Fotoğrafçının Ölümü





Fotoğraf sanatçısı arkadaşım Cüneyt Oğuztüzün’ün öldüğünü öğrendim, çok üzüldüm.  
Atlas’ta serbest gazetecilik yaptığım sıralarda işim gereği pek çok değerli fotoğrafçıyla çalıştım fakat Doğa Fotoğrafçılığı kavramı nedir, Cüneyt’i tanıyıncaya kadar pek de fark etmediğimi zaman içinde anladım.
Onu Muş-Bingöl arasındaki buz kesmiş yaylalarda fotoğraf makinesiyle beklerken gördüğüm haliyle düşünüyorum. Muş Güney Dağları’na çıkmıştık, hatta bir demiryolunda kilometrelerce yürüyüp tünel karşımıza çıkınca korkmuştuk. Çünkü bir metreden fazla kar vardı ve tünelde hayvanlar olabilirdi.
Bütün fotoğrafçılar hayata dikkatle bakar. Bu nedenle özellikle sahne sanatlarına özgü bir görüş üstünlükleri vardır. Sinema ya da tiyatro onlar için doğada ham haliyle bulunur; onların gözü bu hali derleyip toparlar, bir estetik çerçeveye oturtur. İşte fotoğrafçı, yönetmen, oyuncu ya da ressam gözünde ortaya çıkan hayat böyle bir dönüşümün ürünüdür.
Yazı sanatlarıyla ve müzikle uğraşanlar için durum biraz değişiktir; onlar her türlü görüntüyü içimize aktarırlar ki bu yazının konusu değiller.


Cüneyt Oğuztüzün,  Van Güroymak 2002

2002 yılının Aralık ayında Cüneyt’le Muş’u birlikte çalışırken, Van Güroymak yakınlarında, Nemrut Dağı eteklerinde sıcak su göletleri olduğunu işitmiştik. Cüneyt’le Muş’tan yola çıkıp uzun bir yolculuktan sonra buraya gelmiş ve volkanizmanın neden olduğu bu göletlere gitmiştik. Köylüler göletlere mandalarını getirip bekliyor, insanlar atlarıyla suya dalıyor, çocuklar suda yüzüyordu. Ortalık çat ayazdı, fakat havuza girenler sanki hamama girmiş gibi şenleniyor, kışın donukluğu yazın cıvıltısıyla iç içe geçiyordu.

Bir başka gündü, odun kesmeye giden köylülerin ilginç macerasını işittik, onları bulmak için yola çıktık. Gideceğimiz yer Muş Güney Dağları’nın eteklerinde şimdi adını unuttuğum bir köydü.

Cüneyt Oğuztüzün Muş Güney Dağları, 2002


Köye akşam vaktinde geldik, kahvede bir çay içip mihmandarımızın sözünü ettiği odun kesmeye gidecek köylüleri aradık. Sabah buluşmak üzere sözleşip ayrıldık. Ertesi sabah, daha gün doğmadan köylüler hazırdı, bizi bekliyordu. Uzaylı gibi giyinmişliğimiz onlara abartılı geldi, çünkü adamlar -20 derecede ceket ve pantolonla dolaşıyor, lastik ayakkabılar giyiyorlardı. Kızakları yüklendiler, baltaları ipleri kuşandılar ve  hep birlikte iki bin iki yüz metre yükseklikteki meşe ormanına doğru tırmanmaya başladık.  Yaklaşık bin yüz metrelik bu tırmanış sırasında yavaş yavaş üstümüzdekileri çıkarmaya başladığımızı ve başımızdan buharlar yükseldiğini şaşarak görecektik. 
Kesile kesile bir avuç kalmış meşe ormanı balta vuruşlarıyla inlerken beyazlıklar altında dinlenen doğayı gözledik, bu yaşam tarzına şaştık. Odunlar kesildi, kızaklara yüklendi. Üç saatte tırmandığımız dağdan, kayarak, odun yüklü kızaklarla on dakikada inmenin beklentisi köylüleri çocuklaştırmışa benziyordu. 
Gerçi Cüneyt’le ben kızaklara binmedik, iyi ki böyle yapmışız çünkü binseydik ta aşağılarda, bitmek bilmeyen bağrışlarla kızak üstünde yol alan, kırlangıç neşesiyle kayıp giden o insanların büyüleyici görüntüsünü görmeyecektik.


0 yorum: