Fethi Naci'den Sonra Tufan





Fethi Naci’nin “Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme” adlı kitabında 1980 yılına kadar olan roman dünyasına genel olarak bakılır. Naci’nin beğenisine etki eden politik ölçü açıkça görülse de onun açık seçik bir edebi ölçüsü olmadığı özellikle hissedilir. Fethi Naci ölçüsünü “beğeni” ile sınırlamıştır, yazara toplumsal olayları kavrama ödevi vermesi Lukacs’ı anımsatır: Devrimci davayı övenlere kötü de yazsalar sempati duyduğu açıktır. Fethi Naci, edebiyatın siyasetten kavranmasının son solcu eleştirmenidir. Ondan sonra siyasal odaklı eleştiri yer değiştirmiş, onun gittiği yol “islami duyarlılıklar” ekseninde revize edilerek sağcılar tarafından kullanılır olmuştur.
“Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme” adlı kitapta Fethi Naci’nin en beğendiği yirmi Türk romanı, onun nedeni anlaşılmaz yargılarının niteliğini göstermesi bakımından bir hayli ilginçtir: Üç İstanbul, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Sultan Hamid Düşerken, Küçük Ağa, Sahnenin Dışındakiler gibi muhafazakar yazarların romanlarının yanı sıra Esir Şehrin İnsanları, Bir Gün Tek Başına gibi “sol bakışlı mücadele” romanlarının seçilmesi edebi ölçülerden çok politik dengelerin hesap edildiğini akla getirecek cinstendir.[1] Bu listede Cehennem Kraliçesi neden vardır artık orasını Fethi Naci bilir; fakat bu romanlar listede varsa aşağıda sayacağım (Seksen öncesinde yazılmışlık hesabıyla) romanlar niye orada yoktur, bunu kimse bilemez: Anayurt Oteli (Y.Atılgan), İnce Memed (Y.Kemal), Ateş Gecesi (R.N.Güntekin), Sinekli Bakkal (H. Edip Adıvar), Kiralık Konak (Y.K.Karaosmanoğlu), Sokaktaki Adam (Attila İlhan), Kurtlar Sofrası (Attila İlhan), Çalıkuşu (R.N.Güntekin), Odalarda (Erdal Öz), Aylaklar (M.C.Anday), Raziye (M.C.Anday), Tehlikeli Oyunlar (Oğuz Atay), Yenişehirde Bir Öğle Vakti (Sevgi Soysal), Ateşten Gömlek (H.Edip Adıvar) Yaban (Y.K.Karaosmanoğlu), Asılacak Kadın (Pınar Kür) , Gecede (Leyla Erbil), Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı (Bilge Karasu) Çamlıca’daki Eniştemiz (A.Şinasi Hisar), Karılar Koğuşu (Kemal Tahir).
Fethi Naci’nin listesi karavana atıştır ve 1980 yılına kadarki romanın karakteristiğini görmeye engeldir.
Bu karakteristiğe şöyle bir bakarsak, ellili yılların ortasında yazılan İnce Memed’e gelinceye kadar, tarihimizin ilk büyük romanı olan Aşk-ı Memnu’dan başlayarak Kiralık Konak, Sinekli Bakkal, Ateş Gecesi, Miskinler Tekkesi, Sokaktaki Adam ve Karılar Koğuşu gibi birkaç roman dışında edebi ölçülerle yazılmış, politik-dinsel angajman sınırlarına girmeyen roman sayısı çok azdır. Saydığım yazarların (Y.Kadri, H.Edip, R.N.Güntekin A.İlhan ve Kemal Tahir’in) bu kitapları dışında bağlanma edebiyatına dahil edilebilecek kötü romanları olduğunu da unutmayalım. Çünkü yeni bin yılın başlangıcına kadar -bağımsız birkaç örnek dışında- ülkemiz edebiyatı bu temsil ilişkisi içinde var olmuştur.
1960’larda yıllar boyu baskılar ve yasaklarla bunaltılan sosyalist düşünce adeta patlayarak entelektüel iktidarı eline aldı. Doğrusu hak ve özgürlükler yönünden olumlu gelişmeler içeren bu dönemde, “bağlanma edebiyatı”ndan daha önde ve ağırlıklı bir biçimde yeniliklerle dolu bir edebiyat ortaya çıkmıştı. Özellikle İkinci yeni’nin etkisiyle altmışlardan başlayıp yetmişlerin sonuna kadar uzanan bu yenilikçi edebiyata öncülük eden yazarlar, Ferit Edgü, Onat Kutlar, Yusuf Atılgan, Erdal Öz, Füruzan, Sevgi Soysal, Leyla Erbil, Nezihe Meriç ve Oğuz Atay’dı. Bu devrim siyasal değil, bütünüyle edebi içerikle ilgili bir zihin devrimiydi: Edebiyatta anlatıcı odağı değişmiş, o güne kadar kahramanın duruşunu her şeyiyle bilen; toplum, din, erkekler, millet ve bilmem ne hakkında sayısız aforizmalar öne süren anlatıcı tavrı ortadan kırılmıştı. Aslında yaşanan şey Peyami Safa ve A.H.Tanpınar roman dilinin sonuydu ya, sağcılar bunu fark edecek halde değildiler. Bazı solcular da topluma ayna tutmak ve eleştirmek işinin sanatın görevi olmadığını anlayacak olgunluğa ulaşamadıkları için köycü ve savaşçı bir romanın arkasından koşmaya devam ediyordu şüphesiz.
Bu durum eleştirinin sanatın gerisinde kaldığı ve bir daha onu yakalayamadığı kritik çağı gösterir: Türkiye’de edebiyat eleştirisi Stendhal’den beri söylenegelen “toplumun aynası olmak”, “çağının tanığı olmak” gibi argümanlara ek olarak, Çernişevski’nin “Eleştirel Gerçekçilik”i, “Jdanov’un “Sosyalist Gerçekçilik”i eşliğinde Lukacs’ın despotça dayatılmasından ibaretti. Üstelik bu konuda fikirler açık olmadığı için Sartre ve Marcuse sonrasında Avrupa’da yürüyen “sanatın özerkliği” tartışmaları hakkında hiç konuşulamıyor, yazarlara toplumu yansıtma bilgisi dışında bakılamıyordu.
Bu eleştirisizlik hali edebiyattaki devrimi görünmez hale getirdi, yenilikçi yazarlar fark edilmeyişin acısıyla kıvranırken 1980’e kadar solcu romancıların bazıları Jdanov’dan devraldıkları sosyalist gerçekçiliğin kamburuyla vasat romanlar yazıyor, sağcı romancı da İttihat ve Terakki’den miras kalan millet ve din ödeviyle ağır narkozlu yaşamını sürdürüyordu.
Yetmişli yıllarda iç savaşa doğru giden gerilimler nedeniyle irrasyonel bir ölüm düşkünlüğü ve devrim şehitleri övgüsü, solcuların edebiyatını adeta komaya soktu. Devrim yapmış ülkelerdeki biyografilerin roman olarak okunup yüceltildiği bu dönemde, propaganda niteliğindeki her türlü çer çöp, popüler edebiyat ürünü oldu. Bu hal, günümüzde içinde İslami ton bulunan her türlü çer çöpün yaygın olarak okunmasını akla getirecek kadar kapsamlı bir modaydı.

1980 SONRASI

Bu dönem dört yazarla açılmıştır: Orhan Pamuk, Latife Tekin, Mehmet Eroğlu ve Ahmet Altan. Şüphesiz bu yılların edebiyatında Adalet Ağaoğlu, Leyla Erbil ve Pınar Kür hız kesmiş değildi fakat yeni bir şeyin geldiği 1980’lerin başında Latife Tekin ve Orhan Pamuk’un yazdıklarından belli olmuştu: Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm’ünde bambaşka bir toplumsal gerçeklik, dil ve yazar konumu ortaya çıktı. Orhan Pamuk’un yazdığı Kara Kitap da Sevgili Arsız Ölüm’den sonraki büyük bombaydı: Bu romanla romancı tahayyülünün sınırları değişmiş, zamanı algılayışına yeni bir halka eklenmişti. O sıralarda Oğuz Atay, 1977 yılında öldüğü halde, -yani roman yazmasa bile- yeni romanın sınır çizgilerini belirliyor, seksenlerin debdebeli yazarları kadar önde görünüyordu.
Bu gelişmeler karşısında “eski kafa”nın başkaldırısı da gecikmedi: Yalçın Küçük’ün Stalinist bir refleksle küfür romanları olarak yargıladığı dönemin yazarları, Doğu Avrupa’daki sosyalist rejimlerin yıkılmasından edebiyat sorumluymuş itilip kakıldı ve edebiyat politika için heba edilmek istendi.
Bir bakıma edildi de: Çünkü doksanlı yılların başında Kürt mücadelesinin yükselişi, devletin Kürt köylerini mahvetmesi ve iletişim ağının devlet propagandası şeklinde düzenlenmesi, her alanda keskin bir politik şiddet yaşanmasına yol açtı. Milliyetçiliklerin ve İslamcılığın giderek ağırlık kazandığı, Sivas’ta olduğu gibi provokatif öldürme eylemlerinin havayı bulandırdığı, kadınların giyimine kuşamına karışıldığı akıldışı bir karanlık çağ başladı. Bu çağın etkileri hemen ortaya çıkmadı, edebiyattan başka her şeye benzeyen ürünlerin raflara çıkması 2000 yılı sonrasını bekledi.
Yani 1980 ve 2000 arasındaki dönem geleneksel solun entelektüel olarak iktidarını adım adım yitirdiği ama başka hiç kimsenin de iktidarda olamadığı bir ara dönemdi. Bu çağa romantik tepkime çağı diyebiliriz: Çünkü bu çağda önceden örneği görülmemiş bir tarihi roman çığırı başladı. Örneği görülmemişti, çünkü edebiyatın edebiyat olarak gerekliliğini kavramış yazarlar tarihi roman yazıyordu. “Milli reflekslerle” yazılmış romanlarla kıyaslandığında eşi benzeri olmayan bu yeni yol, kısa sürede popüler roman yazarları tarafından işgal edildi. Hatta dönemin öncüleri arasında yer alan Elif Şafak zamanla kendini fesh ederek popüler yazıcılığın başını çekti: Yani bu alanın bazı öncüleri bile onu taşıyamadı. Çünkü öyle yazarak her yazdığı beklenen yazar olmak zordu. Orhan Pamuk ve Ahmet Altan bunun sırrını anladılar: Yazarın yazmaktan fazla emek harcayacağı şey, yazdığını duyurmaktı. Bu edebiyat dışı yol, eminim bazı yazarları edebiyattan fazla etkiledi. Böylece Orhan Pamuk ve Ahmet Altan, tirajı ve reklam panosunu yaşamımıza sokan ilk iki yazar olmak talihsizliğine düştüler.[2]
Böylece –eminim ki Pamuk ve Altan’ın hesap edemediği bir şey oldu ve- edebi ürünün değil, bir meta olarak “edebi malın” yatırım değeri arttı. Yayınevleri ve pazarlama birimleri, giderek yazarın ne yazdığından çok onun magazinsel kişiliğine yönelmeye, yazarın ne yazdığına bakmadan onu ünlü etmeye dayalı bir strateji geliştirdi. Edebi açıdan değeri olsun olmasın yazarlar bir reklam yıldızı gibi bilboardlarda, kitapçı önlerindeki maketlerde, afişlerde göründü. Eleştiri de bu dönemde tamamen yok olarak kitap tanıtım yazıları yazmaya dönüştü. Hatta yayınevlerinin reklam gücüne bağlı olarak -eleştiri değil- tanıtım yazısı siparişlerinin verildiği bir dünyayı böylece ilk kez görmüş olduk.
Büyük kitap marketleri açıldı: Peynir veya süt için kullanılan “raf ömrü” kavramı, kitaplar için de kullanılır oldu. Çünkü artık yazardan bol bir şey yoktu: 2000’li yılların başında, yılda yirmi otuz roman yazılan bu ülkede artık üç yüz dört yüz roman yazılmaya başlandığı için “piyasanın” böylesine canlı oluşu yatırımcıların gözünden kaçmadı. Kitap süpermarketleri açma ve “küçük esnafı bitirme” dramı bu alanda da yaşandı. İşin kötüsü nitelikten çok niceliğe dayalı bu satış merkezlerinde edebiyat yerine “çoksatar” olanlar raflarda yer buldu, kitap –elbette bir mal olduğu için- yüceltilirken edebiyat marjinalleşti.
Bu gelişmeler “kötü paranın iyi parayı kovması”na benzemişti: Bu analoji “kötü edebiyatın iyi edebiyatı kovması”yla iyiden iyiye doğrulandı. Edebi alan niteliksiz yazı tarafından işgale uğradı, tarih romanı yazarlığı harcıalem bir tarihçiliğe dönüştü. Yazarlar siyasal konumlarına göre bölündüler ve edebiyatı politik veya ideolojik kampları için yağmaladılar: İskender Pala, Sinan Yağmur gibi kişiler edebiyatı ideoloji için kurban eden sağcı buzdağının görünen yüzündeki isimlerdi. Ulusalcı cephede “roman” denmesi gerekmeyen hikayelere “roman” demek zaten gelenekseldi: İlhan Selçuk Yüzbaşı Selahaddin’in Romanı adlı kitabıyla bu geleneği başlatmıştı ve Turgut Özakman da  Şu Çılgın Türkler adlı tarih anlatısına roman adını vererek şahı, şahbaz hale getirmişti.
Bu durum eleştiriyi de kıyılara sürdü: Kitap tanıtımı fikrini aşmayan eleştiriye ilk kez 2000’lerden itibaren tanık olduk. Çünkü sözün iktidarını elinde tutanlarla piyasa güçleri ilk kez bu kadar iç içe geçmişti:  Yayınevleri, yayımladıkları kitaplar hakkında çıkan olumsuz eleştirilere kızıyor, o dergiye veya yayın grubuna reklam vermeme tehditleri yolluyordu. Böylece edebiyatta “dönemi görmemek” ve “dönemi görmezden gelmek” gibi, eleştiri açısından çok ağır sonuçları olan bir evreye girilmiş oldu.
Yanlış da olsa listeler hazırlayan, “zarımı atıyorum” diyerek meydan okuyan eleştirmen tavrından “soruşturma”lar hazırlayarak listelerin varsa kabahatini, yoksa mutluluğunu kendi hesabına yazan “sorumsuz” eleştiri çağına geçildi. Piyasanın civalı zarlarının farkında olan bu eleştiri, şüphesiz ki meydan okuyarak güç duruma düşmektense, güç elde ederek meydanda kalmak tavrını seçmiş oldu. Ne yazık ki insanlara “10 büyük roman”, “50 unutulmaz yazar”, “100 Temel eser” anketi yaptırıp onların yanıtlarıyla listeler hazırlamanın sorumluluğu, eleştiriden kaçınarak “sistemi yeniden üretmek” açısından düşünüldüğünde zaten fazlasıyla ağırdır. Bu eleştiri popüler romanı ve romancılığı eleştiremez, popüler edebiyat ikonlarıyla baş edemez. Edebiyatın yenilik treni o eleştirinin bakış açısından çoktan çıkmıştır: Benim anladığım o ki, bu eleştiri anlayışının listeler ve soruşturmalar dışında bir “kritik” olanağı kalmamıştır, çünkü durum onlar açısından pek kritiktir.
Fethi Naci’nin, öznel çıkışlarıyla pek çok yazarı üzdüğü bilinir. Fakat onu bugün hürmetle anımsamamızın nedeni en azından yaptığı listelerle birlikte itiraz edilebilecek bir düşünce ortaya koymasıydı. Bugünkü listeler, partilerin yönetim organlarının seçimindeki çarşaf listelere benziyor: İktidarın önceden belirlediği bu listelerdeki isimler ve onların yapıtları hakkında tartışmak, “çiziği yemek” için yeterli neden oluşturuyor ve bu nedenle o iklimde eleştiri artık pek de mümkün görünmüyor.

14 Şubat Dünyanın Öyküsü Dergisi Şubat/Mart 2014 Sayı 1



[1] Kitabın 99. maddesinde yer alan listedekilerin tamamı şunlar:  Aşk-ı Memnu (H.Z.Uşaklıgil) Kuyucaklı Yusuf (S.Ali), Üç İstanbul (M.C.Kuntay) Miskinler Tekkesi (R.N.Güntekin) Huzur (A.H.Tanpınar) Bereketli Topraklar Üzerinde (O.Kemal) Esir Şehrin İnsanları (K.Tahir) Sultan Hamid Düşerken (N.S.Örik) Tutunamayanlar (Oğuz Atay) Aylak Adam (Y.Atılgan) Ortadirek (Y.Kemal) Saatleri Ayarlama Enstitüsü (A.H.Tanpınar) Küçük Ağa (T.Buğra) Sahnenin Dışındakiler (A.H.Tanpınar) Bir Gün Tek Başına (V.Türkali) Şafak (S.Soysal) Yalnızlar (Erhan Bener) O (F.Edgü) Bir Düğün Gecesi (A.Ağaoğlu) Cehennem Kraliçesi (S.İleri) 
[2] İslami cenahın panolara yansımış ilk reklam yıldızı İskender Pala’ydı; onunki reklamın yarattığı edebiyat yanılsamasının başlangıcı olarak özel bir inceleme konusu olabilir. Bu yanılsamanın zirvesi Serdar Özkan adlı bir kişinin reklam gazıyla “uluslararası bestseller” olarak ilan edilişi oldu: Kayıp Gül yazarı meğer Türklerin Küçük Prens’ini yazmışmış! Doğrusu edebiyat edebiyat olalı böyle bir palavracılık görmemişti.



0 yorum: