"Dinim İnsanlık, Dilim Türkçe, Yurdum da Kapadokya’dır"


Öncelikle 'Kalenderiye'de neredeyse tüm dinleri ve efsanelerini bir araya getiren bir anlatım yer alıyor. Siz bu tanımlamaya katılıyor musunuz?

Hayır. “Tüm dinleri ve efsaneleri bir araya getirmek” edebiyatçının amacı olamaz. “Bunları yalnızca anlatım olarak bir araya getirmek” de edebi değer yaratmaz. Edebiyatçı gerektiği zaman bunlara yalnızca kendi anlatım dilini kurarken veya metnini geliştirirken başvurur.
Efsanelerin tümünü bir kitaba sığdırmak iddiası da çok büyük değil mi? Üstelik neden? Edebi yapıtta böyle şey olur mu? “Müslümanlık Efsaneleri ve Kalenderiye” “Hıristiyan Efsaneleri ve Kalenderiye”… Bunları çoğaltalım isterseniz ve sonra da bakalım, ortadaki şey bir roman gibi görünür mü?
Bu kitapta efsane sanılan şey veya şeyler alıntı değil ki, onları bir araya getirmiş olayım. Bu kitapta efsane, destan, kitabe, risale gibi ne kadar alt metin sanılan şey varsa ben yazdım, kendi destanımı kendim kurdum, onlara da kendim gönderme yapıyorum. Buradaki kurmaca tümüyle benimdir, hiçbir metni eğretilemeye kalkışmıyorum, hiçbir başka metne borcum yok.
Ben bir roman yazarıyım, din ideologu veya bilici değil. Tarih romanı yazıp, yazdığı tarihle ilgili her türlü bilgiyi temsil ettiğini düşünen yazarları kınamayı bile gereksiz buluyorum. Bir roman yazıp tanrı, din, tarih, doğa, felsefe veya akla gelmedik her şey hakkında konuşan ama edebiyat hakkında konuşamayan bu yazar bölüğünden sıkıldım. Resimli, fotoğraflı, dipnotlu tarih denemelerini “roman” diye piyasaya sürenleri şikâyet edecek bir otoritenin yokluğundan da.
Ben roman yazdım, roman konuşmak isterim. Çünkü yazdığım şey başından sonuna edebi metin; din metni değil. Dinlerin ortak noktalarını göstermek gibi bir şey yazmak benim işim olamaz. Her tarihsel ve dinsel içerikten söz eden metni giderek dinsel ve siyasal amaçlı yazılmış bir metin gibi görmeye başladığımız bir dönem mi yaşıyoruz bilmem.

Kalenderiye bir dinsel adlandırma değil mi? Neden dinsel içeriğe yöneldiniz o halde?


Din konusu benim için yalnızca estetik bir imkândır, tarih ve din tezi imkânı değil. Çok somut olarak göstereyim: Ben Kalender Çelebi isyanı dönemini anlatsam da beni oradaki Paşa da, isyancı da eşit ölçüde ilgilendirdi. Ben isyanda kimin haklı olduğunu kendince açıklamaya çalışan bir nefer olmadım. Osmanlı’yı seven yazar orada X’i, Kalenderleri seven de Y’yi haklı bulur. Bundan bana ne? Ben insan halleriyle ilgiliyim ve tarih benim anlatmak istediğim insan hallerinin yalnızca dekorudur, o kadar.

Tarih romanı yazmadığınızı mı anlamalıyız bundan?

Kesin olarak bunu anlayalım. Roman yazıyorum ben. Tarih romanı deyince büyük çoğunluk tarihte olanları kısa yoldan ve basitçe öğreten kitaplar anlar oldu.

Neden tarih romanı yazmadığınızı düşünüyorsunuz? Anlattıklarınız tarihi olaylar değil mi?

Değil. Benim kitabımda 1527 yılında Kalender Çelebi İsyanı’nın çıktığı bilgisi dışında hiçbir olay tarihsel değildir. Oradaki her kahraman, her söz, deyiş, olay, yazı, efsane ve durum, yaratılmıştır. Zaten roman yazmak da budur: Kendi düşünce ve estetik dünyanızdan ve kendi söz imkânlarınızdan çıkarmadığınız bir şeyi sanat eseri sayamazsınız.

Romanın ana mekânı Kayseri. Kayseri'yi seçmenizin oralı olmanız dışında nedenleri neler?


Edebiyat kişiseldir. Düşlerimizi ilk nerede gördüysek orayı yeniden yaratmak isteriz. Hemşehrilik ve yerellik umurumda değil. Ben İstanbul dili merkezinde yaratılan edebi imkânların üstüne başka bir imkân konulabilir mi, merkezden periferiye doğru açılınca yeni bir söz ve biçem bulunabilir mi sorularını kovaladığım için Kapadokya’nın edebiyatını yapıyorum.
Bir de Kapadokya’ya olan sevgim, hayranlığım ve bağlılığım da bunda etken elbette.

Romanda üç kahramanın dilinden üç günü okuyoruz ve üç gün bir öykü oluşturuyor. Kitabın arkasında "İnsani zaafları, şaşırma ve irkilme hissiyatını, hakikati ararken ölümün kıyılarında dolaşan insanları, iyiliği ve utanmayı hatırlatıyor" cümleleri kullanılıyor. Ve tüm bunlar değişmeyen şeyler. O yüzden romanı dünden bugüne ve hatta yarına olarak yorumlayabilir miyiz?

Söyledim, tarih romanı, tarihi tezler öne sürmek amacıyla değil de roman yazmak amacıyla yazılmışsa, doğrudan insana eğilmek anlamına gelir.
Roman yazarı, zamana bağlı kalmadan hep konuşulacağına inandığı şeyleri, denenmemiş bir dille yazmak için çabalayan kişidir. Duygulanma biçimleri ve olayların biçimleri değişebilir, ancak akıl değişmez. Roman yazarı günün estetiğini ve algısını, gizlemeyi becerdiği bir mantıkla yarına yolcu eder. Bugünün yarının gerçek edebiyatçıları, hep duyguları akılla çözmüş, metnin kodlarını kendileri bulmuş yazarlar olacaktır.

Sizinle daha önce yapılan söyleşilerde "Romanın merkezi büyük toplumsal idealler ve buna nasıl ulaşacağımız değil, insandır" demiştiniz. Bu romanınızda da Hıristiyan bir tüccar, bir Osmanlı devlet görevlisi ve bir Kalenderi dervişinin anlatımıyla tarihe bakıyorsunuz. İnsanı merkez alma tavrınız nedenleri nedir?

Tarihsel gerçeklerin ve gerçek kişilerin peşinde asla dolaşmam ama romandaki kişileri yaşadıkları toplumsal ilişki biçimleri içinde betimlemeyi, o düşünüş biçimleri içinden konuşturmayı severim. Bunun nedeni şu olmalı: Tarihsel ilişkiler günümüz kişilerine göre daha az karmaşıktır; benim için geçmişte yaşayan bir kişiye bakmak da şimdiki insana bakmaktan daha doğrusaldır. Benimki bir düzen tutkusu değil, yazma ve anlaşılma kontrolünü elde tutma duygusudur.
İnsanı neden merkeze alır roman? Çok açık. Roman tüm insanların deneylediği insan hallerinin estetik bütünlük kazanıp insana döndüğü bir türdür de ondan. Özellikle insan ruhunun irdelenmesinde benzeri olmayan bir edebi ürün olan roman, yaşamla yüzleşme ve ruhsal bir halle hesaplaşma gibi sayısız iç yaşantının ruhsal aynasıdır. Stendhal toplumun aynasıdır derdi roman için, biz içimizin aynası diyelim ama bunun yetmeyeceğini bilerek.

Romanda sadece kurgusal bir anlatım yok aynı zamanda Anadolu'da yaşayan Bektaşi, Hıristiyan, Rum ve Ermenilerin maruz kaldığı şiddetten de dem vuruyorsunuz. Bu tarihle yüzleşmemiz gerektiği anlamına da geliyor mu?

Tarihi yargılamak benim işim değil. Hele bir romanı kanıt göstererek tarih tartışmasına davet; benim bunlarla hiçbir işim yok.
Tarihteki şiddet olaylarından söz eden her romanı tarihsel hesaplaşmaya çağıran bir metin olarak göremeyiz. Tarihte her zaman şiddet var. Şimdi olduğu gibi.
Yeri gelmişken konuyla çağrışımı olan ve yazarlık tutumuyla ilgili bir şeyler söylemek istiyorum: Tarihteki olayları tartışmak bilgi ve mantık işidir. Oysa çağrışım, duygu ve retorik işi olan edebiyatı bir hesaplaşma aracı gibi görmek araçları ve amaçları karıştırmak demektir. Benim metnim üzerinden tarihsel gerçekleri tartışmak gerçekten gereksizdir; hem tartışılsa ne olacak bütün tarihsel bilgi açıklığa mı kavuşacak? Ya da edebiyat yüksek bir konum mu edinecek? İkisi de değil.
Edebi metinler üzerinden tarih tezi tartışması yapanları bırakın, kendi tarihiyle böbürlenenleri, edebi metinlerle başka kültürlere meydan okuyanları, başka dinleri ve toplumları aşağılayanları, insanlığın ortak değeri edebiyat adına en basitinden kınıyorum.


Kalenderiye’de kadının toplumdaki yeriyle ilgili de eleştirel bir bakış var. Dünden bugüne kadınların toplumsal hayattan dışlandığını ve cinsel meta olarak bakıldığını mı düşünüyorsunuz?

Tarihsel bir geçmiş noktası seçip de böyle bir şeyle karşılaşmamak olanaksız. Tarihteki kadın sömürüsünden hiç etkilenmeyip azizeler, cinsiyetsiz ulu kadınlar yaratan biri olmadığım için övgü bekleyemem. Ben bugündeki yakıcı sorunları tarihsel dekor önünde çok fazla değiştirmeye bile gerek duymadan yazıyorum. Kadınlarla ilgili elbette önermelerim var; ne var ki bunu bir görüş olarak baştan ortaya koymak yerine, edebiyatın yapması gerektiği gibi, “eylemlerden çıkarılacak sonuç olarak” sezgiye bırakıyorum.


Tarikatlara ilginizi ya da onları neden bir roman kahramanı yaptığını nasıl açıklarsınız? Bunlar arasında Kalenderiler'in yeri nedir?


Benim dinim insanlık, dilim Türkçe, yurdum da Kapadokya’dır. Kalenderileri ve daha önce de Haydarileri anlattım. Fakat Hıristiyanları, Sünni kahramanları anlatmadığım söylenebilir mi? Ben tarih sayfasına ayak bastığımda karşıma çıkabilecek bütün düşünüş biçimlerini olduğu gibi kabul eder, bu tarihsel zemin üzerinde kahramanlarımı yaratırım. Beni onların dinsel düşünüşleri, doğrulukları, haklılıkları ya da haksızlıkları ilgilendirmez. Beni ilgilendiren şey, durdukları zemin üzerindeki insanlık halleridir. Bu romanda Kalenderiler, Calendaria sönün çağrışımlarını geliştirebildiğim için önemlidir. Takvime göre hareket etmek, göğün cisimlerini taklit etmek Kalender zümrelerinin davranışını belirliyordu. Ben Calendar sözcüğüyle oynadım, takvim demekti, “zamanı bildirir ama bildiren zamandır” sözünü söyleyebildiğim için bu romanı yazdım. Çünkü benim estetik sorunlarımın başında zaman kavramı durur. Ayrıca doğayla insanın ilişkisini görmek, insanın insana bakışı hakkında düşünmek… Benim bu romandaki dertlerim bunlardır.


Romanın özellikle son bölümünde farklı bir dil kullanıyorsunuz. Hatta bu dil için "Metni adeta sayıkladım. Ben böyle bir şeyi bu yoğunlukta daha önce hiç yaşamadım," demişsiniz. Neden böyle bir dil kullandınız?

Tanrı anlatıcının dilinden ayrılıp, “ben anlatıcı”nın diline geçmek ve ona bugün yaşamayan, ayrıksı, gülünç ve yerel bir dil vermek, denenmemişi denemekti. Birinci neden bu. İkinci neden ise ancak okuyucunun sezeceği, kıvrak ve yoğun bir anlatım imkânına kavuşmaktı. Bunu fark ettiğim için kendimden geçer gibi yazdığımı, hiçbir şeyi zorlamadan, has bir edebi metnin çağırdığı her türlü coşkuyu yaşadığımı söyleyebiliyorum.

Sizin için yapılan "Tarihsel romanlarda, bilginin ön plana geçmesi eğilimi hep mevcuttur. Hatta bilgi, gerek tarihsel veri gerek yazarın idealleri olarak, çoğu romanda adeta başrole oynar; oysa Korat, edebiyat bilgi dengesinde çubuğu ısrarla edebiyata büküyor" tanımına katılıyor musunuz?

Bu saptama benim için çok kıymetli bir saptamadır; öte yandan edebiyatımız açısından da çok önemlidir. Sizinle konuşurken, çeşitli tarihsel roman örneklerinin zihnimde dolaştığını, tarihsel roman denince bilgiyi öne alan ve estetiği dışlayan bir eğilimin baskın hale geldiğini düşünüyordum. Hatta tarih romanlarıyla tarihi öğrenmenin kolay ve hatta ideolojik bir öğrenme modeli haline geldiği günümüzde, romanın haklarını yerince savunmadığımıza hayıflanıyordum. Israrla altını çizip tehlikeye işaret etmek zorundayım: Tarihsel romanda bilgi teşhiri, bilgicilik, bilicilik, tezcilik, siyasetçilik, ideologluk eğiliminin hızla yükseldiği bir dönem yaşıyoruz. Edebiyatçıların ve eleştirmenlerin bu konuda suskun kalmaları edebiyat aleyhine bir zemin oluşturmakta, bu bilgi kumkuması kitaplar, edebiyatımsı metalar, ideoloji çökeltisi anlatılar nedeniyle, edebiyat, “raflardan” gün geçtikçe çekilmektedir.

Efnan Atmaca, Milliyet Sanat, Nisan 2008

0 yorum: