Zamanın Egemenliği Yok


Söyleşi: Halim Şafak

-Sevgili Gürsel Korat; yeni romanınız Rüya Körü (İletişim, 2010) Bizans İmparatoru 1. Manuil’in hüküm sürdüğü 1143-1180 dönemini anlatıyor. Bu döneme odaklanmanızın ya da ilginizin nedenini sorarak başlamak istiyorum.
Bu döneme özel bir ilgim yoktu. Fakat uzun süredir kuruluş romanlarının hep küçümsediği Bizans’la ilgili bir şey yazmamış olmama hayıflandığımı saklamayacağım. Andronikos’u mutlu bir tesadüfle keşfetmem benim için çok önemli bir adım oldu. Daha önceleri dönemle ilgilenmiş, sağını solunu yoklamış, çekinmiştim. Andronikos müthiş bir karakter, çekti beni dönemin içine; bir de Kılıçarslan’a ulaşıtım ki, olay tadından yenmez hale geldi. Nedeni şu: Kuruluş romanlarının kötü şeyler yazdığını, “biz” duygusuyla hep “Türkleri” övdüğünü biliyordum. Neye vardım, Anadolu Selçuklu Devleti adıyla bilinenin Konya Rum Sultanlığı olduğuna. Bizans İmparatorluğu’nun Roma İmparatorluğu olduğuna! Bunları biliyorduk da, konuşmamışız! Yıllardır bu “Anadolu Selçuklu Devleti” adının fosur fosur yalan koktuğunu düşünür, böyle bir devlet adının o zamanların ağız kıvamına pek uymadığını aklımdan geçirirdim. Fazlasıyla modern, ölçülüp biçilmiş, kitabi bir ad! Çünkü adında Rum var ya beğenilmeyip yerine milli bir tarih uydurması konduğu belli. “Bizimkiler nasıl Rum olur?” diyen birinin şirretliği yani. Mevlana Celaleddin, “Rum” olabilir ama milli tarihi kuran o meçhul arkadaşı enterese etmez. Eşrefoğlu Rumi varmış, “Rum diyarının sultanları” varmış, ne gam!
Bakın Nev’i şiir yazmış da övünüyor:

Nev’iya nazm içre eyledün bir tarz-ı has
Rumı kurtardın Acem eş’arına taklidden

Yani Nev’i kendi kendine, “şiirde öyle bir özgün biçim kurdun ki, Rum’u İran şiirine taklidden kurtardın” diyor.
Rum kim burada? Osmanlı. Her halde Selçuklu dediğin de öyleydi ki, tarihe kurdukları devlet Konya Rum Sultanlığı olarak geçmiş. Bunu yalnızca bizim okullarımızda böyle öğretmiyorlar. Ne tuhaf.

-12. Yüz yılda Anadolu’da, Balkanlarda, Kudüste ve İstanbul’da geçen Rüya Körü Katolik ve Ortodoksların oluşturduğu dünya kadar Selçuk beylerini anlatırken nasıl bir tarih bilgisinden yola çıktınız? Başka bir deyişle edebiyatın dışındaki tarih edebiyatın nesi oluyor?
Edebiyatın dışındaki tarih, en fazla olsa olsa sözün arka planı oluyor. Tarihi açıklama çabası edebiyatçının işi değildir. Ben, Rüya Körü’nde oldukça yakın gözlemlerin ürünü olan kronikçilerin yazdıklarına ve dönemin somut tarih bilgisine dayandığım, üstelik milliyetçiliğin saçma tarihsel sınıflamalarından uzak durduğum halde, yine de amacım tarihsel tez öne sürmek olmadı. Tarih birinci elden anlatıldığında bile taraflı ve yetersiz olabilir. Hem edebi yapıtta tarihi gerçeği açıklamakla neye varabilir ki insan? Olsa olsa tarih tezine. O zaman bunun edebiyatçılıkla ilgisi olmaz. Ben dönemin yaşayışına, duygulanma biçimlerine, kadın erkek ilişkilerine baktım. Yönetim süreçlerindeki ilişkileri gözlemledim ve buradan insana dair anlatacağım temel hikayeyle bağlar aradım. Doğrusu ben kendi hikayemi anlatırken eski dönemin bilgisini zemine yaydım. Okurun baktığı yer o zemin değildir, insana bakar. Zemin sağlam olursa okura oradan da dolaylı bir bilgi geçer. Yazarın doğrudan anlatmadığı ama gösterdiği yerin bilgisi. Ben bu yer üstünde akan zamanı insanın duygu dünyasından geçen bir imkansız olayla, geleceği rüyasında görmekle doğrudan imgeleme seslendim.

-Bu bağlamda rüyasında geleceği gören Stefanos’la geçmişi gören Andronikos arasındaki çatışma bir biçimde bugünü de içine alan bir zaman tartışması olarak anlanabilir mi?
Bu, zamanın herhangi bir noktasında insanlar arasında yapılabilecek bir zaman tartışmasından başka bir şey değildir. Tamamen öyle anlaşılmalıdır. Peki o zaman niye 1143 diyeceksiniz. Şundan: Bütün resmi tarihin tu kaka ettiği bir çağı, o geçmişi bir nirengi noktası olarak seçsek, bugün, o zamanın geleceği olmaz mı? İşte düşünmeye, üzerinde zıplamaya değer bir konu.
Bir de geçmişi yazmanın iyi tarafı aforizma diline uygunluğu gibime gelir. Bu nedenle sık sık aforizmalara başvurdum: “Kader mi, kader diye bir şey yok. Kader olsaydı, geleceğin ve şimdinin iç içe yaşanması gerekirdi” gibi şeyler yani.

-Gelecekteki bugünü tartışmanın olanağı haline gelerek romanın özgün yanını oluşturmuştur diyebilir miyiz?
Bunu yazarına sorma nezaketi gösterdiğiniz için sağolun. Okurun fikrin almak lazım. Ben geleceği anlatarak da ilerleyebilen bir roman yazılabileceğini düşündüm ve teknik olarak da bunu yapmaya çalıştım: Çoğu yerde olacakları söyleyerek yazılan bir roman yazmayı göze aldım ve yazdım. Takdir, okuyana aittir.

-Rüya Körü’nün aynı zamanda şiddetli bir devlet ondan çok iktidar eleştirisi olarak okumak mümkün müdür?
Romancı açıktan açığa söylemez bunu. Söylememelidir. Romanda insanla yüzleşirken irkiliriz birden: “Eh, bütün erkeklerin iktidarı nasıl da nasıl erkek!” deriz. “İktidar, kadınların gövdesine bile erkek kalıbı koyuyor” deriz. “ Roma’yla Rum Sultanlığı arasında baba oğul ilişkisi var” deriz. Tanrı Baba’nın, İmparator Baba’nın, Sultan oğlun, yalancı oğlun, düzenbaz yeğenin, güçlü erkeklerin ayağına paspas olan kadınların, iktidarda kalabilmek için çocukları evlendiren babaların, oğullarını iktidarla evlendiren ama onları cinsel iktidarsızlığın çukuruna düşürenlerin hikâyesidir bu.
Romancılığım dışında, bir politik fikir sahibi kişi olarak, iktidarın şiddetinden nefret ediyorum ama bu bana bu haliyle sadece kuramsal- politik bilgi olarak görünüyor. Romancıyım, daha çoğunu düşünüyor ve istiyorum.

-Size kadar varan Baba ve imgesini nasıl değerlendirmeliyiz?
Romandaki babalardan biri de benim tabii. Yüzüme vurmasanız olmaz mı? Al bir babayı vur ötekine. Sizin de bir Ceren’iniz var mesela, ne yapayım yazarken yalnızca kendimi düşünemem ki, dostlarım da bir baba, ne yapalım, herkesin bir iktidar olma kusuru bulunur diyorsun ister istemez.

-Bütün bunların üstünde duran ve belirleyen tek şey zaman olduğuna göre nedir zaman? Rüya Körü zamanın egemenliğini mi reddetmektedir?
Zaman, kitabın finalinde benim oyuncağım haline gelince bu soruyu sormakta haklı oluyorsunuz. “Her şeyi belirleyen zamandır” dedim mi bunu düşünüyorum. Hayır. Rüya Körü zamanın egemenliğini mi reddeder, ona da hayır. Zaman somut bir olgu değil, bu yüzden her şeyi belirlemiyor, biz öyle söylüyoruz. “Zaman her şeyi halleder” diyoruz. Oysa gerçek şöyle: Her şey halloluyor ve bunun bir süreçte hallolduğunu görüp bunu zamanın yaptığını söylüyoruz. Zamanın egemenliği falan yok, zaman zihinsel bir kavram, geçip giden ve sürekli yok olan bir şey. Reddetmeye gerek yok. Hep yok olan bir şeye “senin egemenliğine karşıyım” demek gereksiz oluyor. Zaman’ı iktidar kavramı yerine kullanıyorsan o başka; dönemsel egemenlik falan da dersen tamam ama ben zaman’ı hep zaman olarak görüyorum.

-Bu durum hatırlama ve unutma üstüne felsefi bir tartışmaya girişmenizi de sağlıyor. Bir bakıma Rüya Körü aforizma olarak algılanabilecek düşünceler de üretmektedir.

Hep yok olan, hep unutulan olur. İşte çok yerinde bir hatırlatma. Sürekli geçip giden zamanın içinde kalanlar aynı zamanda yok olup dağılanlardır. Geçmiş zamanın içinden çıkıp gelen varlığımızı yalnızca hatırlayarak doğrularız. İşte sayısız aforizmamı bundan yola çıkarak yazdım. Sizin için de bir aforizma söyleyeyim hadi: Eğer geçmiş sürekli yok olsaydı, biz yokluktan çıktığımızı düşünecek, hiçten hiç çıkar diyerek, kendimizi yok sayacaktık.


-En sonunda size ve kızınıza varan Rüya Körü en çokta sizin geçmiş, bugün ve gelecek algınızı somutlaştırmış olmuyor mu? Rüya Körü sizin ve kızınızın bugünde yaşıyor olmanızın arkaplanına tarih ve tabii zaman üstünden bir yorumlama sayılabilir mi?
Bu sözleri okuyan da roman kahramanı olarak yalnızca kendimi yazdığımı sanır! Durun hele, bana gelinceye kadar seksen durak var. Soruya gelelim. Zamanı yorumlama falan derken, irkildiğim şey şuydu: “Şu an ne güzel, anın kıymetini bilelim” gibi laflar söyleyenler işitirdim, bu sözde canımı sıkan bir şey vardı, “an’ı yaşamak” denen şey neydi? “Şimdiyi yaşayalım, unut gitsin neymiş gelecek ve geçmiş” demek miydi? “Beden hazlarından önemli bir şey olmaz” mı demekti yoksa? Bunların hiçbirine aklım yatmıyordu. Birden aydınlandım: Şimdiki zaman durgun bir su birikintisini andırıyordu. Oraya akan bir geçmiş ve oradan çıkan bir gelecek vardı. Yani geçmiş ve gelecek olmadan o anı anlayamıyordun.
İnsanın nerede durduğunu, ne olduğunu anlamaya çalışır roman. İnsanlara bunu gösterir. Ne yazık, romanlar yoluyla “tarihi gerçekleri” açıklayanlara. Ne yazık, romandan tarihi öğrenenlere.

-Teşekkür ederim.
Ben teşekkür ettim asıl, sizden önce, şimdi ve daima.

Birgün Gazetesi, 27 Aralık 2010



0 yorum: