz ve bestesiz. Tarihi kişileri alıp onlara konuşma bandı eklemek tarih romanı olabilir, ama roman olur mu?


Kitaplarınızda 'zaman' kavramı üzerinde duruyorsunuz, ancak bu romanda zamanla ilgili çarpıcı tanımlamalara yer vermişsiniz...


Evet, hatta bir yerde, "Geçmişten günümüze doğru bir zaman sınırlaması yok. Bir mekân var ve biz orada dönüp durmaktayız. Zaman dediğim şey, birtakım insanların anne, baba, çocuk olarak sıraya girmesi aslında annelik, babalık çocukluk kavramlarının hep kalması" deniliyor. Küçük biçim değişiklilikleriyle günümüz de böyle zaten. Kitapta, Calendaria diye bir metin takip ediyoruz aslında. Bütün kahramanları harekete geçiren de o. Kahramanlar arayış içindeler ve o sırada başka şeylerle karşılaşıyorlar. Gerçeği anlama kaygımız hiç bitmeyecek. Bulduğumuzu sandığımız çözümler, yarın geçerliliğini yitirecek. Zaman ve mekân kavramından sıyrılarak okunduğunda, güncel sorunlara değinen bir roman olarak algılanabilir.


Kalenderiye, düşünüldüğü kadar sofistike bir roman mı?

"Tarih romanıyla ilgili her şey bugünle ilgilidir" diyen Benjamin'e katılıyorum. Tarihsel olanın bilgisine vâkıf olmak bizi Osmanlıların safına katıp Kayseri'ye kadar getirdi, orada karakterler belirdi. Kadınların kendilerini nasıl algıladığını, onlardan nasıl korkulduğunu, nasıl kapatıldıklarını, kısacası günümüz kadınını da etkileyen sorunları anlatmak için bir imkândı. Aynı imkân iktidarın dilinin nasıl kurulduğunu anlatmak için de vardı. Romanda bir isyanla başlayan olaylar var, ama isyan değil, isyancının dili önemliydi. Ve bir anlatıcı, belirsiz bir yer ve zamanda konuşmaya başladı. Sorunuza dönersek, bence hem sofistike hem de dil heyecanını yaratan bir roman.


Sofistikeliği biraz da son bölümde kullanılan dilden kaynaklanıyor olabilir mi?

Romanlarımda hiçbir zaman alıntı yapmam. Yarattığım efsanenin hem alt hem de üst metnini yazarım. Son bölümde bir dil yarattım. Üst anlatıcının dilinde, İstanbul Türkçesi kullanılsaydı, yazar ön plana çıkacaktı. Romandaki düğümlerin çözüldüğü bölümü, 16. yüzyıl diliyle konuşan biri aktarınca ipler onun eline geçti. Bu dil, yazarın etkisinin görüldüğü yerleri kapatmama imkân verdi. Dille ararız özgürlüğü ya da tutsak düşebiliriz. Bu kadar anıştırmalı bir durum var aslında.

Yazar, kendini göstermemek için neden bu derece çaba harcıyor?

Yazar eğer görünürse, iş felsefi tartışmaya döner. Oysa kendisine soru sorulmaksızın yaşadıklarını, gözlemlerini anlatan biri olursa ortada sadece anlatıcının dili kalır. Bu da yazarın dil olarak olaya katılmamasını, o dilde özgürleşmesini, kendi yazı prangalarından kurtulmasını sağlar.

Anlaşılamama kaygısı duydunuz mu?

Sanatta oluşturduğunuz biçimsel yapıyla anlaşılır ya da anlaşılmazsınız. Ancak sanatla derin ilişkisi olanlar bunu anlar. Yazarken çok eğlendim. Etkileyici olduğunu düşündüğüm bir fonetik ortaya çıktı. Anlamayanlar olsa bile bunu seçtim. Çünkü edebi yapıt herkes anlasın diye yapılırsa edebi niteliğini yitirip sıradanlaşır. Zor anlaşılıyorsa, seçilen yolun da zor olduğu anlamına gelir. Çevrilip çevrilmemesi de dert değil. Benim için önemli olan Türkçe okuyanların bunun çok değerli bir roman olduğunu düşünmesi.



Özelde Kayseri, genelde Kapadokya kitaplarınızın temelini oluşturuyor. Nasıl bir kültür ki bu hâlâ oradan besleniyor ve hâlâ oradan üretiyorsunuz?
Merkezi edebiyatımız, İstanbul Türkçesinden besleniyor. Yeni bir şey yapmak istendiğimde geniş bir kültür birikimi taşıdığımızı düşünüp öncelikle buraya bakıyorum. İkincisi Kapadokya, başta Ermeniler, Rumlar, Türkmenler olmak üzere bu topraklar üzerinde yaşayan bütün halkların harmanlandığı bir yer. Böylesine zengin kültür dokusundan günümüze bir şeyler taşımak gerekir. Bu topraklar, bu kültür sadece beni değil, bakmasını bilen birçok yazarı besler. Yerellik ve milliyetçilik tuzağına düşmeden, kapalı bir böbürlenmeye girmeden gerçekte Anadolu'da ne olduğunu inceleyen bir yazarın günümüze çok şey sunacağına inanıyorum. Bu da beni kültür ve edebi dili başka bir yerden kurmaya yöneltiyor. Kalenderleri yazarak Osmanlı'nın, başka bir dil kullanarak merkezin dışına çıktım. İstanbul'un göbeğinde de bir kalender yazabilirsiniz. Önemli olan dili nasıl kurduğunuzdur. Öyle olursa İstanbul merkezli edebiyatın dışına çıkar ve başka bir ada kurabilirsiniz. O adayı kurmanın peşindeyim.
Merkezden bu kadar geri durmaya yönelten sebepler nereler?
Ben nasıl merkezin dışında duruyorsam, kitaplarım da öyle olsun düşüncesi beni buna yöneltmiş olabilir. Bu merkezin kötü olduğu ya da orada yaratılan edebiyata hayranlık duymadığım anlamına gelmesin. Hegemonik düşünce biçimlerinden, hegemonyadan uzak duruyorum. Edebiyatta solculuk yapmaktan yana değilim, ama öyle bir şey yazarsınız ki, oradaki keskinlikler solculuğunuzun izlerini taşır. Edebiyatta solculuk, devrimcilik yaparsanız edebiyat üzerinden politika yapmış olursunuz. Ama felsefenin, dinin, politikanın dillini edebi cümlelere dönüştürerek yazarsanız o edebiyat olur. Bunu yapmaya çalışıyorum.
Radikal Kitap Eki, 28 Mart 2008

0 yorum: