Paragraflar 5

 

 

 

 

 

KÖPEK


Victor Brauner 1956, (Paris Modern Sanatlar Müzesi 2014 G.Korat)


1.

Köpek bir hakaret ünlemidir, kimse köpek yerine konmayı istemez. Çünkü birine "köpeklik ettiğini" söylemek,"sen yaltaklanan, karaktersiz bir yaratıksın" demeye gelir. İnsanların köpekle ilgili benzetmelerinde hep aşağılama bulunur. Oysa aynı kişilerin köpekle ilgili anıları ayrışır: Bazıları nefret ederler köpekten; fakat bazılarının onların hakkında konuşurken bile gözleri yaşarır. 

 

  

2.

Annemin babası çobanmış. Bana köpekle ilgili pek çok iyi şey anlattı gençliğimde. En çok çoban çadırında ailecek kaldıkları yaylalar, köpeklerle ilgili anıları aklımda kaldı. Yavru köpeklerin şirinliklerini anlatışı da bir başkaydı. O yüzden köpekten hiç korkmaz ve hatta tüm köpekleri "aileden sayan" bir yakınlık gösterirdi. Şaşılası şey: İnsanın korkacağı büyüklükteki köpeklerin hırlayışına aldırmazdı hiç, onlarla bir insan gibi konuşur ve pamuğa çevirirdi. Onların soyuyla ilgili bir sırra ermiş gibiydi.

Sanırım en çok onun hayvanların insan sevgisindeki eşsizliği anlatışını unutamıyorum.

 

 

3.

Türkçeye "Sevginin Katıksızı" adıyla çevrilmiş bir Jack London romanı anımsıyorum. Bu romanı gencecikken okumuştum ve o zamandan beri bizi hiçbir çıkar duygusu gözetmeksizin sevenlerin hayvanlar ve bir de annemiz olduğunu anlıyorum. Bu bahiste babaları ayırdığım sanılmasın; bir baba olarak kızımı her şeyin üstünde ve amaçsızca sevdiğimin farkındayım. Fakat insanlığın genelinde fedâkar baba olmak ve çocuğunu çıkarsızca sevmek, anne olmaktaki adanmışlığın yanında biraz sönük kalır gibime geliyor. 

 

 

4.

Köpek, sevgi tarihimizin olduğu kadar korku tarihimizin de en çok konuşulan hayvanıdır. Akrabası kurtlar gibi, uzak bir söylence değildir: Köpek, yaşamımızda her an bulunuşuyla ya sevgi ya da korku uyandırır.

Jack London Vahşetin Çağrısı'nda saygı duyduğumuz, doğaya kökten bağlı onurlu bir köpeğin hikayesini anlatmıştır. Köpekle bilinçaltı ilişkimiz aslında budur: Günlük yaşamda beğenilmeyen ama tarihsel arka planına bakınca hayranlıkla izlenen bir varlıktır o.

  

 

5.

Dinlere ve söylencelere konu olmuştur köpek. Yedi Uyurlar’ın köpeği Kıtmir’i herkes bilir. Mitolojide üç başlı köpek Kerberos yeraltının belalı koruyucularından biridir. Avcı Artemis hep ünlü köpeğiyle birlikte düşünülür. Eski Mısır çağında Osiris’in simgesi köpekti. Ortodokslukta Köpek Kafalı Andrea nedeniyle özellikle Anadolu’da özel yeri vardır. Hatta bazı uyanıkların köpek iskeletini Aziz Andrea'nın kutsal kemikleri (ayia lipsanaları) diye dolaştırdıkları çok olmuştur.

 

 

6.

Dino Buzzati Tanrıyı Gören Köpek'te, bir köye uğrayan ermişi anlatır. Ermiş olayları anlatırken eski zaman hikayelerinin yapısına uyarak sanki oradaymış gibi konuşur. Bu yüzden köylüler ermişin tanrıyı gördüğünü düşünmeye başlarlar ama adam aniden ölür. Bunun üzerine ermişin tanrının yanındayken köpeğinin de orada olduğunu düşünerek köpeği bir aracı varlık gibi görmeye başlarlar. Bu durum bizim biraz "şeyh uçmaz mürit uçurur" deyişimize uygundur.

 

  

7.

Barak, Anadolu Şamanlığında doğurulmayan, yumurtadan çıktığına inanılan köpek cinsiydi. Atalarımıza göre Kerkes adlı varlık iki yumurta bırakırdı ve bu yumurtaların birinden kuş çıkardı öbüründen ise Barak.  Barak avcıydı, uzun tüylüydü. Uçan kardeşinin peşinden (belki de ruhları kovalayarak) dolaşır dururdu. Bu efsanevi köpek, ruhlarla bağlantı kurduğu zaman havlıyordu, o nedenle özellikle proto islam çağında bazı dervişlerin köpekle gezdiği, Baraklu adını aldığı bilinir. İlginç olan ise bark (havlama) sözcüğü ile Barak sözcüğünün benzerliğidir: Bu da bize Kelt druidlerinden kalma ritüellerin de tarihimize karıştığını işaret etmektedir. Anadolu’da Kelt yerleşiminden ötürü Danimarkalı gibi kızıl saçlı ve çilli insanların, Eskişehir, Ankara, Yozgat, Kırşehir ve Kayseri hattında dip, bambıl arı, peyik, hayli gibi Baltık denizinden geldiğini imleyen sözcükleri halen kullandığını anımsatmam gerekir.

 

  

8.

Çocukluğumda köylü kadınların köpek dışkısından yapılmış bir şeyi hastalara yedirdiğini işitmiştim. Bu iğrenç davranış Hititlerden kalmaydı ve köpek dışkısına birtakım bitkileri katarak oluşturulan macunu yaralara süren hekimler olduğu Akad ve Hitit metinlerinde varmış meğer. Mezopotamya inançlarında tanrıça Gula köpeğiyle yan yanaymış hep. Doğrusu Yunan uygarlığının neden bütün kültürlerin tepe noktasındaki bir kesişme olduğunu bundan bile anlamak mümkün ama, köpek dışkısına bu kadar önem verilmesine nicedir hiçbir anlam veremedim. Ne ki, günümüzde şeyhlerin çoraplarının suyunu içen, deve idrarında derman arayan fetişistlere bakarak üç bin yıl önce köpeğe tapınanları daha akıllı bulduğumu söylemeliyim.

 

 

9.

Çocukluğumda köpeklerin anlayışının yüksek olduğunu babamın bir köpeğe ekmek verdikten sonra, "Hadi bunları al git" dediği zaman anlamıştım. Köpek yemeyi bırakmıştı, çünkü babamın beden dilinin olumsuz olduğunu kavrıyordu. O nedenle bütün ekmekleri ağzına almaya ve ekmekleri götürmeye çalıştı, fakat yapamadı. Bu durumda babama ne yapayım der gibi baktığını anımsıyorum. Babam "Ye de kalanını götür" dedi, köpek bu sözleri de anlamış gibi oturdu, yedi ve kalan ekmeği götürdü. 

  

 

10.

Köpek, anlayışsızlığın kurbanı olur genellikle. Çocuktum, komşumuzun bahçesinde kazdan kediye, köpekten keçiye pek çok hayvan bulunurdu. O evin köpeği hayvanlarla hiç kavga etmeden yaşamaya alışık olduğundan, bizim kediyi gördü bahçede. Oysa bizim kedinin anıları yalındı, orada çoğu zaman kediler bile yoktu. Köpek bizimkini görünce sevinçle kulaklarını dikti, koşarak gelmeye başladı. Biliyordum, oyun oynamaktı niyeti. Fakat kedimiz maskeli bir haydutu andırıyordu, siyah beyazdı ve tatlıydı gerçekte. Köpeğin koşarak geldiğini görünce tanınmaz oldu, filmlerdeki kaplanlar gibi tısladı, kamburlaştı ve köpeğin düğme gibi burnuna öyle bir vurdu ki, zavallı hayvan bunun neden olduğunu bile anlayamadan ağlayarak kaçtı.

O gün bugündür, niyetimi anlamayan insanların bana da böyle davrandığını anladım. Yani demem o ki, bazı hayvan davranışları, insanlarınkiyle neredeyse aynıdır.

 

 

11.

İnsanların köpek sevgisi kadar, köpekleri sevmeyişleri de dinlerin konusu olmuştur. Şafiler köpeğe abdestliyken dokunmazmış, bir de kadın erkeğe değerse abdesti bozulurmuş. Doğrusu eskilerin konuya nasıl baktığını gösteren cinsiyetçi ve garip bir durum bu. Tüccarlıktan tarıma kaydıkça köpeğe bakış da değişiyor anlaşılan. Maliki mezhebi köpeği temiz bir hayvan olarak görüyor örneğin. Bu çelişki, bir zamanlar yerginin bile konusu olmuş görünüyor: Şair Nef'i'ye, Tahir Efendi adındaki bir kadı "köpek" diye hakaret edince cevabını (bu köpek sevgisindeki kargaşa yüzünden) ağır bir şekilde almışa benzer. Çünkü Nef'i Maliki mezhebinden olduğu için köpeğin temiz (tahir) olduğunu söyler ama bir yandan da Tahir Efendi'nin köpek olduğunu çok çelebice anlatır. Eğlenceli bir dörtlüktür bu:

 

Tahir Efendi bana kelp demiş

İltifatı bu sözde zahirdir 

Maliki mezhebim benim zira

İtikadımca kelp tahirdir

 

  

12.

Babam, bir seferinde bana askerliğini yaptığı zaman yaşadığı bir olayı anlattı: "Kuduz bir köpek vurdum" dedi üzülerek. "Jandarmaydım. Bu su kenarında oturuyorduk. Dev gibi bir kangaldı. Kuduz köpek suya giremediği için yağmurdan kalan göllenmiş suları dolaşarak geliyordu. Çaresiz tüfeğimi doğrulttum, vurdum hayvanı." 

Babam içtenlikle üzülüyordu. Çünkü "Kuduz köpeği görürsen unutamazsın" diyordu: Onun bambaşka, tanınmaz, kıyıcı ve ne yaptığını bilmez bir hale gelişine şaşıyordu. Çünkü kuduz, ben çocukken insanlığın kırsal bölgelerde henüz üstesinden gelemediği bir belaydı: Çok sevdiğiniz bir varlığın tanınmaz bir hale gelişi gerçekten de iç acıtıcıydı ve insanların da tıpkı köpekler gibi yırtıcı hale geldiği nice hikayeler duymuştum.

 

  

13.

En garibime giden şuydu: Yaşamında hiç kimseye saldırmayan, ısırmayan, tırmalamayan bir insanın kuduz olunca bilincini yitirmesi ve saldırganlaşması nedendi? Bu durum insanın bilincini yitirince köpeksi bir yırtıcılığa sahip olduğu anlamına mı gelirdi? O halde bütün yırtıcılar "bilinçsiz bir köpek" mi sayılmalıydı? Bu çocuksu düşünceler beni hayrete düşürür, olağanüstü bir keşif yapmış gibi, bu en yakınını bile tanımayan saldırganlığa bir anlam veremezdim. 

 

  

14.

Şüphesiz hayvanlar insanlarla tanıştıkça insansı kodları da anlamış ve değişim geçirmişlerdir. Fakat onların "vahşi" olarak tanımlanan yaşamda aklımıza sığmayan bir kötülük ve saldırganlık içinde yaşadığına bazen itiraz edesimiz gelir. Sırtlanları ve yaban köpeklerini sevmeyiz örneğin. Tehlikelidirler, akılla bir şeyi onlara açıklamanın yolu yok gibidir. Laf anlatılamaz, üstelik dinlemezler. Oysa hangi yırtıcı olursa olsun, onun yavrusu karşısında elimiz kolumuz bağlanır, bütün bebeksi varlıkların tanrısal yalnızlığı karşısında tanımsız bir iyilik yaşarız. 

Bu nedenle bize hangi nedenle saldırdığını bilmediğimiz köpekler gururumuzu incitir. "Ben saldırılacak insan değilim, ben kötü biri miyim ki saldırıyorlar" gibi şeyler düşünürüz. Onları çok iyi bulsak bile orman yasalarının kesinliği yüzünden hayvan yaşamını itici bulduğumuz da olur. 

 

 

14a

Bir keresinde benim kedi sevgime bakarak dostlarımdan birinin Midas'la nasıl da böyle içli dışlı olabildiğimi merak etmişti, "Bir gün bu hayvan kudurur ve seni ısırırsa" diyordu, "O zaman ne yapacaksın?"

O zaman anladım ki "kudurmak" bazı insanların zihninde hayvanın içinde saklı duran bir vahşettir, insanlar arasında kuduzun mikrobik bir şey olduğunu bile düşünmeyenlerin çokluğu şaşırtıcıdır. Belki de bu, Anadolu'daki eski inançların bir tortusudur, bilemem.

 

 

15.

Hayvanların sevgi konusundaki üstünlüklerini bilir ve hissederiz. Başka insanlara hep onların iyiliğini kanıt gösteririz. Buna karşı, hiç de dostça davranmayan, ne zaman ısıracakları belli olmayan "laboratuvar köpekleri"ni örnek gösterenler hiç de haksız değildir. Doberman ve Pitbul gibi saldırganlığı apaçık teşhir eden hayvanların sahibinden başlayarak çevredeki bütün canlılara zarar verebildiği bilindiğinden köpek sevgisi adeta bir tasarım olarak yok edilmişe benzer. Hep şaşarım: Bir insan böylesine tehlikeli bir varlıkla niye dostluk eder? Ankara'da bir komşum vardı, Pitbul'la gezerdi ve yüzü gözü estetikle düzeltilmiş, tehlikeli yaraları atlatmış olduğunu adeta bağırırdı. Meğer Pitbul'un eseriymiş bütün bunlar. Yine de onunla yaşamayı sürdürürdü, çünkü anladığım kadarıyla belalı bir yaşamı vardı. 

Üzerinde kolayca laf edilecek bir şey değildir bu. Yine de bir şey söylemek gerekirse, böyle bir davranışın güvenliği bile aşan, tehlikeyle özdeşleşen karmaşık bir ruhsal duruma işaret ettiğini akılda tutmak gerekir.

 

15a

Sonuçta pek çok kişi insana saldıran olumsuz örnekleri düşünerek hayvanların yaşam hakkını elinden almayı hak görüyor. Oysa hayvanların dostluğuna yaslanan her kişi iyimser olur, candan gülümsemeyi, şarkı söylemeyi, yüreğini sınırsız açmayı öğrenir. Bu laboratuvarda yetiştirilen hayvanlar için bile böyledir ama yine de bir türü insan eliyle bozmaya karşıyım ben. Kangal veya Akbaş gibi dostluğuna şaştığımız doğal varlıklar yanı başımızdayken, laboratuvarda güç ve saldırganlık için köpek üretmek, gerçekte iyi niyetli bir çaba sayılamaz.

 

 

15b

Çinlilerin laboratuvarda "modifiye" köpekler üreterek onların akıllı olmalarını sağladıkları bir çağda, yapay zekâ ile desteklenmiş yaşamımızın bildiğimiz alışkanlıkların ötesine taşınacağı ve köpekleri duyguyla değil de akılla çevremizde toplayacağımız yeni bir sürecin başlayacağını da akılda tutmak gerekir. Laboratuvar canlıları konusundaki ahlaki duruşun sınırları üzerinde derhal düşünmeye başlasak yeridir.

 

 

16.

Sevgi ve akıl. Bu ikilinin yan yana gelişinde daima bir sorun vardır. Çünkü sevgi de akıl da duyguyu başka türlü tanırlar. Biz insan olarak aklın değil de sevginin duyguyla ilişkisini daha çok hissetmek isteriz. İnsanlığın köpek sevgisinde bunun payı çoktur. Oysa akıl duygusuz olabilir; çoğu kez de duygudan arındığı için ölümcül davrananların aklının duygulardan yüksek olduğu sonucuna varırız. Laboratuvardaki gelişmeler duygudan çok aklı hayatımıza çağırır. Bilmek her zaman heyecansal tepki göstermekten daha iyi görülmüştür. 

 

16a

Oysa İnsanlığın bilmek kadar önemli bir niteliği de duygulanmaktır.  Bu nedenle ne zaman mitolojilere baksam orada hayvanların özündeki iyiliğe inanarak tanrıların düşlendiğini görürüm: Kuş başlı, kurt gövdeli, şahin gibi atak, kerberos gibi üç başlı, aslan gibi, kartala benzeyen, pençeli, gagalı, uçan tanrılar insandan başka nitelikleri düşleyerek yaratılmıştı.

"Akılsızlar" ve "insanın hizmetindekiler" de tanımlanmıştı örneğin, bunun başını koyunlar ve inekler çekiyordu.

 

16b

Yaşadığımız çağ, eskiden tanrısal sayılan pek çok hayali tasarımı akılla yaratacak hale gelmiştir. Filmlerden tutun laboratuvar hayvanlarına kadar her varlık, tanrısallıktan uzak tutulmuştur. İneklerin ve koyunların eskiden tanımlandığı gibi aptal değil de zeki olabildiklerini, bunun propagandadan ibaret olduğunu yeni gelişmeler ışığında anlıyoruz. Eskiden tanrılar hayvanların insanlara kayıtsızlığı kadar uzaktı, o yüzden tapınılası özellikler içeriyordu. Oysa şimdi hayvanlar uzaklaşıp zeka ile yükseliyor. Yapay zeka gibi bir yapay gen dizilimiyle yeni canlıların üretildiği bir çağa girdik. Fakat burada yine de ideolojinin bir ürünü olarak "Bazı hayvanların daha az eşit" olduğunu anlatan Orwell'ın distopyası yolunda zorlayıcı gelişmelerin devreye girdiğini de düşünebiliriz. 

 

16c

Yani bazı canlılar insanların genleriyle oynayabildiği köleler haline geldi. Üstelik artık hayvanların hiçbir tapınılası ve üstün niteliği yok: Uçabiliyoruz, uzaktan görüntüler getiriyoruz, binlerce kilometre ötedeki insanlarla konuşuyoruz ve bu yüzden yalnızca hayvanların zarar verebildiği yalıtılmış, pamuklularda uyuyan, ölüme şaşan ve bir hayvandan zarar görünce taşıdığı tenin doğaya olduğunu hayretle anımsayan kişilere dönüştük.

Bu nedenle öznel olarak iyi olsak da objektif olarak iyi değiliz.

 

 

17.

Köpeklerin insandan üstün bir iyiliğe sahip olduğunu ilk kez filozof Diyojen öne sürdü. Sinizm adı verilen bu akım Yunanca "Kinos" kavramından türemiştir: Kinos, köpek demektir. Diyojen adı da takma olabilir çünkü Diogenes "iki analı" anlamına gelir ve sanırım Diyojen bir annem de köpeklerdir demeye getiriyordu. Böyle düşünmesinde şaşılacak bir şey yok, çünkü büyük bilgenin köpeklerin birbirinin sırtına binip gezmediğini, başkalarına gözyaşları içinde bir şey örmediğini ve satmadığını, üstelik başka bir varlığı köle etmediğini düşündüğünü hayal ederim hep. Bu nedenle "insan" arardı Sinop sokaklarında. Yaşadığı çağda gelişmeye başlayan ahlak felsefesinin temelinde duran eşitsizliğe vurgu yapardı. 

 

 

18.

Köpeğin eşsizliği, sevgisindedir. Bir insan, ondan daha fazla sevgi dolu canlıya rastlayamaz. Daha zeki olduğu halde maymunlar suratsızdır; kediler görsel bir şölen gibidir ama köpek gibi ayan beyan sevgiyi dışa vuran bir yüzleri yoktur. Diğer hayvanların insanla bir arada yaşadıkça insanlaştığı ve çok eğlenceli oldukları tartışmasızdır ama köpeği bunların en başına yerleştirebiliriz.

 

 

19.

Doğrusu şakacı koyunların, sevgi dolu atların, şakacı keçilerin ve bakmaya doyulmaz eşeklerle onların sıpalarının insana gerçek anlamda mutluluk verdiğine şüphem yok. Ne yazık ki insan tutku dolu inekleri besleyip kesiyor, atları uzakdoğuda yiyorlar, ne kadar inanmasak da köpeklerle kedileri de Çin'de yedikleri çok yaygın bir düşünce olarak görünüyor.

 

 

20.

Başka bir canlıyı öldürerek hayatta kalmak bir gün "alt düzeyde bir yaşam kültürü" olarak tanımlanacak. Bundan eminim. İnsanlığın gelecek büyük hayat atılımında bugünkü insanlık alt düzeyde bir uygarlık seviyesindeki varlıklar olarak anılacak. Bu nedenle sevgiyi öldüren bu çağda yaşadığım için bazen öfkelenirim. Fakat bu sevgisiz çağın, böyle giderse yapay şehirleri ve hayatı yok eden betonlarıyla hayat atılımı yapacak büyük insanlığa hayat hakkı bırakmayacağı aklıma gelir ve o nedenle gelecekte doğamayacağımı da düşünürüm. Yaşamak bir kazançtır, ona bakmalı. 

 

 

20a

Köpekler insanları ısırdığı için onları zehirleyen insanın acımasızlığı ne büyük! Oysa sen inekleri, koyunları, atları kıyma makinesinden geçiriyorsun. Develeri bağırta bağırta kesiyorsun. Bunu düşünerek diyorum ki, insanlığın ve gezegenin geleceğinde böyle bir vahşilik olmayacak. 

 

20b

İnekleri ve koyunları beslemek için kurulan endüstri şimdi ortadan kalkarsa vahşetin sona ermesinin bedeli müthiş bir işsizlik ve yok oluş olabilir. Bu durum tıpkı birinci yüzyılda Hieron'un buhar makinesini bulduğu halde bunun unutturulmasına benziyor. Buhar makinesi işe yarar hale gelinceye kadar bin beş yüz geçti. O nedenle James Watt tarafından üç yüz yıl önce geliştirildi. Bizim, insanlık olarak beslenme yolumuzu değiştireceğimiz bir geleceğin kapılarından girdiğimiz de söylenmeli. Bu nedenle başkalarının ölmesi karşılığında yaşamaya devam etmeyeceğiz, bir gün köpekleri ve tüm canlıları "hayvan hakları bildirgesi" yayımlayarak bağrımıza basacağız.

 

 

 YKY Kitap-lık

 Sayı 235 Kasım Aralık 2024



BENDE KALMASIN 4



Bende Kalmasın 4'te Kapadokya kiliselerindeki resimlerin anlamlarını ve yapılış özelliklerini anlattım. O nedenle Kapadokya'nın tarihsel bezeme özellikleriyle ile ilgili temel olarak öğrenilecek bir şeyler varsa bu bölümde yer alıyor.

Link burada.

Abone olmayı unutmayın.

 https://www.youtube.com/watch?v=ez_qGPo7aT4&t=14s

BENDE KALMASIN 3

 Don't worry, for Lorry!

Yıllar önce Korkuteli'nde Avusturyalılarla film çekmeden önceki yazışmalarda bana sürekli olarak ekipmanı götürecek kamyonu soranlara gönderdiğim mesajdı bu. Çekim süresince sloganımız oldu. Filmin Türkiye bölümlünü çekiyorduk. Tuncel Kurtiz, Cezmi Baskın vardı, Çetin Öner'le ben prodüksiyonda idik. 

Otuz yılı geçti. 

Zamana bakıp söylüyoruz işte.

İzlemek isteyenler için link aşağıda:

https://www.youtube.com/watch?v=M_qZtLuS1hE&t=17s



Paragraflar 4

Atina 2015
 

 

ZAMAN

  

 

1

1980 Ocak ayında Muş’un Bulanık ilçesinde gencecik bir öğretmenken gözaltına alındım ve hücreye kapatıldım. Eksi yirmilerdeki soğukta beni götürecek ekibi beklerken zaman geçmek bilmiyordu, çok soğuktu. Duvara -kibrit çöpünü tebeşir gibi kullanarak:  “Başladı…” sözünü yazdım. Oraya benden sonra kapatılan biri, yazdıklarımı okursa ne demek istediğimi tahmin edebilirdi elbette. Duvara tarih yazmamıştım ama bu söz, anonim okuyucuya belirsiz bir zamanın duygusunu verecek cinstendi.

Belirsiz bir zamanın. 

Söylemek ne kolay! 

Oysa o hücrede “şimdi” ve “gelecek” benim için belirsizdi ve bu hal mahvediciydi. 

İşte “zaman” üzerine ilk düşüncem budur ve bendeki etkisi yıkıcı olmuştur.

 

2

Augustinus “Bana zaman nedir diye sorulmazsa bildiğimi sanırım. Fakat bir soran olursa bilmediğimi anlarım” diyor.

 

3

Gençliğimde zamanı mutlak kabul ettiğimi, o değiştikçe her şeyin değiştiğini sanırdım. Şimdi, nesneler değiştikçe zamanın değiştiğini anlıyorum.

 

4

Zamanı doğduğumuz günden başlayarak, günden güne geçilen, şimdi’den yarına uzanan düz bir çizgi gibi düşünürüz.

Oysa ben bulunduğum noktadan geriye düştüğümü sandığım, bugünden geçmişe doğru savrulduğumu hissettiğim bazı kırılmalar da yaşadım. Sanırım ki ara sıra benim zamanım ileri akmadı; yerinde saydı ya da geri dönmüş gibi oldu.

 

4b

Zaman ölçümlerinde hep ileriye akış düşünülmüştür. “Zamanın dönüşleri” akla gelmiş değildir. Bunun böyle olabileceği görececilik sonrasında dillendirilmeye başladı: Yani yeryüzündeki zamanın başka bir ağırlık ve çekim merkezinde olabileceğini yüz yıldır tartışıyoruz henüz.

 

5

Augustinus zamanı gelecekten gelip şimdiye değen ve geçmişi oluşturan bir şey olarak görür. 

Gelecek A ise şimdi B’dir, geçmiş C’dir. Ölçmek için bu noktalar arasında çizgi çizmek zorunludur. Fakat olmayan geleceğe de olmayan geçmişe de nokta konulamaz. Yani A  ve C maddi gerçeklik olarak yoktur.  Geriye yalnızca “şu an” kalır. Yani B. Tek noktayla ölçüm olmayacağına göre (Yani yalnızca B noktası var olduğuna göre) zaman ölçülemez.

 

6.

Zamanı kendi bilişimize göre ölçeriz; ölçtüğümüz için de demek ki zaman vardır çıkarımına ulaşırız.

 

6a

Augustinus süre ve zaman ayrımı yapmadığı için, ölçtüğümüz şeyin süre olduğunu aklına getirmez. Sözgelimi “Yirmi dört saat önce Ankara’daydım” dersem bir ölçüyü dile getirmiş ve “olan bir şey” hakkında konuşmuş olurum. 

 

6b

Bunu nasıl anladığımı bilmem. Sanırım bir süre önce. 

 

6c

“Süre” gerçeklik içinde her an vardır. Süre azalır da artar da. Çoğu zaman kendini yineleyerek ileri giden bir tekerleği andırır. Yokuşlar çıkar, düzlükte ilerler, daralır, genişler. Fakat zaman, geçtiği anda varlığından da şüphe ettiren bir eksilmedir. Zaman sürekli yok olur.

Zamanı düşünmezsek yoktur, düşünürsek var olur ve düşündükçe de hep yok olduğu anlaşılır. 

Zaman budur.

 

6d

Zaman geçince yitip gider. Oysa süre yirmi dört saattir, somuttur, yitip gitmez.

Hatta olmayan geleceği süreler içinde ölçtüğümüz de doğrudur: “Otuz saat sonra Palermo’da olacağım” diyebiliriz. Bu nedenle sürelerden bakınca zamanın akışını bildiğimi, zamandan bakınca bilmediğimi söyleyebilirim.

 

7

Augustinus’u düşündükçe anlıyorum ki, kadercilik geçmişin belirlenmiş bir şey olduğunu değil, geleceğin belirlendiğini düşünerek kadercilik oldu. Bu ilginç düşünür, gelecek zamanı hep geriye akan bir şerit gibi düşünmese kaderin varlığına inanamayacaktı.

 


Atina Arkeoloji Müzesi 2015


8

Oysa olgu halinde, değiştirilemez bir gelecek yoktur. Belirsizdir. Bir kaderci bile onun görünebileceğini iddia edemez. Gelecek bilgisinin yalnızca kahinlere görünebileceği düşünür, bu konuda özel yeteneği olan insanlar tarafından “sezildiğini” öne sürer. Kaderci, geleceği bilmeye ve değiştirmeye de yalnızca tanrının gücünün yeteceğini söyler. 

Yani gelecek, kader olarak kurulmuş ve sabitleşmiştir; insanlar onun ne olduğunu bilmese bile tanrının değiştirilemez hükmü tıkır tıkır gerçekleşmektedir.

 

8a

O halde şu karşı önermeyi, hem de çok inanmış Augustinus’un ağzından yazmam kaçınılmaz olacak: Ne gelecek ne de geçmiş, somut varlıklar olmadığına göre, bunların değişeceğini de değişmeyeceğini de söylemek anlamsızdır. Çünkü olmayan şeylerden somut bir varlık olarak söz edilmesi mantığa sığmaz.

 

9

Augustinus’a katılmasam da zamanın gelecekten geçmişe doğru kaydığı ifadesini bir olgu değil, bir imge olarak şairane buluyorum. 

 

10

Bazen “geriye savrulduğumuz” bilinç kopmaları, anımsamalar yaşasak bile bu durum zamanın geriye doğru aktığının kanıtı değildir. Fakat kaderin varlığının yalnızca bu yoldan ispatlanabileceğini, oysa bunun da olanaksız olduğu esinini verir. 

 

10b

Ne demek istiyorum?

Kaderi kanıtlamak için “sağlama yapmak” gerek. Yani en azından değişik sınamalarda, bir şey en az iki kez gerçekleşebilmeli. Örneğin A’dan Z’ye giden hayatı, bir de Z’den A’ya tersten gözden geçirmek şahane olurdu. Aynadaki görüntü gibi: Görüntü nesnenin tam tersiyse gerçekliğin sağlaması eksiksizdir.

 

10c

Böyle bir şey, Platon’un “Zamanın akıştan sonra durduğunu ve sonra geriye döndüğünü” söylediği bir örneği akla getirir. Platon’un anlattığı bu öyküye göre zaman akışı çift yönlüdür: Varlık itici gücün etkisiyle devinir ve sonra durur, bu duruştan sonraki hareket ters yönedir: Her şey geri gider, kaynağına. 

 

11

Platon’un anlattıkları fantastik dünya için altın değerindedir fakat maddi varlıkların konuşulduğu bir düzlemde işe yaramaz.

Bu bahiste Aristo’yu seçmekte bir sakınca yoktur. Büyük filozof zaman kavramıyla ilgili müthiş çözümlemesinde onun nesnelerin hareketiyle ölçüleceğini ama zamanın kendisinin bir hareket olmadığını anlatır.

 

12

Oysa Paul Ricœur, hareketin dursa da zamanın durmayacağını, hareket etmeyen şeyleri de ölçüye kattığımızı söyler. 

Aristo ile Ricœur’ün yargısı çelişir: Aristo eylemin ölçülebileceğini söylerken, Ricœur duran bir şeyin hareket olmaksızın ölçülebileceğini öne sürmüş olur. 

 

13

Bence Ricœur yanılıyor. Akan zamanın ölçülmesinde duran şey esas alınamaz.

Ölçmek, hareketli iki şeyin varsayımsal olarak durduğu kabul edilen iki noktası arasındaki mesafeyi belirlemekten başka nedir?

 

Atina Arkeoloji Müzesi 2015



14

Öyleyse zamanın hiç durmadığı, geçmişin ve geleceğin ise zaten ortada olmadığı bu düzlemde, ölçme tamamen imkânsız değil midir?


Bu durumda, zamanı yok saymaktan başka ne yapabiliriz?

 

15

Gazetecilik yaptığım sıralardı, görkemli ve sert dağların tepesinde iki metre karla kaplı, buzlu fırtınalı bir yerlerden geçmiştim. Köylülerle birlikte dağda odun kesmeyi ve bunları kızaklarla aşağı indirmeyi yazmaya gittiğimde, buradaki uygarlık araçlarının beş yüz yıl öncesiyle aynı olduğu aklıma geliyordu. Zamanda geriye gitmiş gibiydim. İstisnasız, beş yüz yıl önce yaşamadığımızın tek kanıtı üstümüzdeki tişörtler ve saatlerdi. 

 

16

Uygarlıklarda da bu durum yaşanıyor mu acaba? Yüz yıl önceki New York eğer bilimsel gelişmişliği ve insanlığa evrensel değerler katmayı bir ölçü olarak ele alacaksak, bugünkü Dubai’den, Kuala Lumpur’dan, Doha’dan yahut Wuhan’dan  ileride sayılmaz mı?

 

16a

Fakat öbür yandan da Avustralya yerlileri yahut yok olan Kızılderili kültürü sözkonusu olursa, zamanı o eski bozulmamış çağlara çevirmenin olanaklarını arama arzusu duyabiliriz. Acaba uygarlık ileri veya geri ölçütleriyle çalışmıyor mu? Doğrusu şu internet çağında fazlasıyla beton ve azalan su kaynaklarıyla başımız derttedir, ilerlediğimiz şüphelidir ve dünyayı bitiren bir üretim süreci içinde olduğumuz da doğrudur. New York’un kendine benzeyen tüketim şehirleri yaratması bu açıdan gelişimsel zorbalık olarak da ele alınamaz mı? 

 

17

Öyleyse geri dönmek iyi bir şey mi sayılmalı?

Yoksa uygarlık bütün araçlarıyla battığında zaten zaman kendiliğinden mi geri dönmüş olacak? 

 

18

Zamanı ölçemez olursak çözüme kavuşur muyuz?

Bu durumda geçmişle şimdiyi karşılaştırmak konusunda sorun yaşamaz mıyız? Farklı olayların aynı zamanlarda yaşandığını iddia eden toplumsal hayalperestleri baştâcı etmemize böyle bir durumda kim itiraz edebilir?

Bu, insanlığın ağır bir tutuculuğa düşmesi demektir. Eğer insanlık akan zamanın derinliğini bilmezse, yani artzamanlı düşünemezse gelişmemiş olur.

Peki bunu nasıl sağlayacağız?

 

19

İnsanlara zaman ölçülebilir görünmesinin nedeni zihindeki “önce” ve “sonra”dır. Bergson’un deyişiyle sürelerbuna olanak verir.  Süre, zaman değildir, metronomun vuruşu asla zamanı açıklamaz. Süre aritmetiktir, zaman ise soyut matematik. Aynı süreyi ruhsal yapımıza göre uzun ya da kısa sanabiliriz. Oysa zaman somut olarak ölçülemediği için varlığı ölçülmeden hissedilen, varlığı bilinen bir yokluktur.

 

20

Süreleri ölçerken “hareket sırasını” ölçeriz, zamanı değil. 

 

21

Sürelerde “iki dakika öncesi” vardır ama zaman söz konusu olduğunda her ânımız hem önce hem şimdi hem de sonra olur. Benim şu yazdıklarım yazıldığı anda şimdidir, 20. maddeden sonradır ve henüz yazılmamış 21. maddeden öncedir.

 

Soru şu: O halde “önce” denen şey geçmiş olması bakımından somut, “sonra” denen şey de henüz yaşanmadığı için soyut olsa da nasıl oluyor da bunların yokluğundan söz edilebiliyor? 

 

22

Muş’ta hücreye kapatılmamdan bu yana kırk dört yıl geçti. Şimdi bulunduğum zamandan bakarak “Bu olay yaşandı mı?” diye soruyorum. Şüphesiz yaşandığını da ama artık yok olduğunu da biliyorum. Bir de geçen süreyi hesaplıyorum fakat evrenin hesaplanamaz yaşı karşısında bu sürenin zamansal değerini kavrayamıyorum. 

Şöyle bir iç konuşma tasarlıyorum durumu daha iyi anlamak için:

 

22a

Yaşadıklarım artık yok. 

Ne yani hiç yaşanmamış mı diyeceğiz olana bitene? 

Yaşanmışlığından da bir iz kalmadı. Sanki yok.

Belki de “Başladı” yazısı duruyordur orada.

Diyelim duruyor. Oraya gitsem, yazı yok olmamışsa görsem, elimle dokunsam ne olacak? Yalnızca şimdiki halimi oraya götürmüş olacağım. Hücredeki geçmişim görünmeyecek. 

Geçmiş nereye gitti peki?

Gelecek geliyor mu ki, geçmiş bir yere gitmiş olsun?

 

Atina2015
23

“Kader nedir” dersek hep “Gelecek zamanın mutlaklığı” diye yanıtlanır. Oysa yaşanan olayları düşündükçe içinden geçilen halin kader olmasına hep öfkelenmek, bunun mutlak olmadığını iddia etmek çok sık görülen bir durumdur. Fakat ağır kaderciler “seçilemeyen eylemleri de” kadere dahil eder ve “Yalnız yapılanlar değil yapılmayanlar da kaderdir” demeye getirirler.

 

24

Bunu Rüya Körü’nü yazarken çok düşündüm. Bir kişinin çeşitli olasılıkları yaşayabilecekken bu olasılıklardan sadece birini yaşaması, kader oluyordu. Öncelikle “kaderin, yapısı gereği değiştirilemez bir şey olduğunu” anlamam gerekti. Muzip bilinç yapacağını yaptı bana: Değiştirilemeyen olayların yalnızca geçmişte kaldığını hayretle fark ettim. Kesilen elmayı kesilmemiş yapmak, geçilmiş yolu geçilmemiş hale getirmek mümkün değildi.

 

24a

Bir şey yaşanıp kesinleştikten sonra ona kader dediğimizi anlıyorum. 

O halde kader yaşadıklarımızdır, yaşayacaklarımız değil.

 

24b

Bu nedenle Rüya Körü’nde “Kader yoktur, kaderin olabilmesi için şimdiki zamanla gelecek zamanın iç içe yaşanması gerekirdi” diye yazdım.

 

25

Dönüyor Zaman’ı çalıştığım sıralarda da geçmişi sürekli yanlış anımsamaya takıldı zihnim. İnsanlar geçmişi söyleye söyleye değiştirebiliyor, başından geçenlerin A gibi değil de B gibi olduğuna kendini inandırabiliyor. 

 

25a

Bu durumda geçmiş değişiyor mu? Hayır, yalnızca söylence değişiyor, hepsi bu.

 

25b

Platon’un döngüsel zamanını anımsayarak şunu gönül rahatlığıyla yazabilirim artık: Kader yoktur. Kaderin olabilmesi için olaylar önce bir kez baştan sona yaşanmalı ve sonra sondan başa doğru yeniden yaşanarak olanın bitenin (tersten) sağlaması yapılmalıdır.

 


YKY Kitap-lık Sayı 235

Eylül-Ekim 2024

 

BENDE KALMASIN 2














Bende Kalmasın"ın 2. Bölümünde Anadolu Rumlarının Yunan alfabesiyle Türkçe yazma serüvenini anlatıyorum. Rumlar büyük çoğunlukla Anadolu'da Türkçe konuştular. Karamanlıca alfabesi mübadeleden sonra yani Rumlar Anadolu'dan gidince hayatımızda tümüyle çekildi. Bu bölümde Türkçe kültürümüzün kaybolan bir değeri olan Karamanlıca'nın yazılı örneklerini anlatıyorum. 

Abone olmayı, yorumlarınızı yazmayı ve beğenmeyi unutmayın. :)

TIKLAYIN

BENDE KALMASıN 1






Youtube'da başladığım BENDE KALMASIN kanalını takip edin. 

Hem izlemeyi hem de abone olmayı unutmayın. 

Bu yayında Türkiye'deki bütün camilerin kaynağının Romanesk olduğundan söz ediyorum. Ayasofya'nın camilerimizin kubbe ve genel yapısına ilham verdiğini; eğlenceli anıları, gezileri ile birleştirerek anlatıyorum. Anadolu'daki camilerin hikayesini de birbirinden güzel İstanbul görüntüleri eşliğinde izleyicileriyle paylaşıyorum. Galata'yı, Tarihi Yarımada'yı, Üsküdar'ı, Eminönü'nü yani yedi tepeli İstanbul'un silüetini hem görsel hem düşünsel izlerle yeniden değerlendirdiğim bu kanalda buluşmak üzere.


TIKLAYIN:

https://www.youtube.com/watch?v=Hm3KHiujuys&t=606s

Paragraflar 3

 




Trapani, Sicilya 2024






 

YEMEK

 

 

 

1.

Bir adam tanırdım; yemekte herkesten ayrı oturduğunu yıllar sonra bir dost meclisinde öğrendim. Kibarlıktan herhalde, masamızda yemek yemese de yan taraftaki küçük bir masada oturdu ve orada atıştırdı. İşin ilginç tarafı benim dışımda herkesin durumdan haberi vardı: “O tek başına yemek yer” diyorlardı. Olayı ne kadar garipsedim anlatamam. 

 

1b

Zor olmaz mıydı tek başına yemek? Büyük olasılıkla zordu. Başka insanların olumsuz yargılayacağını bile bile yalnız başına yemek yemek bir basit fantezi olamaz.

 

2.

“Yırtıcılar tek başına yemek yer” diyor Kierkegaard. Tek başına yemek yemek düşkün ve itilmiş bir çocukluğu akla getirir. Evinde de çocuklarından ayrı tıkınan kişinin nefret düşer payına. 

 

2a

Öncelikle insanın aklına kendi yediğini hak etmediği düşüncesi gelir. Sonra, yemeği çocuklarına bile çok gördüğünü sanır insan. Sanki “Her şey benim!” demektedir: “Tıkının Allah belanızı versin. Ben görmeyeyim.” 

 

2c

Fakat en çok akla gelen şey, söz konusu kişinin “Başkalarının yemek yiyişinden tiksindiği”dir. Ben merkezlilik böyledir işte: Herkesi aşağılamak bencilliğin göze görünmeyen besin kaynağı olsa gerektir.

 

3

Tolstoy’un “mutlu aile” çıkarımını düşünüyorum. Anna Karenina şöyle başlar: “Bütün mutlu aileler birbirine benzer.” Bu nedenle “Mutlu ailelerde birlikte yiyip içilir” diye nazire yazsam yeridir.

 

4

Soru şu: Bir insan başkalarıyla yemek yemekten neden kaçınır?

Elbette “bir şey yemekten” ötürü bir utanç saklıdır derinde; öyle anlaşılıyor. 

İyi de, niye? Yaşamak için yemek zorunda olan insanın yemekten utanması çok ilginç değil mi? Halbuki yalnızca cinsel eylem kamusal mekânda tabu derecesinde ayıptır, fakat yine de cinsel sevgiye hürmet eder insan. Ne var ki yiyip içerken özgürüz, yemenin tabu derecesinde ayıplandığını aklımız almaz.

Başkalarının yanında yemek yemekten kaçınma büyük ölçüde yanlış ana baba tutumundan kaynaklanmış olmalı. Anlıyorum: Biz çocukken yemekte konuşmanın günah olduğunu söyler, sustururlardı. Fısıl fısıl konuşulurdu. Sofrada tahta kaşığı öpüp ondan izin isteyen, mırıl mırıl dua ettikten sonra çorba kaşıklayan ve suyu ayakta içemeyen bir kültürün çocuklarıyız biz. 

Dolayısıyla en fazla bir şeyler yemekten utanabilir insan. Yine de herkes bilir ki bu durum aşırılıktır. 

 

 

5

Eski Yunan’da tuvalete gitmek bile kamusal bir eylemdi. Efes’te oturma deliklerinin yan yana dizildiği bir genel tuvalet gördüm. 

Herkesin içinde sofraya oturamayan, tek başına yemek yiyen kişiyi, o tuvalette sıkışmış görmeyi dilerdim. Ona da sorarlar mıydı acaba akşam ne yediğini?

 

 

6

Bir teknede kocabaşlardan birinin kuzu çevirdiğini, onu da birkaç kişinin izlediğini gösteren fotoğraflara geçenlerde şöyle bir gözüm ilişti. O an ocakta tüm gövdesiyle kızaran hayvanın yerine utanıp, ahlaki itirazı içselleştirdim ve yemenin bu biçimden utandım: Annesinin gözü gibi sakındığı ve uğruna melediği kuzu yavrusu, şişe geçirilip kızartılmaktaydı. Yalnız başına yemek yiyen kişi böyle bir cinayeti protesto ederek bir kenara çekilse ne denebilirdi ki? Alkışlamak bile gerekirdi. 

Fakat yan masamızda tek başına atıştıran kişiyi anımsıyorum: Yalnızca kendinin ne yediği içtiğiyle ilgili bakışlardan sakınıyor, et yemeklerini sessizce “gömüyor”du.

 

 

7

Tek başına yemek yemekte saldırgan bir içerik var. “Yediğime göz koyanı mahvederim” demek ister gibidir bu kişi. “Size ne, istediğimi yerim” de diyor olabilir. “Bütün bunları ben kazandım ve dolayısıyla tek başına tadını çıkaracağım. Yediğim nedir diye bakmayın, lokmalarımı mı sayıyorsunuz?”

Bir de yalnız yemenin ezikliği var. Suçlu gibi. 

 

 

8

Başkalarıyla yemek yemeyi reddeden kişinin bir oyuncu olduğunu düşünün: Herkesin önünde yemek yemeyi oynamak zorunda kalabilir. Hatta Zavallılar filminde baklavayı çalıp kendi başına yemek isteyen ama hep engellenmeye çalışılan kişinin bulunduğu o sahneyi akla getirelim. Yılmaz Güney’in o kült oyunculuğundan şunu anlıyorum: Yalnız yemek yemek isteyen kişi başka insanlara yemek veremez, yemeğini paylaşamaz. Yalnız yemek, başkalarının saldırganlığının doğal bir sonucudur. 

 

 

9

Yılmaz Güney yoksulun ne bulursa orada yemek yediğini, eşsiz oyunculuğuyla anlatır. Yoksul insan yalnız yemek yiyemez. Paylaşmak zorundadır. Eğer paylaşmazsa boğazından geçmez yediği. 

 

 

10

Babam ben küçükken Kayseri meydanında bir Zümrüt Pastanesi vardı, içeri girince pandispanya kokusuyla yüreğimi titreten bir yerdi burası. Şehri modernleştirirken yıktılar, o pastanenin yerine Bürüngüz Camisi’ni yaptılar. Babam orada beni karşısına oturtur, pastayı ve limonatayı yiyişimi izlerdi. Kendi yemezdi. Benim yiyişimden ötürü yüreğinin kabardığını hissederdim. Yoksul insan böyledir işte, bir kenara çekilip yiyemez, asla.

 

11

Padişahlar yalnız yemek yerlerdi. Ne acı. Üstelik yediği yemek, önceden bir çeşnicibaşı tarafından tadılmış, zehirliyse anlaşılacak makul bir süre geçinceye kadar beklemiş olurdu. Padişah işte böyle bir yemeği yalnız başına atıştırırdı. Oysa bizim kendi başına yemek yiyen kişimiz ayrıcalıklıdır. Onun yemeğine önceden hiç kimse dokunamamıştır.  

 

 

12

Ahçılar yemekleri hep atıştırdığından yemek yiyemezler pek. Genelde de şişmandırlar. Sürekli yemek yeme halindedirler. Hep tek başlarına yemek zorunda kalırlar. Topluluğun yüksek çıkarları için yemeğe kendini kurban etmektir bu. Oysa bizim kişimiz, topluluğun ve kendinin ayrı varlıklar olduğunu söylemektedir adeta. Kibri, topluluktan büyük görünmektedir. 

 

 

13

Melamet ehli pek yemek yemezdi. Genellikle gününü ne bulduysa onunla geçiren eski insanların dört başı mamur sofraları ancak masallarda düşledikleri anımsanmalı. Ne var ki tahtacılar gibi tahta kaşıkla, tahta çanakla yemek yiyenlerin yemek düzeninde “kendi başına tıkınmak” diye bir şey asla olamazdı. Herkes aynı sofraya oturur, ritmik hareketlerle tahta kaşığı ortadaki tek kâseye daldırır, yemek sırasında tek söz etmez, su içen olursa yemek yemeye ara verip onu bekler, su içen kişi bakraçtan izin ister, kaşığını da öpüp başına koyardı. Demek ki yemek törensel bir eylemdi. Bir kamusal bir düzen bilgisiydi.

 

14

Toplumsal yaşamın gelişmesiyle birlikte yemekte söylevler veren, uzun uzun içen ve felsefe yapan kuzeyli insanlara benzediğimiz anlaşılıyor. İnsanın yemek yerken ulaştığı en güzel ve derin törensellik budur. Antik Yunan’ın şölen adı verilen yeme törenlerini cinsiyetçi olmayan kodlarla yeniden gündeme getiren çağımız bunu müzikli yemek salonlarıyla kitlelere yaydı. Aristokrasiye özgü yemek masaları sokağa indi, sosyal devrimler sayesinde yaklaşık iki yüz yıldır Dostoyevski romanlarının atmosferini yaşıyoruz.  

Fakat tam da böyle, neşe içindeyken, yalnız başına yemek yiyen insanla bitişik masalarda oturduğumuz zaman ruhumuz kararıyor.

 

 

15

Cezaevindeydim. Mamak’ta. Geceleri geç saate kadar okur, notlar çıkarırdım. Zaten o yıllarda “matbu insan”ın bir tür dokunulmazlığı vardı, siyaset yüzünden zaten içerdesin, kitap gibisin, okudukların da önemli elbette.

Gençtim. Şaka değil, yirmi yaşımın baharındaydım ve sekiz aydır cezaevindeydim.

Gece yarısı bir menemen kokusu ortalığı sardı, hayal gördüğümü düşündüm. Nimetlerden bu kadar uzak kalınca insan hayal görürmüş gibime geldi. Sonra taze demlenmiş çay kokusu burnuma çarptı. Bunun ne demek olduğunu içeride yatanlar anlar: O anda damarlarımdan çay aktığını hisseder gibi oldum. 

Meğer yanılsama değilmiş. Tutukluların ortak malından yumurta ve yeşillik aşıran komün sorumlusu (ortak yaşadığımız için bütün ekonomiyi idare eden kişiye komün sorumlusu diyorduk) bu eğlenceyi düzenleyen kişiymiş. Ortak paramızdan rüşvet vererek, elbette ateş pahasına, gizlice elektrikli ocak, çaydanlık, çay gibi şeyler getirtmiş çoktan. Zaman zaman böyle gizli şölenler düzenliyormuş.  O saatte tutukluların en az yüzde doksan beşi uyuyordu ve bu ekabirden habersiz kim bilir hangi dostluk rüyaları görüyordu? Oysa çok önce anlamalıydım, sürekli olarak mutfakta yumurta, yeşillik, domates kaybolur, hangi paranın neye harcandığı bilinemezdi.

O gece orada önüme suç ortaklığı için konulan menemeni yemedim, çayı içmedim. Yirmi yaşımdaydım, hata yapıp o rüşvet malından atıştırabilirdim, herkes yemek yedi bir ben yemedim. Orada, bir başıma kim bilir kimin kitabını yutkuna yutkuna defterime geçirmeye devam ettim. Bugün bile o menemenin ve çayın tadını merak etsem de sanırım o gece yenen şeyleri tek anımsayan benim.

Herkesten ayrılarak, herkesin ortak malı olanı, üç beş ayrıcalıklı zibidi ile birlikte yemenin namussuzluğunu yaşamadığım için, gençliğimin, kırk yıl sonra bile alnından öpüyorum.

 

 

16

Yalnız yemek yemenin, ayrı bir köşede mutluluk ve suçluluk dolu bir ayin yapmak olduğunu düşleyebiliyorum. Yalnızken kendini kırbaçlayan Katolikler gibi aynı zamanda sevaba erişmenin buruk mutluluğu bana göre değil. Ancak yalnız olduğu zaman huzurla paralarını sayan pis tüccarla, yalnız başınayken yemek yiyebilen insanın arasındaki farkı anlamakta güçlük çekiyorum.

 

 

17

Yalnız başına yemek yemenin o ünlü bireyselleşmeyle de ilgisi yok.

Birey ancak grup içinden çıkar. 

Bireyliğin hastalığa dönüşmüş hali olan bireycilik ve haz düşkünlüğü bile başka insanlara ihtiyaç duyar. Onlar, yağmalanacak bir grup olmaksızın anlamsızdır. Hedonizm bireyin hazları için başkalarının yağma edilmesidir.

 

 

18

Yalnız yemek yiyenler çok yiyemezler. Çünkü iştah sosyal ilişkiye bağlıdır.

Doğrusu çok yiyenler de yalnız yemek yiyemez.

 

 

19

Bir de zenginler var. Bunlar birbirini görmeden mutlu olmazlar. Çünkü başkalarını hep birlikte yağma etmek işlerine gelir, sorumluluğu dağıtırlar. Zenginler kendi varoluşundan zevk alır ama başkalarının yanında. Bir bakıma başkalarıyla birlikteyken yalnızdırlar. Tek başlarına yemek yerler, başkalarıyla birlikte. 

 

 

20

Yalnız yemek yiyen insanın yalnızlığında kahredici bir özyıkım vardır. Yoksulluğa teşnidir. Hazzı kendi zimmetine geçirmek ister ama fakirlikten de başını kaldıramaz. Çünkü yalnız yemek yeme, coşkuyu öldürür, daima içe dönüklüğe ve az yemeye eğimlidir yalnız insan.

 

 

21

Biz iyi kişiye “fakir” desek de bu çağda fakirlik saygın bir konum sayılmaz. Eğitim ve görgü alt sınıflardan yukarı doğru gitmiştir: Fakat çok yükselemez çünkü kibir de yükseklerde yaşar, onu geçmek zordur. Dolayısıyla görgülü insan ne üst sınıfın kibrini beğenir ne de fakirin görgüsüzlüğünü.  

 

22

Herkes biliyor artık: Zenginlik dolu yaşam iyilik içerebilir ama aynı zamanda bir yığın kötülük de içerir. En azından kötülüğe karşı durursak iyi olur. Yine de tek başına yemek yiyen bir kişinin kötücüllüğünü aklımızdan çıkarmayalım: O hem kötüyle baş başadır hem de başkalarının zararına yeryüzünde zaman geçirir.




Kitaplık Dergisi Sayı 234 

Temmuz-Ağustos 2024

Paragraflar 2

 




Caravaggio, Mattheus


 TARİH ZEMİNİNDE YAZARLIK

 

 

 

 

1.

 

Tarih konulu romanlar yazmamdan hareketle geçmişi özlediğimin sanılmasını istemem.

Geçmişi özleyen, kalabalıklara karışmak isteğini dışa vurur: Fakat hep ölülerdir yoldaşı.

Geleceği özleyen yalnızlığı seçer.

 

2.

Demek ki ben geçmişi özlemiyorum, orası bana göre kötüdür. Daha az yeterli, daha az bilgilidir.

Fakat yine de nasıl ki yeniliklerin içinde bir yığın olumsuzluk varsa, geçmişte de bir yığın güzel şey de olduğunu unutmuyorum. Geçmiş bunlar var olduğu için güzeldir.

 

 

3.

Geçmiş, yaşandığı ve somut olduğu için değerli. Sanki zorlarsak bir şeyleri buluruz oradan. Bunu umarız biraz. Geçmişten gelen bir şeyler mutlaka vardır ve bunların elimize geçebileceğini biliriz. Gelecekten somut hiçbir şey ummak saçmalık olur: Onun henüz oluşmadığını biliriz. Bu nedenle içimizde gizli saklı bir geçmiş ilgisi vardır.

 

 

4.

Ne var ki yazılı tarih boyutuyla baktığımızda geçmişten elimize ulaşan şey yalnızca eril tahakkümdür. Bunauygarlık adını veririz. Halbuki, yazı öncesinde kadın egemen çağlar yaşandığını anımsamayız bile. İnsanlığın ortak bilinçaltında kadınların özgürlüğüyle ilgili anılar yer almasın diye birilerinin adeta kendini yırttığı çok bellidir. 

Neyse ki bu tür insanlar kötü roman yazıyorlar. 

Çünkü yazmayı bilmiyorlar.

 

 

5.

Tarih zemininde roman yazarlığı, kadınları verili rolleri içinde tanımlamayı gerektirmez. Çünkü eskiye rağbet edilirse erkeklerin kadınlar için cinsel güzellik süslemelerinden başka bir şey bulunamaz: Orada kadına ne bilgi bağışlanır ne de akıl. Engels’in deyişiyle evde kadın, erkeğe karşı burjuva önündeki proleterden farksız olur.

 

 

6.

Tarihteki kahramanlara bir bakalım: Erkek egemen tanrılar arasında parmakla sayılacak kadar az kadın var: Artemis, avcı. Manidar. Demeter: Üretkenlik ve verim. Çok manidar. Afrodit: Güzellik tanrıçası. Aşağılamanın bu kadarını ayıplamak gerekir ya daha fazlası da sırada: Hera, Zeus’un yalnızca karısı. Ona çocuklar doğuruyor. Herifin gözü oynaşta. Bir yerlerden biliyorum bunu. Güleceğim geldi. Daha fecisi ise Athena. Kadın tarafından doğurulmamış, babasının kafasından tutup çıkarılmış bir yaratık. Ne kadar kadın, bilinemez. 

Hestia adında bir kadın tanrı olduğu aklımıza bile gelmez. Evi ocağı korur. Bayağı ev kadınıdır ama adı olmasa da olur. O eski ana tanrıça Kubaba’yı böyle evcilleştirmişlerdir. Önce Kibele olmuş sonra da Demeter’e dönüşmüştür. 

Geriye nympheler, sirenler yahut periler kalıyor. 

Tabloya şöyle bir bakın: Hepsi de erkekler önünde beceriksiz. Zeus dedin mi titriyor ortalık; Poseidon, Apollon, Hermes dedin mi insan bir cinsiyet zırhı giymiş gibi oluyor, kendine güveni geliyor.

Anlaşılan o ki erkekler tahtın yüzüğünü ele geçirecek büyücüler kolejine gidiyor tarihte; kızlara ise olsa olsa kolejin merdivenlerini silmek düşüyor. 

 

7.

Hıristiyanlık da çok uzak değil bundan. Tanrı zaten Baba; oğlu var. Kutsal Ruh cinsiyetle betimlenmemiş. Melekler cinsiyetsiz sayılıyor, kadınlara en fazla ermişlik rütbesi verilmiş.

Müslümanlıkta azize olmaktan öteye geçen, analık mertebesinden daha yükseğe erişen bir kişi anımsamıyorum. Yahudi dininde ise çok belirgin biçimde ev kadını hepsi. Maceralar erkeklerin başından geçmiş. En keskin macerası olan kadın Judith’tir  fakat o da bir erkek gibi yüzbaşı öldürür. Yusuf’a göz koyan kadınlar vardır ama sayın Fatmagül Berktay’ın yazdığı gibi erkeklere yönelik olarak “zina etmeyeceksin” emrini veren yoktur.

 

8.

Dolayısıyla tarih içindeki kadınları yazmak büyük önem taşıyor. Şüphesiz bir romancının kadını, erkeği, çocuğu yazmak gibi ayrı başlıklar açması gereksizdir, herkesi gözlemesi beklenir ondan.

Kadın yazacağım diye onun cinsel görünümünü anlatan, sevişmelere doyamayan, belden aşağı konuşmayı özgürlük sanan yazıcılar artık bıktırdı, usandırdı. Onlar inledikçe felekler yandı fakat halen muratlarını alamamışlar, öyle anlıyoruz.

Burada hemen ahlakçılık yaftasını yapıştırırlar insana. Yatak sahnesinden hoşlanmazsan ve hele eril düşünceden yana olmazsan ahlakçısın. Böyle bakarlar daima. 

 

 

Oysa yazar ahlakın konusu değildir. Ahlakın dışındadır. 

Aynaya bakarken kimse bizi izlemediğinden doğalızdır. Banyo yaparken de öyle. Bir yazar karakterlerini kişi yalnızken nasıl davranıyorsa öyle ele alır. Başkalarını düşünerek değil. Bu nedenle, aynaya bakmaktan nasıl tek başımızayken utanmazsak yazılırken de utanmayız. Yazar, olayı böyle anladığı için ahlakın konusu değildir.

Yazarın ahlak denetimin dışında oluşunu cinsiyete bakışla sınırlamak olmaz. Daha geniş bir kapsamda düşünmeli.

 

 

9b

Örneğin dürüstlük kadar dürüst olmayış da girer yazarın dünyasına. İyilik ve iyi olamayış. Eşitliği sevmek ya da sevmemek. Cinselliğin dışında bu gibi konular, yazarın ahlakı en az iki yönünden ele alması ve onları okurun gözü önünde çarpıştırması için çok önem taşımaktadır. Yazar okura vaaz vermeye değil, okura yeni bir bakış açısı kazandırmaya çalışır. Agamemnon, Aias’ın can düşmanıydı. Aias onu öldürmek için neler yapmıştı neler. Athena’ya karşı bile geldi. Tanrıça da kızıp onu yanıltınca inek sürüsüne saldırdı ve sürüden korkan bayağı bir kişi durumuna düştü. Canına kıydı. İntihar edenler Yunan dininde gömülmez, açıkta bırakılır. İşte Aias’ın ölüsü başında bunu tartışıyorlarken Odyseus izleyiciye dini vaaz vermek yerine, ahlaki karakterin gereği olan çok şaşırtıcı sözü söyleyecektir: “Aias çok önemli bir savaşçıydı. Evet birbirimizi sevmezdik. Ben ondan nefret etmek güzelken nefret ettim. Şimdi onu bir kahramana yaraşan bir sadelikle gömmeliyiz.”

 

9b

Kiliseden şamdan çalan Jan Valjean’a tanıklık etmeyen rahip bu yüzden çok önemlidir. Suç ve ve Ceza’da dinsel buyruklar değil, vicdan öne çıkar. Eugene Grandet ahlaki buyruk nedeniyle değil, içsel olarak, bir karakterin niteliği olarak cimriliği anlamamızın anahtarıdır. 

 

 

10.

Bilgisizlik daima büyük olayların peşindedir ama bilgisi yetmediği için tanım yapamaz.

Unutmayalım ki bilen kişinin küçük bir olayı bile tanımlamasında bir büyüklük vardır.

 

11.

Tarih zemininde yazarlık yaparken eskilerle empati kurmak iyidir de onlar gibi düşünmek zorunda değiliz. Krallık yine bizim için akla aykırı olmalı, şiddetin olağanlığı korkutucu görünmeli, asalet unvanları yine bizim için değersiz olmalıdır.

 

11a

Bir senaryo çalışıyorduk: Prenses, arabasından inerken öyle zengin, öyle güzel ve diğerlerine göre o kadar özeldi ki, kategorik olarak ona tapınan, zenginlik önünde eğilenlerin betimlenmesi gerekiyordu. Bu egemenlikçi tarz hoşuma gitmiyordu ama o sırada yazınsal ortağımın adeta zevkten kendinden geçtiğini fark ettim. Kadının prenses olması, özeni, saçları, özel arabası, diğer insanların onun önünde huşu içinde eğilmesi ona göre çok güzeldi. En azından bunun böyle olacağından hiç şüphesi yoktu. Oysa böyle bir sahne utanç vericiydi benim için.

Tarih yazıcılığının bu anomaliyi teşhir etmenin en ciddi limanı olması gerektiğini ilk o gün düşündüm: Otorite önünde eğilmek adaletsizliğe tapınmaktır.

 

 

12.

Böyle bir otorite düşkünlüğünü ve kişiye tapınmacılığı, toplumsal açıdan önemli sayılan bir dinsel figür üzerinden düşünelim. Yazar o kişinin dininden olsa bile onun çağında bulunmamaktadır. Gerçekte onun gibi düşünemez ve yaşayamaz. Örneğin Fransisken rahipleri, druidler yahut dervişler gibi dindar olmak mümkün müdür? Bir lokma ve bir hırka ile yaşayabilmenin koşulları var mıdır? Günümüzde hiçbir inanan kişi dilenci olarak yaşayabilir mi? Günümüz yazarı bu kişileri yalnızca bir karakter olarak yazar ama ona benzemeye çalışmaz. 

 

Üstelik yazar, romanını yazdığı kişiyi derin bir huşu ile anmak zorunda değildir. Ülkemizde Celaledddin Rumi için yazanlar açıkça böyle yazdılar. Başka dinsel veya politik figürlerin dinsel görüşlerinin sözcüsü gibi davrandılar. 

 

12a

Oysa epope veya dram, bir kişiyi anlattığında ve hatta -hadi diyelim ki- onu övdüğünde bile düşünceleri değil koşulları, olayları gösterir ve bunun karaktere etki eden yönlerini gösterir. Yazarlığın temel özelliği budur: Yazarın dini veya siyasi görüşlerinin tartışmak sanatın doğasını bozmaktır. Stendhal’in deyişiyle sahnede ansızın patlayan tabanca ile birdir. Yazarın siyasal ve dinsel düşünceleri dinbilim, siyasetbilim veya diğer bilimsel alanlarda tartışılır, sanatsal yapıtta değil.

 

 

13.

Yeri gelmişken şunu da söylemeli: Yazar tarihsel kişinin efendisi gibi de davranamaz. Onu aşağılamak, sosyal, sınıfsal veya cinsel durumunu alay konusu etmek, yargılamak… Bunlar yazıyla ilgili kötü alışkanlıklar olabilir ancak. 

 

 

14.

Tarihsel roman yazıcılığı, kifayetsiz eleştirmenlerin gözünde bir “Batı düşmanlığı”na dönüşmüştür. Batılıların özünde Hıristiyan ya da Musevi olmak bilinciyle yazdıklarını önerebilecek kadar sığ görüşler, maalesef çok yaygındır.

 

14a

Tarih romanı yazıcılığı din de dahil her şeyi anlamayı gerektirir: Tarihin veya dinin içinde durmayı değil. Kaldı ki içinde dursanız bile anlamak zorunluluğu var. Emile Zola’nın karamsarlığı dinsizliğinden değil çağın çalışma koşullarının karanlığından gelir. Camus’nun dinsizliği iki dünya savaşı geçirmiş insanlığın yaşadığı absürdle ilgilidir. 

 

Roman denince doğu-batı kavramından başka edecek kelamı olmayanların sanatı yok hükmündedir. Çünkü romanı ideolojik propaganda aracı saymaktan öte bir şey düşünemezler.

Oysa roman, sanatın içinden yükselen, orada varolan bilme biçimlerini kavramayı gerektirir, ideolojiyi değil.

 

 

15.

Tarih zemininde roman yazmanın ilk büyük örneği Savaş ve Barış’tır. Elbette daha önceleri de roman denilince tarihi konuları içeren şövalye romanları, tarihi kişilikler hakkındaki anlatılar vardı fakat Savaş ve Barış ele aldığı konuyu bir laboratuvarda inceleyen bilginin tavrıyla yazılmıştır: Fransız ordusu Rusya’yı işgal etmiş, Ruslar çekilmişler, Moskova kül olmuş, Tolstoy işte bunları bir Rus değil, yalnızca tanrı anlatıcı olarak, ulusal heyecana kapılmadan, kişilerin tepkileriyle ve iç dünyaları ile sınırlı olarak ele almıştır. Dolayısıyla tarih romanı nedir sorusuna ilkin onunla başlamak gerekir: Tarih zeminindeki kişilerin öyküleri. Orada ne Mareşal Kutuzov’un başarısı, ne de Napoleon’un hayal kırıklığı vardır; bu roman Pierre, Nataşa ve Andrey’in romanıdır.

 

16

Roman görüldüğü gibi batı veya doğu denilen siyasal merkezlerin bir propaganda aracı ve  aparatı değildir.

 

 

17.

Eski alışkanlıklara bağlı, romanı bir medeniyet betimi sananların yazdığı, aslında “ibret almanın” imkansız olduğu, şiddet ve erillik dolu, kültür birikimine saygı duymayan anlatılarda, “biz” vardır.

İnsan tekinin anlatılmadığı, karakterlerin bir büyük topluluk ne düşünürse aynısını düşündüğü olay örgüleri roman olabilir mi? Derin bir rüya gören ulu şeyhin öngörüsüyle, “bizim” uygarlığımızın “onları” yok ettiği bir hikaye yazılacak ve bu da roman olacak öyle mi? 

 

Tolstoy’u okusunlar. O adam Slavcı, dindar ve Rus’tu ama romanında tüm insanlığa ait olduğunun farkındaydı.

 

 

18.

Demek ki romanda doğu batı yok, birilerinin kafasında “hayali batı” var. Bilenler bilir, oryantalistlerin aklında da “hayali doğu” vardı.  

Hayali Batı, ilim ve fennin merkezi olsa da ahlaksız ve yoz bir yerdir. Fakat ne ilginçtir ki Hayali Doğu’da yaşayanlar en çok oraya gitmek ister, en çok oradaki tekniği, yaşamı, eğitimi, görgüyü, sevecenliği ve şüphesiz ki kadınları beğenir ama kendi mahallesinin öyle olmasını istemez.

Kadınların batıdaki erkeği beğenmesine gerek yoktur, zaten Hayali Doğu erkeğinin görüntüsü eleştirdiği dünyadaki erkekten üstündür!

İkiyüzlü ve şarlatan din sömürücüleri bu bayağılıktan beslenir.

 

 

19. 

Tarih romanı üstün güçlerle donatılmış, bağlı tinle hareket eden, ideolojik olarak “bizden” kahramanların anlatıldığı bir şey değildir. Bunlar olsa olsa kahramanlık menkıbelerine uygun ortaçağ metinleridir. Roman “geleneksel epope”ye (destana) uymaz.  Çünkü orada üstün güçlerin eylemleri anlatılır: İç dünyaları görünmeyen tanrısal güçler alanın esas güçleridir. Cemaat tipi insanın (Gemeinschaft) anlatısıdır. Epopeler sözeldir, anlatıma ve rivayete dayanır ve zaman dışıdır. Oysa “drama”da olayların nedensel dizilişi vardır; üstün niteliklere sahip olmak bile drama için can sıkıcıdır. Örgütlü insanların bireysel düzen içinde kendini dışa vurduğu bir toplumsal birikimin ürünüdür (Gelsselschaft) ve yazılıdır. Önce en az bir insanın karakterini ve tabii bununla bağıntılı olarak da her şeyi gösterir.

 

 

20

Sanıyorlar ki roman, bir kültürü başka bir kültüre dayatır. O yüzden “batı, batı” deyip duruyorlar. Acınası bir durum: Yüz yıldır böyle ağlayıp duracaklarına roman yazsalardı hep konuştukları batı, onları konuşurdu.



Kitaplık Haziran 2024 

Sayı 233