Yazarlık Rüyaların Yapısını Fark Etmekle Başlar


19 Aralık 2010 Hürriyet Pazar Eki'ndeki Röportajdan Bazı Bölümler


* Romanda tarih anlatan pek çok romanın kusuru, çok önceden yaşanmış bir olayın “öyle değil de böyle” olduğunu iddia etmesidir. Tarihçilik yapamayanların edebiyatın sırtından geçinmesi sayıyorum bunu. Bu tarzın en iyi sayılanları bile kusurludur; üstelik bir de romanı ilgilendirmeyen tartışmaların kaynağı olmuşlardır: Devlet, ana mıdır, baba mı? Fatih, rüyasında söylenen şeyleri görmüş müdür? Şah İsmail Ali’nin zuhur etmiş hali midir? Yavuz Çaldıran’da ne yaptı?
*Ben romanda, insan varlığı içinde bilmek istediğimiz durumların peşindeyim. Bir fikrin, bir ulu insanın ne kadar haklı ne kadar üstün olabileceği fikriyle değil, her insanın hem yüce hem de sefil bir ruh düzeneği içinden hareket edebildiği fikriyle masanın başına oturuyorum.
*Edebiyatımız fazlasıyla “biz” olan İstanbul’u, “biz” dediğimiz dönemin tarihini anlatıyor. Ben ise biz sayılmayanları, unutulan Selçuklu’yu, “biz”den önceki İstanbul’u anlatmakla bu yoldan çoktan ayrılmış durumdayım.
*Edebiyatın işi, insanın düşünebileceği her şeyi aklımıza düşürmektir, felsefi veya dini önermeleri insanlara tebliğ etmek değil. Benim temel itirazım buna: Herkes bir fikrin önermesini roman adı altında kamuya duyuruyor. Edebiyat bir fikir panayırına döndü, siyasal ve ideolojik kamplaşmalar romanın sırtından yürütülür oldu.
*Aşk söz konusu olduğunda talih herkese aynı ayarda gülmez. Kimileri darı ambarına düşer, kimileri de çukura. Ne var ki kazananla kaybeden yan yana dolaşıyorsa, yaşanan burukluk derin olur. Aşk acısı yalnızca kaybetmek değildir, aşk acısı kaybettiğin şeyin nereye gittiğini görmektir.
*Budalalık, işin gereğini yapamayan herkeste, kendimizde de tabii, hissettiğimiz bir haldir.
*Kılıçarslan’ın İstanbul’da sekiz ay kalması basit bir ziyaret değildir. Manuil’le Kılıçarslan, yazışmalarında birbirlerine baba-oğul hitabıyla yazan kişilerdir. Rum Sultanı ile Roma İmparatoru birbirine elbette uzak olamaz: Halef selef ilişkisi var aralarında. Sürekli bir akrabalık ilişkisi içindeler. Bu konu romanın alanı dışında olsa da, romancının tarihi kurcalama biçimi açısından şunu söyleyebilirim: Ben ne Roma’nın ne de Selçuklu’nun tarafını tuttum. Şimdiye kadar yazılan tarih romanlarının pek çoğundan farklı şeyler yazmamın nedeni budur. “Biz” fikri yoktur benim romanlarımda. Peşinen mahkum edilmiş, “kahpeleştirilmiş” bir Bizans da. Biliyor musunuz Bizans kavramı çok eski sayılmaz, “Anadolu Selçuklu Devleti” tanımı ise pek yenidir: Modern tarihçilerin basit bir tasnifidir bu. Selçuklu Sultanı kendisine “Rum Sultanı” diyordu. Devletinin adı da Rum Sultanlığı’ydı. Roman, bu tür bilgilerle sansasyon yaratılan bir alan olmadığı için bu konu temel problemimmiş gibi davranmayacağım. Ama bir romancı tarihe baktığında böyle şeyler görüp de yokmuş gibi davranırsa, ille de Bizans, ille de Türkler, biz falan derse, yazdığı şeye roman denmez. Tarih başka bir diyardır, bugünden bakarak orası hakkında konuşanlar, sadece kendi aklındakini konuştuğunu bilip öyle konuşmalı. Ben bugünden bakarak tarihi zemin önünde insanı konuştuğumun farkında olan bir romancıyım.
*Ben “zaman” kavramını dert edinen romancılar kuşağındanım. Proust, Tanpınar veya Lawrence Durrell benim kapı komşularım oluyor. Her romanımda zaman kavramıyla ilgili bir problem bulur, onun üzerine giderim.
*Kadın, o çağlarda bugün bildiğimiz anlamda bir kişi değil. O yüzden sabırla seven ve kadının peşinde koşan bir erkek aptal gibi görünüyor. Çünkü o zamanın kadını gövdesine erkek zırhı giymiş, muktedir erkeklerin peşinde koşan bir erkek kopyasından ibaret. Stefanos budur ve maalesef, o çağda böyle bir erkeğin budala görünmesinin nedeni, bugünkü ölçüler içinde ve “kadınca” sevmesidir.
*Yaşadığımız anı önemseyip çok göklere çıkarttığımız, bu anın sonsuz ve kalıcı olduğunu sandığımız, yahut şimdiki zamanın öyle pek de hızlı değişmediğini düşündüğümüz pek çok yaşantımız vardır. Yaşamanın kıvançla fark edildiği hallerdir bunlar. Fakat yaşanan anı yüceltenlere bir söz söylüyor bu roman: “Şimdi” dediğiniz şeyi yaşadıklarınızı ve yaşayacaklarınızı düşünmeden anlayamazsınız. Sadece şimdi yoktur; her şimdi, geçmişin tortusu, geleceğin umududur. Hep yokluğunu hissettiğimiz geçmişin ve geleceğin arasında, hep ve daima şimdi olarak kalan bir şeyi yaşarız.
*Yazarlık rüyaların yapısını fark etmekle başlar. Bu nedenle bana Delphoi kâhinleri de, Freud da çok yakın gelir.
Röportaj: Çağlayan Çevik, Hürriyet Pazar Keyif, 19 Aralık 2010
Yazının tamamını okumak için link:

0 yorum: