HER ŞEY RÜYALARA KALDI

 


Uyku Ülkesi'nin Kapağı Kardelen Akçam tarafından yapıldı.

 

Gürsel Korat son romanı Uyku Ülkesi’nde ülke ve dünyadaki güncel sorunları merkeze alıyor. Korat “İyimser olmamalıyız. İnsan hasta, şehirler hasta, dünya hasta” diyor.

 

ÜMRAN AVCI

 

Rüyalar üzerinden beynin labirentlerinde dolaşıyor okur. Bu kitabı hazırlarken bir rüya defteriniz oldu mu? Ya da tutar mısınız?

Çok defterim var ve birçoğunda rüya notlarım bulunur. Freud, okuyanların ve yazarların bunu yapmasını iyi bulur. Bir zamanlar rüyaları anlamanın yazarların işi olduğunu yazmıştım. Rüyalarımı çok düşünürüm. Bilirim ki onlar yaşadıklarımın biçim değiştirmiş ve simgeleşmiş bir halidir. Hepsi önemlidir benim için. Aldığım notları çözümlerim. Zaten rüyayı anlamadan rüya üzerine yazmak olanaksızdır.

Uyku ülkesi, rüyalar mı? 

“Uyuyor musun?” diye sorulduğunda “Uyku ülkesindeydim” diye yanıt vermek güzel bir şey. Ama elbette Uyku Ülkesi bundan fazla bir durumu içeriyor. Uyku Ülkesi romanı bir rüya güzellemesi değil. Rüyalar şöyle iyi böyle iyi demiyorum. Tersini de.  Yahut onların bir masal gibi bir şey olduğunu da savunmuyorum. Boş yere, temelsiz bir masal övgüsü ve rüya güzellemesi yapmanın gereği yok. Rüyaların bedensel aktivitenin bir sonucu olduğu aklımda: Rüya gerçekliğin başka bir izdüşümüdür.

Pandemi döneminde geçen bir roman. Bir yandan da Türkiye ve dünya üzerine bir distopya… Hikayedeki felaket senaryoları üzerinden gitmek istiyorum. Roman bir anlamda dünya dertlerine ağıt. Müsilajdan küresel ısınmaya pek çok meseleye dokunmuşsunuz. Ve önemli bir de tespit var: Dünyamız daha hasta… 

Distopyaların bir özelliği umutsuz olmaları ve çıkış yolu tanımamalarıdır. Bu açıdan Uyku Ülkesi bu tanıma genellikle uyuyor. Son bölümünde -ki sürpriz noktasında- yine de umutsuz olmamak gerektiğini düşündüğüm için okura bir açık kapı bırakıyorum. Bunu biraz da halen yapılabilecek bir şeyler olduğunu düşünmekten ötürü yaptığımı söylemeliyim. 

Çevre sorunları iyimser olsak da bizi hasta etmeyi sürdürüyor…

Evet. Doğru bu. Şunu düşünmeliyiz: İnsanın fiziksel rahatsızlığı ile dünyanın hastalığı arasında bağ kurmak -her türlü komplo kuramının ötesinde- yazarın işi olmalı. İnsanlar sanatın sarsıcı gücüyle durup düşünmeliler. Zaten bütün bunları haberlerden biliyoruz ama roman olarak elimizde duran şey bizi kuşkuyla yerimize mıhlıyor. İyimser olmalıyız ama hiç de rahat olmamalıyız. Dünyamızda pek çok sorun var, madenler, ormanlar ve denizler mahvoluyor, insan enerji üretme biçimleriyle doğal olanı dışlamış durumdalar. Rahat yaşamak arzusu, doğaya karşı sorumsuzluktan başka bir şey değil.  Yaşama ilkemiz çok basit olmalı: Doğal dengeye zarar veren her üretim malı konforlu bile olsa engellenmeli. Dünya hasta, şehirler hasta, dolayısıyla insan da hasta. Aynı cümleyi tersinden de kurabiliriz: İnsan hasta, şehirler hasta, dolayısıyla dünya da hasta.

Rüyalardan birinde sular elli dört metre yükselmiş. Pek çok kıyı yerleşimi sular altında kalmış. İstanbul’da Kadıköy, Üsküdar, Sarayburnu artık tarih. Dalgalar Galata Kulesi’ne ulaşıyor. Tarihi ya da bilimsel olayları edebiyat eliyle anlatırken bıraktığı etki çok daha fazla oluyor. 

Her gün kuzey kutbundaki buzulların eridiğini görmekle geçirmiyor muyuz? Buradaki kutup ayılarına acımaktan öte bir sorun yaşadığımız açık: Dünyanın dengelerini değiştiren bir şey önündeyiz ve para kazanma hırsı her şeyin ötesine geçmiş durumda. Dünya karbonla kaplanıyor ve biz uçakların sayısını çoğaltmakla meşgulüz. Oysa yakında belki de hiçbir havaalanını kullanamayacak durumda olacağız. Barajlarla tarihin üstünü kapatıyoruz, oysa pek yakında böyle bir iklimde zaten yaşayamaz hale geleceğiz. Sular çekiliyor, ormanlar yok oluyor, yapılan yollardan zaten geçen olmayacak. Geriye kalan üç beş kişinin bu inşaattan para kazanmasından başka bir şey olamayacak. Herkes bilmeli artık: Tüm dünya inşaatlara verilen kredilerle sömürülüyor. ABD tüm dünyaya New York’u ihraç etti. Petronas kuleleri, Abu Dabi, Pekin, Bombay, Singapur, Tokyo ve geri kalan bir sürü büyük şehir inanılmaz bir üst üste yaşam cehennemi oldu. Buna uzun zamandır ben de yazdıklarımla dikkat çekiyorum. Ama sanırım para tatlı. Her şey rüyalara kaldı. Fakat birinin rüyalarda da distopya olacağını söylemesi gerekiyordu. Uyku Ülkesi ile ben söyledim.

Roman kahramanı ve karakterlerin tamamına yakını kadın. Kadın bakış açısı anlamında epey empati kurmuşsunuz belli ki. 

Roman yazarları genellikle kendi cinsini yazıyor. Tarihimizde roman genellikle eril bir iş ve kadın bedenine güzelleme yapma alanı gibi görünüyor. Şiir tarihimiz eril olduğundan romana da bunu tutkuyla uygulayan bir tarz yaşıyoruz. Bu aksi talihle uğraşmak gerekir. Başka bir cinsiyeti yazmak meydan okumak gibi bir şey olmalı. Zaten romanda yazarın nötr cinsiyet içinde olması gerektiğini çok defa belirttim. Bu nedenle de bu romanda bir kadını başkahraman yaptım. Kadını yazdım. Eril dille roman yazma tarihine meydan okuyarak, erkek merkezli tarihi ve cinsiyetçi kodları yıkarak yazmanın bugün için çok gerekli olduğunu düşünüyorum. Edebiyatta bir devrim arayanlar buyursunlar, önce devirmeye cinsiyetlerden başlayalım. 

Serap Hemşire üzerinden kadınların uğradığı cinsel istismar olaylarına bir gönderme de var.

Bu romanda Serap’ın çok güzel olduğunu hiçbir bedensel özelliğini tanımlamadan anlatarak değişik bir yol izledim. Cinsel uyaranlarla kadın bedenini bir arada tanımlamanın eril bir nitelikte olduğunu düşündüğüm için bu benim için devrimsel bir nitelik taşıyor. Kadın bedeni erkek yazısı için çok işlek bir alan. Güzelliği anlattıkça bunda bir sorun yok ama kadının iç dünyası belli olmadıkça ve yalnızca bedeni anlatıldıkça dehşetli bir sorun var. Unutmayalım ki roman okuyoruz, erkek erkeğe muhabbet etmiyoruz. 

Bir de bu romanın mottosu olarak gördüğüm uyku ile rüyanın benzeşmesi konusunu ele alsak..

Doğrusu siyasi, ahlaki bakımdan olduğu kadar düşünsel açıdan da bu konuyu irdelemekte yarar var. Özlüce evet, hepimiz rüyada olabilen şeylerin gerçekte olduğu anlar görüp şaşıyoruz. Bu romandaki yaşantıların bilinçli olarak hissettiğimiz her şeyden oluştuğuna şüphe yok. Dolayısıyla uykuda yaşadıklarımızla gerçekte olanlar birbirine bu kadar benziyorsa kaçınılmaz olarak uyku ülkesinde yaşadığımız ortaya çıkıyor diyebiliriz.

Başkarakter Sevda Kül de bir doktor ama onun branşı ilginç…

Evet anestezi uzmanı. Yani, uyku ile ilgili. Rüya gören kahramanımızın bir doktorken hastaya dönüşmesi zaten temel sorun. Olay bu çatışmayla açılıyor. Tedavi sürecinde sürekli olarak uyuyor, uyutuluyor ve rüya görüyor. Nihal adındaki psikiyatri uzmanı arkadaşına mektup yazarak durumu anlatıyor.

“İnsan beş duyusunun yorumuyla yaşar” diyor roman kahramanı. İnsanın iyi veya kötü yapan duygulardan hangisinin ağır bastığıyla ilgili önemli bir saptama. 

Tıpkı rüyanın içeriği ile görünen anlamının farklı oluşu gibi. İnsan beş duyusunu bilir ama ona nelerin etki ettiğini bilmez. “Normal yaşam” budur. Oysa edebiyat normal olanın anormal yanını işaret etmekle ilgilidir.

Romanda klasik eserlere bir saygı duruşu var. Okuru yeni okumalara teşvik edici de bir eser. “Rüya Körü” romanınıza da bir selam çakma var.

Edebiyat yapıtlarında diğer edebiyat yapıtlarına göndermelere pek rastlanmaz oldu. Eski edebiyatta bu var. Yalnız selam çakmakla yetinmeyip diğer kitapların içimizde uyandırdığı heyecanı da dile getirmek durumunda olmak gerekir. Anlattığım rüya kitabı olmasaydı bunu çok daha açık, dolaysız yapardım herhalde.

“Yazdıklarımız, konuştuklarımızdan daha derine işliyor” diyor anlatıcı. Bir başka yerde de “Yazmak anlamaya iyi geliyor” değerlendirmesi var. Yazının önemi ve etkisi üzerine konuşalım isterim biraz da.

Yazı yazarak daha iyi konuşma öğreniyoruz. O yüzden sokak diliyle okumuş yazmışın dili ayrı. Bir kitabı yazıp not alırsam, bir seminere hazırlanırsam, başka bir dili öğrenmek için çabalarsam hep yazıyorum. Bu nedenle yazarak kendimizi daha iyi ifade ettiğimiz sonucuna varıyorum. Saygı duyduğum yazarların bir ikisinin konuşma özürlü olmasından anlıyorum bunu. “Dil otu yemiş” bazıları ise tek satır yazamıyor. Bütün bunlardan yazı yazmanın ve konuşmanın ikisinin de iyi olmasının ne hoş bir bileşke olduğu sonucuna varıyorum.

Roman kahramanı Sevda Kül, “Yazıyı yazan kişi Tanrı’yla özdeştir. Dilediği şeyi yazarak yaratır, silerek yok eder” diyor. Yazarlığın bu tarafını konuşayım istiyorum. 

Optik kuralları gereği bakan kişi, anlatan kişidir. Resim, heykel, oyun, sinema ve yazı böyle. Tüm sanatlar böyle yani. Dolayısıyla yazıyı yazan kişi, o evrenin kurucusu, tanrısıdır. Silerse yok eder. Yazarlık ve kurmaca tam böyle bir iş. Yazı yazıldığında genellikle başımızdan geçen olayların olduğu gibi anlatılmasının doğru olduğuna dair bir yaklaşım içinde oluruz. Oysa sanatsal gerçeklik yaşam parçalarıyla örülmüş ama yaşamdakine benzemezliğiyle ayrı, kendine özgü bir gerçeklik olmadıkça anlatılan hikaye boşluktadır. Gerçek yaşam bizimdir, orada sanattan parçalar vardır ama o kendine özgüdür. Sanatsal gerçeklik de böyledir, onda gerçek yaşamdan parçalar vardır ama o da kendine özgüdür.

 

Milliyet Sanat 

Şubat 2022

0 yorum: