Çağlayan Çevik
caglayancevik@gmail.com
*En sonundan söze girmek
gerekirse, bir “yıkım” hikâyesi okuyoruz bu kez sizden. Ancak “Kargaşa” adını
taşıyan bölüme kadar aslında bir dedikodu, sonrasında ise itiraf biçiminde
aktarılıyor her şey. NE söylemek istersiniz?
Yine
Doğdu Tanyıldızı’nın girişinde apaçık, gözle görülür, derhal anlaşılır hareket
eden bir anlatım vardır. Bundan, anlatıcının kişiliği de sezilir. Anlatıcı sesi,
“yazar anlatıcı”ya ait değildir, hemen belli olur. Bu durumda anlatmanın üç
ayağı olduğu giderek açığa çıkar: Kendini dışarıdan görmek, başkalarını
anlatırken nesnel davranmak, üçüncüsü kendine özgü bir tavrı olmak. Zaten
anlatıcı duygularıyla öyküsünü karıştırmaya başlayınca yazıcı da diklenir. Burada
hiçbir kuramsal duruşu açığa vurmadan, senin dediğin “dedikodu” formuna direnir
yazıcı. Böylece şu giderek görünür: Yazmak, anlatmaya ilişkin bütün halleri
tanrısal bir yeterlikle düzene koymak ve sıraya oturtmaktır.
*Rüya ile giriyor söze
anlatıcı ve yazıcı! Söz konusu rüya metaforu romanda birkaç kere karşımıza
çıkıyor. Söz konusu rüya metaforu başka romanlarınızda da karşımıza çıkan bir
şey. Daha fazla imkan sunduğu için mi kullanıyorsunuz, yoksa rüya üzerine çok
düşünmenizle alakalı mı bu?
Rüyada
düşünürüz çünkü. Bize neyin dokunduğunu bilmeden düşünürüz. Bu şu demektir:
Rüyalar yaşama dahildir ve yaşam hakkındaki kararlarımızı gösterir. Adam zaten
kadını bir ziynet olarak görüyor rüyasında. Ona ne yapacağına karar veriyor.
Romanın sonunda da görüyoruz o ziyneti. Neymiş. Neredeymiş o hazine.
*Selçuklu Dönemi’nde yani “tarikatler
devri”nde yaşanan olaylar haliyle ilahi ve beşeri aşkı da bir araya getiriyor.
Aşkın iki yönünü ele aldığınız bir roman bu. Ama o alıştığımız Mevlâna-Şems
esprisine yaslanan aşklardan da söz etmiyoruz elbette.. (Bir o kadar da aşka
övgü metni bu)
Bir
şey söyleyeyim mi, tasavvufta sözü edilen o tensel aşka, hele hele eşcinsel
olana itirazlar geliyor ya sağdan soldan; “bunlar birer mecazdır” deniyor ya.
Bu konuyla başım pek hoş değil. Eşcinselliği suç sayıyor herkes günümüzde. O
çağda öyle değildi, bütün sorun burada. Eşcinselliği de cinsiyetlerden biri
olarak görmedikçe bu konuda iflah olmayız. Yazarın bütün cinsiyetleri anlamak
gibi bir ruhu olmalıdır, yargılamak hayatı suçlayanların işidir.
*Birkaç yıl önce sizinle
buluşup konuştuğumuzda “her insanın
hem yüce hem de sefil bir ruh düzeneği içinden hareket edebildiği fikriyle
masanın başına oturuyorum,” demiştiniz. Yine Doğdu Tanyıldızı’nda da adı
gecen bütün kahramanların hem iyi, hem kötü, hem sefil, hem yüce insanlar
olabildiğini görüyoruz… İstikrarlı duruş bir tarafa hâlâ bu fikirle mi
oturuyorsunuz yazının başına?
Hep
oradayım. Hiç aklımdan çıkarmam bunu.
*”Zaten
büyük acılar farkına varılmamış yanlışlardan gelir.” Romanın belki de bütün
dişlilerini harekete geçiren cümle bu. Bu cümleyi farklı zamanlarda farklı
şekillerde birkaç kere kuruyor “anlatıcı”(lar)…
Trajik acıların yapısı budur zaten. İnsan böyle
bir durumda başına gelenle baş edemez, çünkü hazırlığı yoktur. İnsan başına
gelen şeyi anladığında çözüm artık olanaksız hale gelmişse trajedi ortaya
çıkar. Burada Nureddin başına geleni anladığında trajik karaktere dönüşüyor ama
başka kişiler de öyle: Mesud, Mihri ve Şeyh Nizamüddin de aynı durumdalar, yani
başlarına geleni anladıklarında kurtuluşları yok ve felaketi kendi elleriyle
hazırladıklarını anlıyorlar. Zaten yıkımın yarattığı pathos, acı duygusu, bu
metnin dramatik yapısının trajedi olduğunu gösteren son halkadır.
*Selçuklu
Dönemi’ni ve söz konusu dönemde başka yazarların pek yanından geçmeyeceği
“şehirler” üzerinden anlatıyorsunuz yine. Üstelik birçok anlamda oldukça
karışık bir dönem olduğu fikrini, Tatar istilasının yarattığı korku atmosferi
içinde aktarıyorsunuz. Selçuklu’ya özel bir ilginiz olduğundan mı, yoksa ben
herhangi bir köydeki/kasabadaki herhangi bir ailenin yıkım hikâyesini anlattım
mı diyorsunuz?
Ben kurucu öğe olarak Selçuklu’nun çok yad
edildiği bir yerde büyüdüm. Selçuklu tarihini araştırdım, mimarisine baktım,
yaşadıklarımızı gözledim, anladım ki palavralarla tarih yazılıyor. Sonra yaşım
büyüdü, kuruluş anlatan bir sürü tarih romanı okudum, milliyetçi hamasetten
yoruldum. Yazar olmaya karar verdim, romanın tarih anlatmayacağını öğrendim. Bu
yüzden tarih dekoru önünde insanı tartışmaktır yaptığım. Falanca kişinin
düşüncesi neymiş, o tarihte bilmem nerede ne yaşanmış, bugün o düşünceler ne
kadar önemliymiş... Romancı bunu hiç yazmaya tenezzül eder mi? Romanı bilen
yazar bunlarla uğraşır mı? Bu, ideologun işidir, propagandacı veya ucuz, piyasa
işleri yapan yazar buyursun yapsın. Halbuki sorun şu, “Derviş” diyoruz,
“Sultan” diyoruz, “Emir” diyoruz ya bakıyoruz çevremize, bugün onlardan biri
bile ortada yok. Olmayana övgü. Geçmiş kötüdür Çağlayan. Benim fikrim biraz
böyledir. Orada yaşanmaz. Bugünden bakıp geçmiş övgüsü yapılmaz, varsa hikayen
o anlatılır. Anlattığın da aslında bugündür. Tarihçi miyiz de tarihi
açıklayacağız? Sezgilerimizi konuştururuz o kadar. Bugün dervişi anlatanlar ya
da bilmem kim efendiden söz edenler övgüye doyamıyor, hızlarını alamayıp
anlattıklarıyla özdeşleşiyorlar. Yazar anlattığı varlığın hayranı olamaz. Kimi
anlatırsa anlatsın. İnsan olarak görmediği kişiyi yazmak yazarı küçültür. O
roman karakteri olmaz, risale kahramanı olur. Bu nedenle ben beni ele
geçireceğini hissettiğim tarihi kişileri yazmam. Ben yazdığım kişiyi elimle
yoğurmak isterim, benim metnim dıında halihazırda zaten yoğrulmuş, pişmiş,
kabuk bağlamış insanlar, o takır takır kişiler benim konum değildir. Evet,
herhangi bir evde yaşananları yazdım ben. Çünkü roman bir kaside değildir,
övgüye gerek kalmadan insanı anlatır.
*Anlatıcı/yazan
ikilisi en baştan itibaren “korkunç sonu”n işaretini veriyorlar. Yani okur
büyük bir sürprizle karşılaşmıyor aslında. Sonu baştan söyleyen ve bunu
neredeyse dedikodu yaparcasına dile getiren bir anlatıcı var karşımızda. Ama ne
oldu, sorusunu değil nasıl oldu, sorusunu soruyorlar ve her şey bunu anlatmak
ihtiyacıyla ortaya çıkıyor… Suçu hafifletmek, günah çıkarmak ihtiyacı var
adeta.
Bir dedikoduya benzese de, sonra tartışmaya
döner iş. Anlarız ki iki kişi birbirine ne oldu, biz ne yaptık sorusunu
sormakta ve yaptıkları şeyin ne olduğunu anlattıkça anlamaktadırlar. Bu yüzden
anlatıcı üzerinde özel olarak uğraştım. Yazarı anlatıcıya ve yazana böldüm,
onların ikisini de ben yazdığım için roman toplam üç öykü anlatıcısı arasında
paylaşılmış oldu. Hiçbir ayrıntıyı açıklamadan “bak” diyerek, “işte” diyerek
olaylar sanki o anda gözümüzün önünde dönüyormuş gibi anlatmayı çok sevdim. Bu
dokunmatik görsel teknikleri anımsattı bana, bu tekniği anlatıcıya ekleyerek yürüdüm.
Bunun önceden yapılmadığını bilmenin hazzıyla hem de.
*Gerek
mitolojik, gerek psikolojik, gerek dini metinlerde çıktığı halleriyle birkaç
baba-oğul hikâyesini görüyoruz romanda. Aynı biçimde, söz konusu baba-oğullar
hikâyesi erkek egemen anlayışı da ortaya çıkaran bir durum yaratıyor. Ama
olayların içinde karşımıza çıkan “kadınlar”ın bu hadiselerde en az onlar kadar önemli
rol oynadığı da bir gerçek… Ne söylemek istersiniz?
Cinsiyetleri aşarak bakalım istersen:
Sevgisizler ve sevgiyi bulanlar olarak ikiye ayır kişileri. Kadın erkek fark
etmez. Sevgiyi bulanların barışcıl, bulamayanların üzgün, yitirenlerin ise acımasız
olduğunu görürsün. Kadın, erkek. Romanda kadınlara özel vurgu var, çünkü
kadınlıkları aşağılanıyor. Bunun acısını çekiyorlar ama farkında bile değiller.
Farkında olmadığın acılar da yakar, yalnızca bilmeden yaptığın yanlışlar değil.
*Yer
yer “kadın bedeni”ni erkek bedeniyle mukayese ederken, erotik bir biçimde
olmasa da şehevi bir biçimde gizemli tarif ettiğiniz söylenebilir. Yani
kadınlık halleri, kadın bedeni bütün “diriliğiyle” merkezde yer alıyor.
Bu erkek gözü için bir hazırlık. Çünkü ona biri
tutulacak. Aşk nesnesi olan kadının bu tutulmada hiçbir katkısı olmadığı halde.
Sevmeyip sevilenin talihsizliği. Bir güzellik insanın bedenine dolup taşarsa ve
hatta “fışkırırsa” âşık olunanın başına bu gelebilir. Kadınlar çarpıldığı
güzellik karşısında erkeğin yaptığını yapamaz, kadın bu anlamda erkekten
iyidir. Ama erkek tutulursa zalimleşir. Bu yüzden Fazıla’nın güzelliğini gözler
önüne sererken erkeğin gözüyle baktırdım okura. O anda zavallı okur da felaketin
buradan geleceğini henüz bilmiyordu tabii. O felaketin ne olduğunu öğrenmesi
için yüz elli sayfa kadar bir yol alması gerekecek. Çağlayan bana bütün bunları
niye söyletiyorsun?
*Anadolu’da
kökleri binlerce yıl öncesine dayanan ve aslında her kültürde insanlık
tarihiyle beraber var olan “eşcinsel” ilişkiyi bütün doğallığıyla
anlatıyorsunuz. Hatta döneme baktığımızda bunun bir noktaya kadar olağan
karşılandığını da biliyoruz ve romanınızda okuyoruz. Fakat bugünkü duruma
baktığımızda her fırsatta en çok lanetlenenler, ötekileştirilenler yine
eşcinseller. Eşcinseller (binlerce yıldır) vardır bu topraklarda diyorsunuz bir
taraftan, yanılıyor muyum?
Eşcinselliği -biraz önce de söyledim- bir cins
gibi görmeyenler nefret suçu işleyen kişilerdir. Eşcinsellik nefreti, bir
insanlık suçudur. Geçmişteki dervişlerle ya i.ne diyerek alay edenler var ya da
oradaki “oğlan” “lebnâ” “civan” vurgusu mecazdır diyenler var. Yahu her şey mi
mecaz, niye hep cinsellik mecaz, içki mecaz? Aman sen de. Öte yandan “Hah
yakaladım, bak meğer bunlar erkek erkeğe fik fik edermiş” tavrı da ne mene bir
korkunçluktur! Bu yüzden romanı çalışırken yargı üretecek hiçbir kavram kullanmadım.
Hatta “erseven er” gibi bir sözcük uydurdum ki, üzerinde herhangi bir tortu
birikmemiş bu kavramla, insanlar cinsel olaylar karşısında nötr davrandığımı
görsün.
*Tatar
Beyi İlboğa Han’ın karanlık gölgesi romanın bütününün üstüne düşüyor. Romanın
başları itibariyle ha geldi ha gelecek diye sözü edilen bir “korku” sebebi bu
isim. Bir noktadan sonra Godot’yu beklemeye evriliyor. Ne dersiniz?
Bu da finalde işimize yarıyor: Tam Fazıla gitti
gider dediğimiz bir an. Gitmeyeceğini anlıyoruz, “Oh” diyoruz, “İlboğa’nın
adamı halden bilir biri çıktı.” Fakat ne acı, meğer ki Fazıla çoktan, başka bir
şekilde “gitmiş” de haberimiz yokmuş o anda.
*Romanda
bütün “teraziyi” bozan isim İshak. Bir Melami gibi davransa da kibirli, çağdaş
anlamda bohem, kendi kurduğu bir yalana herkesi inandırabilen, zeki, uçarı… Bu
adam üzerinden “bir sanatçı portresi”ni çizdiğinizi söylemek mümkün. Katılır
mısınız?
Oscar Wilde’ın Dorian’ı geldi aklıma. İlginç
bir saptama. Ben de şunu ekleyeyim: Şimdiye kadar Kalender tarikatlarından gelen
karakterlerim ahlaken tutarlı kişilerdi. Bu ilktir: İshak bütün çelişkileri
içinde iyilik ve kötülük sarmalında dolaşan ilk melami karakterimdir. Çok
akıllıdır, çarpıcı ve etkileyicidir. Hatta Şeyh Nizamüddin’e gerçek bir aşkla
tutulsaydı her şeyin çok iyi olabileceği bir durum bile vaat etmekteydi. Fakat
yaşamda hep umulan olmaz. Olmayınca ne olacağını görmek de yazara düşer.
*Az
evvel yalan dedik! Hadiselerin bu hale gelmesinde, şeyhlik, kadılık, zenginlik
gibi türlü ünvanlara, postlara, varlıklara kavuşmuş bir adam ve onun ailesinin
yok olmasında küçük gibi görünen, ama herkesin içinde olduğu yalanlar sebep
oluyor!
Yalan küçücüktür ama koca bir yaşamı bulantı
içinde bırakır! Hepimiz bir şekilde yalancıyız. Bunu düşünelim istiyorum,
öyleyiz.
*Fazıla’nın
adını taşıyan ve onun kısa hikâyesinin anlatıldığı bölümde Fazıla üzerinden
kadınların sosyal durumuna dair bir resim de çiziyorsunuz. Yine bugünkü
durumlara bile ad veren tespitler okuyoruz gerek onun ağzından, gerekse
anlatıcı (Mihri)nin sözlerinden…
Kadınlar çok ezilmiş ortaçağda. Aklı çok büyük
kadınlar. Hep kapatılmışlar, paketlenmişler. Sokağa çıkan erkek. Her şeyi
yöneten erkek. Bir de buna fıtrat demişler, fıtraten eksik, kötülüğe eğilimli,
akılsız, aldatılabilir. Ayrıca cinsiyet bakımından aşağılamışlar, hazine
demişler alay eder gibi, ondan çocuk yapmışlar ana olarak kutsamışlar, yine
alay eder gibi. Birileri kızını böyle yetiştirmek istiyor alabilir ama ben bir
kız babası olarak onu böyle yetiştirmedim, biline. Kızlarına bir ziynet, bir
eşya gözüyle bakanlar, onları tıpkı Şeyh Nizam gibi mezarlarına kapanarak
ziyaret etmek zorunda kalırlarsa ki –bunu kimse için dilemem- o hazineyi nereye
gömdüklerini çok iyi anlarlar.
*Romanda
anlattıklarınız, değindikleriniz, okuduğumuz olaylar kadar, her şeye farklı bir
boyut katan “anlatıcı” mefhumunu eşeliyor olduğunuz da bir gerçek. En başta bir
anlatıcı ve katip ikilisi var açıkça. Sonrasında anlatıcı “sözüm dolambaçlara
girdikçe bundan zevk alacaksın korkma” diyor yazıcıya ve okura! Sayfa 74’te
doğrudan birbirleriyle metin anlatımı, hatta neredeyse roman yazımı üzerine
konuşuyorlar!
Evet, neredeyse. Bilseler roman diye bir şey,
söyleyecekler.
*Ama
Kargaşa bölümü itibariyle anlatıcı yer değiştiriyor. Mesud’dan Mihri’ye geçiyor
görev.. Hatta bu sayede ben anlatıcısı, o anlatıcısı ve Tanrı anlatıcı
rollerini bile kurcalıyor. Meşhur “yazarın konumu” sorunsalını okuyoruz
aslında. Hatta bu noktadan itibaren Gürsel Korat da çıkıyor karşımıza… Çoklu
anlatıcı var yani…
Anlatıcı ve yazıcı Rönesans’tan sonra aynı kişi
de birleşti. Ben bu yüzden anlatıcıyı ve yazarı ayırdım ki aslında onları da
yazan biri olduğu akla gelsin ve metinsel hakikat derinlik kazansın. Bu bana
çok büyük bir heyecan verdi. Büyük zevk duydum.
*Bu
anlatıcı rollerini tartışırken ister istemez soruyorum, meraklı bir okur
olarak. Kargaşa bölümündeki görev değişimi olmasaydı, başka bir roman okumamız
da mümkündü. Belki sonunun bile bu kadar üzücü olmadığı. (Sanki Mihri, o iyi
adam sevgisine karşılık bulamadığı aileyi asıl yok eden adam olarak intikam
alıyor…)
Bu kadar emin olma derim ben de.
*Söz
konusu yazar konumlarını tartışırken, muktedir olmasından söz ediyor anlatıcılar
(haliyle siz) bu halde bir “yazar sorumluluğu” olduğunu, yani bu kadar
(neredeyse tanrısal) bir kudreti olan yazarın okura karşı her cümlesini
teraziden geçirmesi gerekliliği olduğunu söylemek mümkün mü sizce de?
Evet diyorum tabii. Fakat şunu unutmayalım:
Yazar yazdıklarının tanrısı olduğunu bilir fakat yarattığı hiçbir kişi ona
tapınmaz. Kanımca sanat bu yüzden özgürlüktür. Sanatı kötüleştiren şey
karakterlerin yazanı yinelediği, yani metnin tanrısına hamdü senalar ettiği
metinlerdir. Metnin tanrısı, metinde yer alanların hiç farkında olmadığı biri
olmak zorundadır. Karakterler herkesten söz etse bile yazandan söz etmezler,
ondan habersiz yaşarlar. Durum böyle olduğu zaman metin canlı, diri ve
unutulmaz bir kıvam kazanır. Ben yazıcıyı ve anlatıcıyı bunu bilerek anlattım
işte, onlar bile kendilerini yazandan habersizler.
İstanbul Art News, Aralık 2014
1 yorum:
Yapıtlarınızı beğeni ile okuyorum.
Röportaj, kitabınız hakkındaki merakımı ve beklentimi artırdı.''Aşkta kaybetmek kuraldır: Kazanan hep yerleşik düzen olur. Fakat öte yandan mutlak kötülük tanımlayamam ben. Salt iyiliğin olmadığını ise hiç unutmam.'' sözlerinize katılan ve özgün anlatımınızı bilen bir okurunuz olarak mutlaka okumayı istiyorum. Elbette konu da ilginç. Evet, bu kitap kütüphanemde olmalı.
Yorum Gönder